AK-rediteden KARA-krediteye
Doğan Grubu ile Başbakan Erdoğan arasında iki aydan fazla zamandır süren yüksek gerilim, geçen ay beşi Doğan Grubu’ndan yedi Başbakanlık muhabirinin akreditasyonlarının iptal edilmesiyle medyanın genelini ilgilendiren bir hal aldı. Daha önce de Taraf gazetesi ile Başbakan Erdoğan arasında alevlenen Aktütün tartışması sırasında, hükümetin karşısındaki medya cephesi liberal kesimin desteğiyle genişlemişti.
Benzer bir cephe genişlemesi, Başbakan Erdoğan’ın gazeteleri boykot çağrısından sonra, akreditasyonların iptali konusunda da görüldü. Oysa akreditasyon iptali, üst perdeden yapılmadan da halledilebilecek bir konu. Siyasal gücün asıl yapması gerekense, baskı ve sansür izlenimi veren konulara değil, medyanın sorunlu sermaye bağlantılarına yönelmek. Mesela akaryakıt fiyatlarının düşme hızı ve dolayısıyla POAŞ’ın sıkı denetimi gibi daha hukuki ve acil alanlara el atılabilir.
Fakat akreditasyon tartışmasının kamuoyuna bir kere daha gösterdiği bir gerçek var: Genelkurmay, muhalefet partileri ya da yargı organlarının fiilî veya yazılı olarak uyguladıkları akreditasyona ses etmeyen basın, işin ucu kendine dokununca yine pragmatizmini ele verdi. Üstelik Genelkurmay’ın uyguladığı akreditasyon, tek tek isimlere değil, bir bütün olarak kuruma yönelik olması nedeniyle tam bir sansür anlamı taşıyor. Örneğin, Başbakanlığın, akreditasyonunu iptal ettiği Akşam muhabiri Ali Ekber Ertürk yerine, başka bir Akşam muhabiri Başbakanlığa akredite olabilir. Fakat mesela Zaman gazetesinin Genelkurmay’dan birincil ağızdan haber almasına imkan yok; zira kurumsal sansür söz konusu.
Elbette sû-i misal emsal olmamalı; hele Başbakanlık gibi, Türkiye’nin en sivil bürokrasi kurumunun, özgürlüklerin kısıtlanması konusunda askerî kurumlar ile kendisini kıyaslaması olacak şey değil.
Araba devrildikten sonra görünen köy kılavuz istemez!
Diyelim ki, akreditasyon iptali zorunlu bir hal almıştı; o takdirde bu iş, meşru bir zemine dayalı olarak daha gürültüsüz bir biçimde gerçekleştirilmeli ve kamuoyunun da desteği alınmalıydı.
Başbakanlık, akreditasyonların hukuki çerçevede ve gürültüsüz iptali için nasıl bir yol izleyebilirdi? Bizimki biraz “araba devrildikten sonra yol gösterme”ye giriyor, ama araba giderken de kimse akıl sormuyor!
Öncelikle Başbakanlığa akredite olacak muhabirlerin uyması gereken bir etik çerçeve hazırlanabilirdi.
Bu etik çerçeveye uygun nitelikler taşımayan gazetecilerin baştan akredite edilmeyeceği, görev sırasında çerçeve dışı davranış sergileyenlerin ise akreditasyonlarının iptal edilebileceği belirtilebilirdi.
Müeyyidelerin bireyselliği ilkesi esas alınarak akreditasyon iptalinin basın kurumları değil, sadece basın mensupları için söz konusu olacağı hükme bağlanabilirdi. (Örneğin, Genelkurmay’ın uyguladığı akreditasyon sistemi doğrudan medya kurumlarına yönelik olduğu için aşılamaz ve antidemokratik bir durum ortaya çıkarmaktadır.)
Akreditasyonun sürekli bir hak olarak görülemeyeceği vurgulanmalıydı.
Bu etik çerçeveye dayanarak gerçekleştirilen akreditasyon iptallerinin gerekçeleri kamuoyuna duyurulur ve basın kurumlarından akredite olacak yeni muhabirler yollamaları istenebilirdi.
Bir de iptaller, medyanın bir kısmı ile süren “kan davası” gündemdeyken değil, daha uygun bir zamanlama ile yapılabilirdi.
Gül-Erdoğan: Hiçbir şey olmuyor
Türkiye’de bir kesimin 22 Temmuz 2007 seçimleri sonrası ortaya çıkan tabloya halen alışamadığı biliniyor. Bunların başında da AK Parti’nin kuruluşundan itibaren kamuoyunda “ikinci adam” olarak algılanan Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi geliyor.
AK Parti’yi geniş kitlelere yayılan bir siyasal hareket haline getiren temel etkenlerden biri, lider kadrosunun insicamlı ve dinamik görüntüsüydü. Zaman zaman Türk tarihindeki Bilge Kağan-Kül Tigin, Orhan Gazi-Alaaddin Bey örnekleriyle kıyaslanan ve başarısı teslim edilen bu görüntü, ikinci adamın cumhurbaşkanı olmasından sonra, tabloya alışamayan kesim açısından istismar edilebilir bir ortam doğurdu. Önceleri “först leydi”ler üzerinden magazinel boyutuyla ateşlenmek istenen bir çatışma, gittikçe yerini iki lider arasındaki üslup ve usûl farklılıklarını gündeme taşıyarak bir ayrışma oluşturma gayretine bıraktı. Özellikle Doğan Grubu’nun cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra düğmeye bastığı Abdullah Gül-Tayyip Erdoğan ayrışması, üslup ve usûl farklılıklarının ciddi birer gösterge niteliği taşıdığı izlenimi verilerek sürdürülmek isteniyor.
“Bütün gözler Gül-Erdoğan ilişkisinde: Aralarına kara kedi mi girdi?” manşet sorusuyla çıkan Doğan Grubu’nun entelektüel görünümlü yayını Radikal gazetesi, bu manşetin altını Ankara Temsilcisi Murat Yetkin’in köşe yazısıyla doldurmaya çalıştı. “Gül-Erdoğan: Neler oluyor?” diye soran Yetkin, “haberi kaynaktan alma” yerine “kaynağı habere taşıma” denebilecek bir yöntemle, kulis söylentileri üzerine bir analiz inşa etti. Aslında yazının sonuna gelindiğinde “Gül-Erdoğan: Hiçbir şey olmuyor” cevabından başka bir sonuçla karşılaşmak zor; ancak kurgu öylesine zorlanarak ve çift yönlü oynanarak oluşturulmuş ki, “acaba” sorusu da zihnin bir köşesinde yer ediyor.
İlerleyen günlerde, Yetkin’in yazısında somutlaşan “Başbakan-Cumhurbaşkanı” ayrışmasını bir gerçeklik olarak değilse bile, “köpürtülecek haber değeri” taşıyan bir konu olarak ciddiye almakta fayda var.
Ankara’da sağım solum Gökçek
AK Parti’nin Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayının kim olacağı tartışmalarını çoktan geride bıraktık.
Her dönem tekrarlanan film yeniden sahneye kondu: Önce Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok ortaya atıldı. Ardından Melih Gökçek, kamyon arkası yazılarını çağrıştıran “Tek rakibim Karayalçın” çıkışını yaptı ve Altınok için hüzünlü final!
Senaryoda küçük bir değişiklik de vardı; filme misafir sanatçı/küçük oyuncu rolüyle katılmak isteyen Gökçek junior da üzüldü, ama muhtemelen daha da bilendi. O da katılsaydı bir başka kamyon arkası yazısı daha Ankara’nın bahtına işlenecekti: Babam sağ olsun!
“Sağ” ve “kamyon” deyince, bahsetmeden geçmeyelim: Sosyal demokrat çizgiye sahip TV8’in Sağduyu programı bir süredir Gökçek’in PR ajansı gibi çalışıyor. Bu yazıyı kaleme alırken, ekrandaki Sağduyu logosu ve belediyenin yardım kamyonları eşliğinde Gökçek, yine “tüm sağcıları ve sağduyulu solcuları” kendisine oy vermeye çağırıyordu.
Son söz: Ankara’da sağım solum Gökçek!
Al Osama’yı, ver Obama’yı!
Bazı İranlılar, Barack Obama’nın Hazreti Ali tarafından işaret edilen Mehdi’nin öncüsü Batılı komutan olduğuna inanıyormuş. Üstelik Farsçanın bir yerel lehçesinde O-ba-ma, “O bizden biri” demekmiş; bu da malum inancı kuvvetlendiriyormuş.
Araştırılsa, muhakkak bir yerlerden tutturulur; acaba yerel lehçelerden birinde O-sa-ma da “O sizden biri” anlamına geliyor mu?
Obama’yı bize verip Osama’yı alsalar, ne güzel olurdu!
Tavsiye Et