Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2003) > Dosya > AB, ABD ve Rusya’nın Filistin-İsrail politikaları
Dosya
AB, ABD ve Rusya’nın Filistin-İsrail politikaları
Muzaffer Şenel
SOĞUK Savaş’ın Sovyetler’in ani çöküşüyle son bulmasından en çok zarar gören taraf Araplar oldu. Çünkü Araplar, Soğuk Savaş sırasında İsrail yanlısı ABD politikalarını dengelemek için Sovyetler Birliği ile yakın ilişki içine girmişlerdi ve iki kutuplu dünyanın etkili gücü olan Sovyetler, ABD’nin bölgedeki etkinliğini sınırlıyordu. Soğuk Savaş sonrası dönemde Araplar, AB’nin Filistin-İsrail uyuşmazlığına çözüm bulmak için yapılan girişimlerde aktif rol almasını istiyorlardı. İsrail ise anti-semitik geçmişi olan ve Filistinlilerin self-determinasyon hakkının İsrail tarafından tanınmasını isteyen Avrupa’nın söz konusu girişimlerde yer almasına şiddetle karşı çıkıyordu. 
ABD’nin stratejik değer olarak tanımladığı İsrail’e yönelik dış politikasında belirleyici faktör, ABD ulusal çıkarlarının İsrail’in jeopolitik konumuna ve askerî gücüne dayanmasıdır. Yahudi lobisinin etkinliği birincil derecede olmasa da, göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Avrupa’da Amerika’daki kadar kuvvetli bir Yahudi lobisinin bulunmayışı, AB’nin ve üye ülkelerin politikalarını etkilemektedir. İsrail’in bölgedeki varlığının neden olduğu sorunlardan doğrudan etkilenen ABD değil; bölgeye coğrafi bakımdan daha yakın olan Avrupa’dır.
AB’nin, tüm Orta Doğu sorunlarıyla bir şekilde bağlantılı olan Filistin-İsrail uyuşmazlığına çözüm bulmaya çalışırken barış sürecine daha çok finansal katkı yapmasının ve buna paralel olarak süreçte aktif rol almak istemesinin çeşitli nedenleri vardır. Bunlar; Orta Doğu’nun Avrupa kıtasına coğrafi yakınlığı, Avrupalıların enerji ihtiyacının büyük bölümünü zengin petrol ve doğal gaz rezervlerine sahip olan bu bölgeden karşılaması ve burada Avrupalı şirketlerin büyük yatırımlarının olması, bölgede yaşanan herhangi bir uyuşmazlığın ve/veya istikrarsızlığın Avrupa’yı hem ekonomik, hem de kültürel ve sosyal açıdan doğrudan etkilemesi ve AB’nin bölge ülkeleriyle olan sıkı ticari ilişkileri şeklinde sıralanabilir. Ayrıca Orta Doğu’daki gelişmeler, AB’ye üye devletlerin uluslararası alanda ortak bir siyasi tavır oluşturmaları ve aralarında çıkar birliği sağlanması bakımından önemlidir.
Soğuk Savaş döneminde ideolojik yakınlık ve stratejik çıkarlar nedeniyle Arapları destekleyen Rusya, yeni dönemde ABD’nin bölgede artan etkisinden rahatsızlık duymaktadır. Böylece çoğunlukla AB ile uyumlu politikalar izlese de, daha çok, stratejik hayati alan olarak belirlediği yakın çevresindeki gelişmeleri dikkate alarak bölgeye yönelik politikalarını gözden geçirmektedir.
ABD, 2000’deki Camp David görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasında da görüldüğü gibi, Filistin sorununu mülteciler ve Kudüs’ün statüsü şeklinde ayrı ayrı parçalara bölmüş ve bir bütün olarak ele almaktan her zaman uzak durmuştur. Buna karşılık AB, sorunun tüm konularını bir bütün halinde ele almakta ve Filistinlilerin self-determinasyon hakkına vurgu yaparken Arapların ve Yahudilerin birbirlerinin bölgedeki varlıklarını tanımalarını barışın ön koşulu olarak görmektedir.
Sorunlar, ABD ile AB çıkarlarının çakıştığı noktada yaşanmaktadır. AB, her ne kadar ortaya koyduğu çözüm planlarının ABD ile uyumlu olmasına azami dikkat gösterse de, ABD’ye nazaran daha tarafsız politikalar ürettiği için İsraillileri kızdırmıştır. AB’nin Filistinlilerin self-determinasyon hakkını ve onların yasal temsilcisi olarak FKÖ’yü tanıması sonrasında İsrail, Avrupa’nın bu tavrı ile anti-semitik geçmişi arasında bir bağlantı kurmuş ve böylece onları tarihsel suçluluk psikolojisi içinde hareket etmeye zorlamıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı sırasında Almanların Yahudilere karşı Hitler liderliğinde giriştiği soykırım, televizyon dizileri ve sinema filmleri yoluyla canlı tutularak, özelde Almanya, genelde tüm Avrupa üzerinde psikolojik baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Bu durum Avrupalıların konuya bakışını ister istemez etkilemektedir. Örneğin; Birliğin en güçlü ülkesi konumundaki Almanya, anti-semitist geçmişinden dolayı Orta Doğu barış süreci ve Filistin-İsrail uyuşmazlığı ile ilgili konularda edilgen davranmakta, İsrail’i sorumlu tutacak veya suçlayacak herhangi bir kararın çıkmamasına dikkat etmektedir.
2002 bahar aylarında Arafat’ın tecrit edilmesine ve Filistin yönetimine ait toprakların işgaline, Avrupa ve Rusya’nın verdiği tepki de aynı şekilde anti-semitist olarak yansıtılmaya çalışıldı. ABD Başkanı George Bush’un 22 Mayıs 2002’de çıktığı Avrupa turunda Rusya’dan sonra ziyaret ettiği Fransa’da, Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Amerikan kamuoyunda Fransa’nın anti-semitik bir ülke olarak yansıtılmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. İsrail, Avrupalı güçlerin hiçbir zaman siyasi çözüm platformunda yer almasına izin vermemekte ve AB’nin barış sürecindeki rolünün sadece ekonomik olduğuna vurgu yapmaktadır. Rusya ve AB, BM ile beraber hareket ederek İsrail ve ABD’nin Arafat’ı Filistin liderliğinden uzaklaştırmak için siyasi yalnızlığa itme çabalarına sert tepki gösterdiler.
Her ne kadar Soğuk Savaş’ın bitmesiyle askerî temele dayanan siyasi güçten, ekonomik temele dayanan siyasi güce doğru bir kayma yaşanmışsa da, askeri güç durumunda bulunan ülke(ler) hâlâ uluslararası politikaları belirlemede önemli bir etkinliğe sahiptir. AB’nin askerî yetersizliği ve üye ülkelerin dış siyaset, güvenlik ve savunma politikalarında ortak hareket etmekten çeşitli nedenlerden dolayı çekinmeleri Araplar için tam bir hüsran oldu. Çünkü Araplar, Filistin-İsrail uyuşmazlığında Soğuk Savaş süresince ABD’yi dengeleyen Sovyetler Birliği’nin yerini AB’nin almasını bekliyorlardı. AB ise, ABD’nin politikalarını reel anlamda değiştirebilecek güçte değildir. Fakat El-Aksa İntifadası olarak da bilinen II. İntifada hareketinin başlamasıyla ve özellikle 11 Eylül sonrası dönemde Filistinliler’e karşı yoğunlaşan İsrail şiddetine karşı uluslararası arenada en ciddi eleştirileri yapan taraf AB olmuştur. Kesilen barış görüşmelerinin başlayabilmesi için ön koşul olarak Filistin Devleti’nin İsrail tarafından tanınmasının ileri sürülmesi, Filistinlilere uluslararası alanda psikolojik destek sağladı. Bu çıkışla AB, siyasi ve askeri güçsüzlüğünün neden olduğu etkisizliğini gidermeyi amaçlıyordu.
Tek merkezli dünya sistemi içinde, hele hele ABD’nin etkin olduğu Orta Doğu gibi stratejik bir bölgede, ABD’ye rağmen politika/lar üretmek imkansızdır. Bu gerçeği kabul eden ve bundan maksimum yarar sağlamayı amaçlayan AB, ürettiği politikaların temelde Amerikan politikalarının tamamlayıcısı olmasına dikkat ederken, ayrıştığı noktaları 1973 petrol krizinden itibaren belirtmeye başladı. ABD’nin 1988’e kadar tanımadığı FKÖ’yü Avrupalılar 1980’de Filistinlilerin yasal temsilcisi olarak tanıdılar. Ayrıca uluslararası camiada Filistinlilerin self-determinasyon hakkından ilk kez söz etmiş olmaları önemlidir.
Rusya ve AB’nin barış sürecindeki rolü, ABD başkanlık seçimleri dönemlerinde artmaktadır. Çünkü Rusya ve AB, bu dönemlerde daha rahat tavır sergilemekte ve diplomatik girişimlerde bulunarak etkilerini hissettirmeye çalışmaktadırlar. Soğuk Savaş süresince retorikten öteye geçemeyen bildiriler yoluyla görüşlerini açıklayan Avrupa, Soğuk Savaş sonrası dönemin başlarında ABD’nin girişimlerine tamamlayıcı bir unsur olarak katılırken, şimdilerde özellikle Fransa’nın öncülüğünde gelişen bir söylemle, barış sürecindeki tavrını giderek ABD’den bağımsız bir şekilde ortaya koymaktadır.
Siyasi alanda en net tavrını, Ariel Şaron İsrail Başbakanı seçilince ve barış sürecini en başa döndürmek istediğinde ortaya koyan AB, barış görüşmelerinin başlayabilmesi için ön koşul olarak İsrail’in bağımsız Filistin Devleti’ni tanımasını istedi. ABD’nin Birlik içindeki müttefiki olan İngiltere’nin bile desteklediği bu kararla AB, İsrail yanlısı politikalar izleyen Amerika’dan farkını ilk kez net bir şekilde ifade etti. Rusya ise daha ihtiyatlı bir tutumla, ABD destekli İsrail oldu-bittilerine karşı çıktığını bildirmesine rağmen ciddi ve somut adımlar atmaktan kaçındı. Şaron’un iktidara gelmesi, güç koşullarda devam eden barış sürecinin aşınmasını hızlandırdı ve bölgede yeni bir istikrarsızlık ve gerilim alanı oluşmasına yol açtı.
Irak’ın işgali sonrasında ABD, BM, AB ve Rusya’nın ortak planı olarak ortaya çıkan ama bir anda Amerikan girişimi haline gelen ve taraflara zorla kabul ettirilmeye çalışılan “Barışa Giden (çıkmaz!) Yol Haritası”nı, I. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da savaşa ve ülkeler arasında şiddet kullanımına son vermek için hazırlanan fakat barışa son veren bir barış antlaşması niteliği taşıyan 1918 Versaille Antlaşmasıyla benzeştirmek daha doğrudur. Bilindiği gibi, Versaille’da Almanya’ya dikte ettirilen barış koşulları Hitler’in hızla yükselmesine sosyal bir zemin hazırlamıştı. Oysa Orta Doğu’nun Versaille Antlaşmasına değil; Avrupa’ya barış ve uyum getiren bir Viyana (1814-15) Kongresi’ne ihtiyacı vardır. Taraflara istemedikleri bir barış antlaşması imzalatmak sorunun derinleşmesine yol açmaktan başka işe yaramayacaktır. Soruna uluslararası hukuk temelinde adil, kalıcı ve kapsamlı bir çözüm bulunması için çaba sarf etmek kadar, alınan kararlara her iki tarafın uyması da beklenmelidir.  

Paylaş Tavsiye Et