Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2005) > Yüzleşiyorum > CHP bugün neyse, dün de oydu!
Yüzleşiyorum
CHP bugün neyse, dün de oydu!
Mustafa Özel
SAATLERİ Ayarlama Enstitüsü’nü hâlâ okumadınız mı? Tanpınar’ın bu romanı topyekûn bir devrin (ve bir zihniyetin) bugün bile aşılamamış tahlil ve tenkididir. Enstitü’nün kurucusu Halit Ayarcı, olan bitenlere bir türlü akıl erdiremeyen ‘idealist’ Hayri İrdal’a şöyle der: “Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir manası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? Hakikati olduğu gibi görmek… Yani bozguncu olmak…”
Ocak ayı boyunca Türkiye’de en çok CHP kurultayı konuşuldu. Televizyon kanallarında tartışmalar yapıldı; gazetelerde köşe yazıları yazıldı. Fakat, birkaç istisna ile, hiç kimsenin “bozgunculuk yapmaya” niyetli olmadığı anlaşıldı. Herkes, CHP’de olan bitenle “en faydalı şekilde münasebetini tayin etmeye” çalıştı.
Konuşulan ve yazılanlarda genel hava şuydu: Atatürk’ün ve İsmet Paşa’nın partisi ne hallere düştü, ya Rabbi! Ne dar ufuklu, hizipçi Baykal CHP’ye yakışıyor, ne de vizyonsuz ve ‘rüşvetçi’ Sarıgül! CHP’nin misyonu, bu kırattaki insanlar tarafından gerçekleştirilemez!...
Acaba öyle mi? CHP gerçekten çok ulvî bir geçmişe mi sahip? Paşaların partisi hangi tarihî misyonun temsilcisi? “Bozguncu” damgasını yemeden bu sorulara ciddi cevaplar vermek zor. Ama bu soruları ciddiyetle cevaplandırmadan da Türkiye’de meşru bir siyasetin zeminini oluşturmak mümkün değil. Siyaset; bilgi, değer ve ahlâk sacayağı üzerinde yükselen bir yapı. Bilgisiz siyaset, uçuruma açılan kapı.
 
Temizlik, İktidardan Gelir!
İlk kılavuzumuz Erik Jan Zürcher. Bu yansız araştırmacı öncelikle tek adama (veya birinci ve ikinci adamlara) hamledilen Millî Mücadele’nin imkânlarının daha 1915’ten beri araştırıldığını ve bunlar sahnede yerlerini almadan başlatılmış olduğunu belirliyor. “Mart 1919’da Mustafa Kemal ve İsmet Paşa hâlâ iyi bir kabinenin çok şey yapabileceğini umuyorlardı. Mustafa Kemal, Ahmet Rıza’nın başkanlığındaki bir kabinede nazırlık mevkii elde etmeye uğraşıyordu… Mustafa Kemal (Anadolu’ya geçme) kararını 15 Nisan civarında” vermişe benziyor.
Milli Mücadele kazanıldıktan sonra, tek adamcılık ön plana çıkmaya başladı. Sanki her şeyi bir iki kişi planlamış, bu planı birçok subaya benimsetmiş ve onlar da gerekeni yapmışlardı. Tek adamcılık, Milli Mücadele’de başından sonuna kadar lâyıkıyla görev yapmış birçok insanı önce fikren ve hissen, sonra fiilen yeni devleti kurma sürecinden uzaklaştırdı. Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy gibi paşalar “izlendiklerini, hatta mektuplarının okunduğunu fark ettiler” ve “Halk Fırka’sından ayrılmaya karar verdiler.”
Emperyalizme direnme sürecini fiilen başlatmış ve sonuna kadar mücadele etmiş kişilerin karar mekanizmasından uzaklaştırılması, doğal olarak bir muhalefet doğurdu. Muhalifler 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular. Hem ilerlemeci, hem cumhuriyetçi bir siyasî parti. Halk Fırkası o kadar büyük bir boşluğa düştüğünü hissetti ki, alelacele isminin başına bir Cumhuriyet ibaresi konduruverdi!
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programındaki en göze çarpan noktalar “demokratik kontrol mekanizmalarının ve adem-i merkeziyetin vurgulanması, güçler ayrılığı, iki meclisli parlamenter sistem ve dinî inançlara saygı” idi. Programın 12. maddesi doğrudan M. Kemal’i hedefliyordu: “Cumhurbaşkanı seçilen bir mebus, meclisteki görevinden ayrılacak, böylece Cumhurbaşkanı günlük parti siyasetinin dışında kalmaya zorlanacaktı.”
Sonuç ne mi oldu? Türkiye Cumhuriyeti’nin bu çok-partili ilk demokrasi tecrübesi ancak yedi ay sürebildi! 1925 Şubat ayında patlak veren Şeyh Sait isyanı bahane edilerek, basını susturan Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı ve ardından İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yetkililerinin isyanın bastırılmasını kayıtsız şartsız desteklemesine rağmen, 3 Haziran 1925’te parti resmen kapatıldı. Meğer isyancılarda TCF’yi öven bir takım mektuplar ele geçirilmiş!
İstiklal Mahkemelerinin ayrıntılarına burada yer verme imkânımız yok. Sadece eski ittihatçı maarif nazırı Ahmet Şükrü’nün yargılanma tarzını göstermek bile, muhalefeti ‘temizlemeyi’ kafasına koymuş bir zihniyetin nasıl bahane ürettiğini kanıtlamaya yeter:
Reis: Size yeni bir fırka kurma fikri nereden geldi?
Şükrü: Bundan tabii ne olabilir? Her mecliste olduğu gibi, bizde de muhalefet lazım değil miydi? Muhalefetsiz demokrasi ve cumhuriyet olur mu?
Reis: Fırka demek, vatanın yükselmesi, ilerlemesi için çalışmak demektir. Onun aslında çetecilik yoktur.
Şükrü: Tabii öyledir efendim.
Reis: Halk Fırkası’nın programını kabul eden siz değil miydiniz ?
Şükrü: Halk Fırkası’nın programı yoktu ki. Hâlâ da yoktur.
Reis: Umdeleri (ilkeleri) var ya.
Şükrü: Umdeler, siyasî fırka programı değildir.
Zürcher analizini şöyle bağlıyor: Bu olay genel bir ‘İttihatçılara karşı temizlik’ değildir. Büyük bölümü eski İttihatçılardan oluşan bir hareketten üç grup temizlenmiştir. “Bu üç grubun ortak paydası, millî direniş hareketinin ilk evresinde hepsinin önemli roller oynamış ve şu veya bu zamanda Mustafa Kemal’in bu harekete lider oluşuna karşı çıkmış olmalarıdır.” Muhalefet önce sindirilmiş, sonra bütünüyle temizlenmiştir!
 
Korkutan Kurgusal Muhalefet: Serbest Fırka
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan sonra ikinci demokratik girişim Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu oldu. Gerek Cumhuriyet hükümetlerinin genel başarısızlığı, gerek 1929 dünya ekonomik bunalımının etkisi hükümet kadar Cumhurreisi Mustafa Kemal’in de itibarını sarsmıştı. 1930 ortalarında kurulan parti yurt genelinde büyük sevgi gösterilerine mazhar oldu ve Ekim ayındaki belediye seçimlerinde ciddi bir başarı kazandı. İlginç olan, İstanbul’daki 286 bin kadar seçmenden sadece yüzde 17’sinin oy kullanması; bunlardan 36 bin kişinin CHF’ye, 13 bin kişininse yeni partiye oy vermiş olmasıdır. Edirne’de gözlemci olarak bulunan bir yabancının tespitleri şunlar:
“Trakya’nın öteki şehirlerinde olduğu gibi Edirne’de de 17 gün süren bu seçimler özgür olmamıştır. Muhalefet partisinin kırmızı oy pusulalarını taşıyan seçmenlerin oylarını kullanmalarına izin verilmemiştir. Suçlu ve cezaevi kaçkını tipinde adamlardan oluşan çeteler geceleri dehşet salmışlardır. Seçimler sırasında muhalefet partisinin adayları ve etkili üyeleri geceleyin evlerinden çıkamamışlardır. Seçimler özgür koşullarda yapılsaydı ve oy kullanmada yolsuzluklar olmasaydı, Edirne’de ve Trakya’nın her yerinde SCF kazanırdı.”
Bütün engellemelere rağmen, SCF halkın büyük rağbetine mazhar olmuş, iktidarı gerçek anlamda bir korku sarmıştı. Ahmet Hamdi Başar, kendi ifadesiyle, “İstanbul’da amelenin ve esnafın niçin Serbest Fırka’ya mütemayil oldukları sualine cevap vermeğe memur” edilir. İşte Başar’ın “her iki şefi de memnun eden” açık cevabı:
“Halk Fırkası’nın büyük şehirlerde ve hele İstanbul’da başına inkılâpçılar ve idealcilerden ziyade, istismarcılar ve menfaatçiler geçiyor. Bunlar halkı ve ameleyi (işçileri) Fırka’dan soğutuyorlar; ve kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmüyorlar. İstanbul’da liman amelesi bile Serbest Fırka’ya rey veriyor. Çünkü bu amele Halk Fırkası namına istismar ediliyor. Amelenin bir cemiyeti (derneği) vardır. Bu cemiyet onları korumak, hastalarına bakmak, muhtaçlarına yardım etmek için kurulmuştur. Amele yevmiyelerinden kesilen yüzde beşler buraya verilir. Cemiyetin başına Halk Fırkası tarafından reis, idare heyeti azası ve kâtip diye bir takım adamlar konmuştur. Reis filan vekilin tanıdığı bir şeyhtir, kâtib-i umumî mazûl bir mülkiye memuru, azalardan biri falanın akrabası, diğeri de filanın kayırmasıdır. Reis dört yüz lira, azalar ikişer yüz lira aylık alırlar. Amelenin bıraktığı yüzde beşler bu maaşlara bile yetişmediğinden, yardım işini mecburen Liman Şirketi kendi üzerine almış; cemiyet sadece bir yeyinti yeri olmuştur.”
Sadece bir derneğin değil, bütün memleketin ‘yeyinti yeri’ olması milleti bıktırmış ve Atatürk’ün, yol arkadaşı Fethi Okyar’a kurdurduğu SCF bir anda kendini iktidar yolunda bulmuştur. Ne var ki, bu girişim de akim kalmış ve Fethi Bey 17 Kasım’da Dahiliye Vekaleti’ne verdiği dilekçe ile fırkayı feshettiğini bildirmiştir. Böylece Cumhuriyet tarihinin yedi aylık ilk muhalefet partisinden sonra, ikinci muhalefet partisinin ömrü üç buçuk ay bile sürmemiştir.
Gerek parti içi, gerek millî düzeydeki muhalefete karşı hazımsızlık, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk günden itibaren hiç değişmeyen ilkesi olmuştur. Bunun İsmet İnönü ve Bülent Ecevit dönemlerindeki seyrini takip etmeyi başka bir yazıya bırakarak, burada, bu yaklaşımın zihnî arka planına dikkat çekmeye çalışacağım.
 
Saygısız ve Dalkavuk Aydın
Balkan, Çanakkale ve Yunan savaşları Türk milletine bir vatan kazandırmış, fakat aydınlarını büyük ölçüde elinden almıştır. Aydın, sadece bilgili adam değil, cesur adam demektir. Siyasete bigâne kalmayan, her türlü haksızlığa meydan okuyan bir mücahit. Cesur olmayan, haksız güce muhalefet edemez. Haksızlığa başkaldırmayana, aydın denemez. Aydın, örgütlü toplum kesimlerine karşı, örgütsüz kalabalığın vicdanıdır. Çehov, köylüler dünyanın her yanında köylüdür diyordu. Aynı şeyi aydınlar için de pekâla söyleyebiliriz: Aydınlar, dünyanın her yanında aynı işe yararlar. Yaramadıkları zaman, aydın değil, dalkavuk olurlar. Adlarının önündeki ‘ulusçu’, ‘sosyalist’ veya ‘İslamcı’ sıfatları gerçek kişiliklerini gizlese bile!
Mümtaz Turhan, kırk yıl önce şöyle diyordu: “Milletler arasında kültür ve medeniyet farklarını doğuran, onların halk tabakaları değil, münevver zümreleridir. Hakikatte, Türk halkıyla diğer medenî milletlerin halk tabakaları arasında bilgi bakımından büyük bir farkın bulunmamasına mukabil, Türk münevverleriyle (bazı istisnalara rağmen) Garp münevverleri arasında uçurumlar kadar derin farklar vardır. Binaenaleyh Türkiye’nin geri kalışının sebebi, halkının cehaleti değil, münevverlerinin gerek keyfiyet, gerek kemiyet bakımından kifayetsiz oluşudur.”
Turhan’ın tespitini sadece teknik yönüyle ele alamayız. Türk aydınının keyfiyet ve kemiyet bakımından yetersizliği, Batılı aydından daha az donanımlı olmasıyla sınırlı, hatta onunla alakalı değildir. Bilgi bakımından sayısız Batılı aydını cebinden çıkaran aydınlarımız vardır. Mesele, ‘duruş yanlışlığı’ diye tanımlayabileceğimiz bir karakter zaafıdır. Aydın, nihayette bir düğüm-çözücüdür. Neyin düğüm olduğuna iktidar sahipleri karar veriyor ve aydın etiketi taşıyanları bu işe memur kılıyorlarsa, aydınlar aydınlığa değil, karanlığa hizmet ediyorlardır. Mümtaz Turhan devam ediyor:
“Garp memleketlerinde münevverler, halkın sahip olduğu millî karakter vasıflarını terk etmek şöyle dursun, onları en mükemmel bir şekilde geliştirilmiş olarak kazanırlar. Onun için ona her sahada liderlik edecek vaziyettedirler. Bunun neticesi olarak halkın münevvere itimadı tamdır. Bir Fransız muharririn müşahedesine göre, Birinci Dünya Harbi’nde İngiliz askerleri iyi terbiye görmüş, yüksek tabakaya mensup bir subay verilmedikçe hücuma geçmekten çekinirlermiş.” 
Tahlilin anahtar kelimesi: İTİMAT. Halkın, aydın tabakaya itimadı yoksa, istikbale dair ümitler gerçekleşemez. Ne halkın ümidi gerçekleşebilir, ne aydınların. Aydınlar, halk nezdinde itibar kazanabildikleri ölçüde ‘seçkin’ olurlar. Seçkinlik bilgi veya malumatfuruşlukla değil, halkın güvenine liyakatle elde edilir. Eğitim sistemi buna müsait olmayan hiçbir ülkede aydın yetişmez. Bugün üniversiteleri kışlaya çevirmek isteyen; halk sevgisi yerine halk korkusuyla hareket edenler, yanaşmacı zihniyetin ürünleridir. Amaçları halkı eğitmek değil, sindirmektir. Mümtaz Turhan bunu yıllar önce tespit etmiş seçkin bilim adamlarımızdandı:
“Bizde tahsil sistemi, bilgi diye verdiği bazı malûmat kırıntılarına mukabil en bariz millî karakter vasıflarını tahrip eder: Verimsiz de olsa halk çalışkandır, münevver tembelliği öğrenir; halk şayanı hayret derecede bedenî mukavemete sahiptir, münevver daha tahsili esnasında yumuşar, sonraları mukavemetini büsbütün kaybeder. Halk kanaatkâr, ağırbaşlı, vakur ve hürmetkârdır. Münevver açgözlü, lâübali, şarlatan, ya saygısız veya dalkavuk olur. Halk umumiyetle dindar ve manevî kıymetlere hâlâ bağlıdır; münevver ise ne dindar ne de dinsiz fakat çok iptidaî, dar ve çok fena tarzda materyalist olmuştur. Bu mukayeseyi daima münevverin büyük bir ekseriyetinin aleyhinde olmak üzere, istediğiniz kadar uzatabilirsiniz.”
CHP’yi ‘solcu’ Baykal’ın mı, ‘halkçı’ Sarıgül’ün mü yönetmesi gerektiğini tartışmadan önce cevap verilecek soru, bu partinin niçin Ümraniye ve Beykoz’da değil de, Şişli ve Kadıköy’de seçim kazanabildiğidir. Talihsiz Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimlerini hatırlamak, saygısız ve dalkavuk olmayan aydınların dürüst cevaplarına dayanak oluşturabilir.
Bu satırları yazdığım saatlerde CHP kurultayı henüz sonuçlanmamış olsa da, Baykal’ın kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Kurultay konuşmalarında Baykal ne denli saldırgan ise, Sarıgül o denli tutuk ve tereddütlüydü. Konuş(ama)ması hem vasat düzeyini, hem girdiği ilişkilerin karanlığını yansıtıyordu. CHP, Baykal ile en az bir seçim daha yola devam edeceğe benziyor. Derviş ve diğer dıştan-kurgulu oyuncular şimdilik etkisiz kaldılar.
İsmet Paşa’nın biyografisini yazan Metin Heper, 230 sayfalık kitabını şu cümlelerle bitiriyor: “İnönü yurttaşlarının arasında yaşadı, ama onlarla birlikte yaşamadı. Bütün dikkatini, gerçekleştirmeye çalıştığı projeye vermişti ve yurttaşları ile kaynaşmaya vakti yoktu. Yurttaşları İnönü’yü kendilerine soğuk bulmasalar bile uzak buldular.” Ali Fethi Bey’den Adnan Menderes’e, Turgut Özal’dan Tayyip Erdoğan’a uzanan çizginin milletle ileri derecedeki kaynaşması, kendi müspetlerinden çok, CHP çizgisinin menfiliğiyle alakalıdır. Adında anakronik biçimde ‘halk’ kelimesi olan bu hareket, başlangıcından itibaren halkı içine almayan bir projeye odaklıdır. Bir gün Deniz Baykal’ın biyografisi de yazılmaya değer bulunursa, her halde şöyle noktalanır:
“Yurttaşlarıyla birlikte yaşamadı. Onu kendilerine hem soğuk, hem de uzak buldular.”

Paylaş Tavsiye Et