Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2007) > Yüzleşiyorum > Din, ticaret ve çok ortaklı şirketler
Yüzleşiyorum
Din, ticaret ve çok ortaklı şirketler
Mustafa Özel

BEN “çok ortaklı şirketler”i çok sevmiştim. Ayakta kalabilenleri hâlâ da seviyorum. Fakat güz mevsiminin sonlarındayız ve önümüz kış. Bu şirketlerden kaçı baharı görür bilemem. Anlayış’ın bu sayısında, bu önemli sosyo-ekonomik (ve politik) fenomeni farklı perspektiflerden değerlendirmeye çalışacağız.
Anonim şirketler zaten çok ortaklı olurlar. Fakat hemen bütün anonim şirketlere belirli ‘aileler’ hükmeder. Bunlara hukuken anonim şirket desek bile, gerçekte birer aile şirketidirler. Türkiye’deki çok ortaklı şirket, değişik bir fenomendir. Tıpkı 17. yüzyılın Felemenk veya İngiliz Doğu Hind Kumpanyaları gibi, gerçekten “çok ortaklı”dırlar. İngilizler East India Company ile Hindistan’ı, Felemenkler V. O. C. ile Endonezya’yı sömürgeleştirdiler. Biz ise hakiki çok ortaklı şirketlerimizi yaşatamadığımız için, ekonomimizi sömürgeleşmekten kurtaramıyoruz.
Her medeniyetin bir genişleme aracı vardır. Modern Batı medeniyetinin genişleme aracı anonim şirkettir. Anonim, yani sahibi belli olmayan; çok sayıda ortağı bulunan. Bu modelin Ortadoğu tarihindeki bilinen ilk örneğini, Hz. Peygamber’in dedesi Haşim kurmuştur. Mudarabe adı verilen bu ortaklık, sonradan commenda adıyla İtalyan şehir-devletlerinde uygulanmış; bilahare sosyete anonim lakabıyla Kuzey ve Batı Avrupa’yı şereflendirmiştir.

Bereketli Hilal’den Çin’e Ticarî Hayat
Mezopotamya ve Doğu Akdeniz, gerek yüksek üretim potansiyeli, gerek Doğu-Batı ticaretinin geçiş uğrağı olmalarından ötürü, canlı bir ticaretin sahnesiydi. Anadolu’nun büyük bir bölümünü, Mezopotamya ve Doğu Akdeniz’i içine alan Bereketli Hilal, muhtemelen ilk medeniyet merkezidir. M.Ö. 800 ile M.S. 200 arası binyılda bu bölgenin ve topyekün Akdeniz dünyasının ulaştığı ekonomik gelişme düzeyine, Avrupa’da ancak 12. yüzyıldan sonra ulaşılabildi. Bu başarının kaynağı, son derece gelişmiş bir ticaret ve piyasalar ağının mümkün kıldığı yaygın işbölümüydü (William McNeill). Kitab-ı Mukaddes, Doğu Akdeniz’deki ticarî hareketliliği bir tarih kitabından çok daha canlı biçimde tasvir etmektedir:
“Ve sen, âdem oğlu, Sur için mersiye oku; ve Sur’a de: Ey deniz kapılarında oturan, çok (uzak) adalara kadar kavimlerle alışveriş eden şehir, sende hikmetli adamlar vardı, senin kılavuzların onlardı. Mallarınla değişmek için, denizin bütün gemileri gemicileriyle beraber sende idiler. Her çeşit malın çokluğundan ötürü Tarşiş senin tacirindi; senin pazarlarına gümüş, demir, kalay ve kurşun verirlerdi. Yavan, Tubal ve Meşek senin tacirlerindiler; senin mallarını insan canları ve tunç kaplarla değiş ederlerdi. Yahuda ile İsrail diyarı senin tacirlerindiler; senin mallarına karşılık buğday, pide, bal, yağ ve merhem verirlerdi. Senin malların için kervanlar Tarşiş gemileriydi; ve seni doldurdular ve denizin bağrında çok izzetli oldun.” (Hezekiel, 27)
Denizin bağrında çok izzetli olan başka şehirler bulmak için gözlerimizi Doğu ve Güney Asya’ya çevirmeliyiz: Çin’e ve Hind’e. ‘Ortaçağ’ dünyasının genişlik, nüfus ve teknolojik gelişme bakımından en ileri bölgesi Çin’di. Bunun sebebi, en az iki binyıldır süregelen etkin bir üretim ve bölgesel ticarettir. Hind altkıtası bu ticarî genişlemenin doğal bağlantı yeri ve tamamlayıcısıydı. “Hind Okyanusu, kökleri dört değişik medeniyete (İran-Arap, Hind, Endonezya ve Çin) uzanan bir toplumsal ve kültürel çeşitlilik alanıydı. Orta Asya kervan yollarının tamamladığı deniz ticareti güçlü bir birlik duygusu yaratmıştı. Fikirlerin ve maddi nesnelerin değiş tokuşuyla tanımlanan ortak bir coğrafi mekân fikri sadece tüccarın kafasında değil, siyasi yöneticilerin ve sıradan ahâlinin kafasında da son derece yer etmişti. İslamiyetin siyasi ve dinî sınırları ticaret yolları boyunca uzanıyordu.” (K. N. Chaudhuri)

İslam ve Ticaret Hayatı
İslamiyet, Çin/Hind ile Akdeniz/Avrupa arasında giderek yoğunlaşacak olan ticarî ilişkilerin güzergâhında zuhur etti. Hazreti Peygamber’in mensup olduğu Kureyş kabilesi tüccarü’l-Arab idi. Cahiliye Mekke’si, sadece Doğu-Batı kervan ticaretinin sıradan bir durağı değil, Batı Arabistan’da önemli bir dinî, ticarî ve siyasî merkezdi. Mekke tüccar sermayesinin temel dayanağı harem kurumuydu: Bireylerin can ve mülk emniyetine sahip olup serbestçe ticaret yapabildikleri kutsal alan ve kutsal zaman! Ticaret, organik biçimde hacc kurumuna bağlıydı.
Cahiliye Mekke’sini ticarî bakımdan harem sınırlarının ötesine taşıyan kişi, Hz. Peygamber’in dedesi Haşim oldu. Harem sınırlarına bağlı kalmak, Mekke tüccarının elini kolunu bağlıyor, yeterli finansman temin edemeyenler sık sık iflas ediyorlardı. Bir tacir iflas ettiği zaman, aşiretine yük olmamak için çoluk çocuğu ile çöle çekiliyor, bir daha geri dönmüyordu. (Bu manevî intihara i’tifad diyorlardı.) “Haşim i’tifadın yıkıcılığını farketti. Çare olarak da ticarî girişimlerini gerçekleştirmede ortaklık kurmayı teklif etti. Kurulan ortaklık birçok tacire sermayelerini biraraya getirerek, küçük yatırımcıyı emniyete alan ve tüccar sermayeyi daha önce misli görülmemiş ölçüde harekete geçiren büyük bir kervan kurma imkânı verdi. Tüccar sermayenin örgütlenme bakımından mahiyetini dönüştüren Haşim, ilâf kurumu sayesinde bu sermayeye haremden çıkış yolu sağladı.”
İlâf, Cahiliye tüccarını harem ve hatta Arabistan sınırları dışına taşıyan çok önemli bir kurumdu. “Kureyş’in ilâfı için. Kış ve yaz seferlerinin ilâfı için. Bu Beyt’in Rabbine kulluk etsinler. O Rabb ki, onları açlıktan kurtarmış ve korkuya karşı onları güvenlik altına almıştır.” (Kur’an-ı Kerîm, 106.) İlâf kavramının anlaşılması için, önce sefer (rihlet) kelimesine açıklık getirmek lâzımdır. Elmalılı tefsirinden kısaca takip edelim: Kureyş ticaret için kışın Yemen’e, yazın da Şam tarafına sefer ederlerdi. Aynı şekilde, gerek ticaret gerek başka maksatla yazın Taif’e gider, kışın Mekke’ye göçerlerdi. İlâf ashabı dört kardeş idi ki, bunlar Abd-i Menaf oğullarıdır: Haşim, Şam meliki ile anlaşırdı. Abd-i Şems Habeş ile, Muttalib Yemen ile, Nevfel de Farisîlerle anlaşırdı. Diğer Kureyş tüccarı bu dört kardeşin adlarıyla ticarete gider, onlara da dokunulmazdı.
İslamiyet, Cahiliye Mekke’sinden tevarüs ettiği tüccar ekonomiyi terbiye edip geliştirdi. Ribanın yasaklanması mal tedavülünü olumsuz etkilemedi; zira hem alternatif finans yöntemleri geliştirildi, hem şer’i hilelere (çarelere) başvuruldu, hem de bilhassa İran’ın fethiyle Darü’l-İslâm’a muazzam miktarda para-sermaye akmaya başladı. Gerek kendi iç dinamizmi, gerek fetihlerin sağladığı dış kaynaklarla muazzam bir gelişme gösteren ‘İslam sermayesi’, Avrupa tüccarı için de model alınan örgütlenme biçimleri gerçekleştirdi. Haçlı seferleri neticesinde, belirli şirket ve sözleşme biçimleri Avrupa tüccarları tarafından ülkelerine taşındı.
Daha sonraki yüzyıllarda tüccar, askerî-bürokratik düzenin giderek hareket serbestisini kısıtladığı bir zümre haline geldi. Mesela, Osmanlı imparatorluğunda gerek mudarabe ortaklıkları, gerek vakıf işletmeleri birçok ekonomik işlevi yerine getiriyor olsalar da, genelde uzun ömürlü ve (modern anlamda) verimli değildiler. Riba yasağı çeşitli yollarla deliniyor olsa da, büyük-ölçekli finans ve borsa kurumlarının oluşmaması ekonomideki gerçek faiz oranını çok yüksek seviyede tutuyordu. Mesela, 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da bu tür kurumların gelişmesi faiz oranlarını 17. yüzyıl ortalarında İngiltere’de %6, Hollanda’da %4, Cenova’daysa %1,5’a kadar indirmişti. Oysa riba yasağına rağmen, Osmanlı sarraflarının uyguladığı yıllık faizler %25-30’un altına pek inmiyordu. İslam imparatorlukları, ekonomide büyük-ölçekli üretim için giderek önemli hale gelen finans ihtiyacını karşılama hususunda yeterli esnekliği gösteremeyince, Amerikan gümüşünün ve ucuz finansın desteğindeki Avrupalı tüccar-sanayicilerin rekabetine boyun eğmek zorunda kaldılar. Klasik medeniyet merkezleri olan Hind ve Çin de aynı akıbetten kurtulamadı.

Çok Ortaklı Şirketler ve Kolektif Girişimcilik
Avrupa’nın efsanevî ‘burjuva’ terimi, girişimciliğin kolektif veçhesini görmemizi zorlaştırıyor. Oysa, bizzat Avrupa iktisat tarihinin bölünebileceği her bir dönem için, farklı ve ayrı bir girişimciler sınıfı vardır. Henri Pirenne’ye göre, bir devrin girişimci sınıfı, bir önceki devrin girişimci sınıfından doğmuyor. Ekonomik örgütlenmedeki her değişimde, süreklilik kopuyor. Sanki o güne kadar faal olan girişimciler, daha önce hiç bilinmeyen ihtiyaçlardan kaynaklanan ve dolayısıyla daha önce hiç denenmemiş yöntemler gerektiren yeni şartlara kendilerini uyarlamaya istidatsız olduklarını fark ediyorlar. Mücadeleden çekilip bir aristokrasi haline geliyorlar. Onların yerini cüretkâr ve girişimci yeni insanlar alıyor. Her girişimci sınıf başlangıçta yenilikçi bir ruh taşırken, faaliyetleri kontrol altına alındıkça muhafazakârlaşıyor.
Türkiye’de çok ortaklı şirketler halinde vücut bulan kolektif girişimciliğin ortaya çıkmasında en büyük etken, üretimden ranta kayan, muhafazakâr kapitalist sınıftır. Çok ortaklı şirketler ise, yeni girişimci sınıfın kolektif biçimini temsil ediyor. Aynı şekilde, Anadolu sathında çok sayıda bireysel girişimci de muhafazakâr/rantçı sınıfın karşısına dikilmiş bulunuyor. Son 20 yılda, Türkiye’de 500’den fazla girişimci derneğinin kurulmuş olması rastlantı değildir. Bunlar, siyaset üzerinde nüfuz kullanarak, devleti verimsiz kapitalist sınıfın aleti olmaktan kurtarmak istiyorlar.
Çok ortaklı şirket, ticarî ve endüstriyel bir girişim olmanın yanısıra, aynı zamanda bir finans kurumu ve borsa niteliği taşıyor. Sermaye ve finans örgütlenmesinde başarılı olamayan toplumlar, sanayi ve ticarette mesafe alamazlar. Ayrıca, sanayileşmede geç kalan toplumlar, küçük-ölçekten hareketle rekabet gücü oluşturamazlar. Mutlaka orta ve büyük-ölçekli işletmeler kurmak zorundadırlar. Bunun için de yeterli sermaye ve uygun maliyetli finansmana ihtiyaç vardır.
Almanlar 19. yüzyılın ortalarında banka-eksenli bir ekonomik kalkınma modeli geliştirdiler. Kurdukları Deutschebank, Commerzbank gibi yatırım bankaları, küçük sanayi şirketlerine ortak oldu. Bu şirketlere çok uzun vadeli ve düşük faizli krediler sağladılar. Alman sanayii, bu farklı modelin eseridir. Adı geçen bankalar bugün de yüzlerce sanayii şirketinin ortağıdırlar.
Çok ortaklı şirketler Anadolu insanının bilgece icadıdır. Tefecilik çarkına kapılmadan ve devlete (dolayısıyla millete) yük olmadan, sanayi ve ticareti örgütleme arayışıdır. Ekonomiye başlıca katkılarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Uluslararası sermayenin cendereye aldığı bir ekonomiye, yurtdışından maliyetsiz sermaye temin etmek.
2. Yurt içindeki muazzam ekonomi-dışı serveti, yatırım sermayesine dönüştürmek; halkta tasarruf ve girişim duygularını geliştirmek.
3. Genç neslin girişim ruhunu kamçılamak, insanımızı Avrupalılara el açan bir yığın olmaktan kurtarmak.
4. Ekonomide rekabeti hızlandırmak. (Rasyonel devletler, sınırları dahilindeki şirketleri ülke içinde azamî rekabete, ülke dışındaysa azamî tekel peşinde koşmaya zorlarlar. Türkiye’de bunun tam tersi yapılıyor.)
5. İktisadî demokrasinin temellerini atmak. İktisadî demokrasi gerçekleşmeden, siyasî demokrasi gerçekleşemez. Çok ortaklı şirketler, “Eşitlik İçinde Büyüme” ilkesini hayata geçirmekte, kazancı işin başında paylaşıma açmaktadırlar. Şirketlerin patronları yoktur. Yöneticiler, işçiler, tedarikçiler, yöre ahalisi ve (çoğunlukla o yöreden olup) yurtdışında çalışan işçiler şirketin aşağı yukarı eşit ağırlıktaki ortaklarıdır. Bu model, farklı bir üretim/tüketim ahlâkına kapı açabilir.
6. Çok ortaklı şirketler, dinî hayatla iktisadî hayat arasında olumlu bir bağ kurulmasında önemli rol oynayabilir.
7. Çok ortaklı şirketler, İslam’ın özünde mevcut olmamakla beraber, Anadolu’da çeşitli tarihî sebeplerle yaygınlık kazanmış olan girişim-karşıtı fikir ve inançların ortadan kaldırılmasına hizmet edebilir; Türklerin meşru bir rekabet hayatına alıştırılmasında anahtar rol oynayabilir.

Tamahkârla Sahtekâr Çabuk Anlaşır
On yıl kadar önce Yeni Şafak’ta yazdığım bir yazıda şöyle diyordum: “Çok ortaklı şirketlerle alakalı önemli bir husus, ilk örneklerin başarılı olduğunu gören fırsatçıların piyasayı bozma girişimleridir. Hakiki çok ortaklı şirketlerle, bir tür tamahkâr-sahtekâr ortaklıklarını aynı kefeye koymamalıyız. Mark bazında akılalmaz kâr beklentisiyle Alman bankalarından faizle para alıp birilerine teslim edenler çıkıyorsa, bunları tavsif edebilecek tek kelime tamahkârlık; onlara bu vaadde bulunanların vasfı ise sahtekârlıktır. Tamahkârla sahtekâr çabuk anlaşır ve çabuk bozuşurlar!”
Aynen böyle oldu ve birkaç istisna ile, çok ortaklı şirket modeli Anadolu tabiriyle gümledi. Gümlemenin iç sebebi yönetim beceriksizliği (bazı hallerde kötü niyeti), dış sebebi ise devletin duyarsızlığı (çoğu hallerde kötü niyeti) oldu. Devletin etkin gözetim ve hatta katılımı olmadan hiçbir ekonomik girişim başarılı olamaz. Kapitalizm ikili bir süreçtir: Devlet kurma ile pazar kurma aynı resmin iki ayrı yüzüdür. Türk devleti, akıl almaz bir duyarsızlıkla, Anadolu’nun iktisadî kaderini değiştirecek bir sürece önce ilgisiz kaldı; sonra güya devletliğini hatırlayıp “olaya el koydu.” Pratikte, el koyma denen şey, dönebilecek bir çarkı büsbütün dönemez hale getirmekti. Devlet kurumları adeta “Bırakalım suç işlesinler, sonra enseleyelim!” yaklaşımıyla hareket ettiler.
Başa dönersek: Ben çok ortaklı şirket modelini hâlâ önemsiyorum. Bir toplum sadece taklitle iktisadî kurtuluş savaşını veremez. Mutlaka mevcut paradigmaya meydan okuması, derinden farklı bir anlayış geliştirmesi gerekir. Türkiye deneyimi gösterdi ki, derin devlet omuz vermeyince, derin farklı anlayış çözüm getirmiyor.


Paylaş Tavsiye Et