BAŞLIKTAKİ ‘küçük’ Amerika ifadesi okuyucuyu ister istemez gülümsetecektir. Dünya sistemimizin rakipsiz askerî gücü için böyle bir sıfat kullanmak münasebetsizlik değil mi? Değil. Büyüklük ve küçüklük göreli kavramlardır. Amerika’nın küçüklüğü, ihtirasının büyüklüğüne kıyasladır. Vietnam (diğer bir büyük askerî güç olan Rusya içinse Afganistan) serüvenleri henüz unutulmayacak kadar tazedir. Vietnam’dan püskürtülen, Afganistan’da başkent dışına çıkamayan, Irak’ta ne yapacağını bilemez duruma gelen bir güç, adeta üç kadîm kıtayı (Asya, Afrika ve evet, Avrupa!) birden denetim altına almak istiyor. Büyük Orta Doğu Fas’tan başlıyor, neredeyse Çin’e kadar uzanıyor. Büyük tutku, doğrusu!
Önümüzdeki resim şu: ABD etiketli bir sosyo-politik varlığın dominant grubu, geleceğe dönük büyük bir plan yapmaktadır. Bu plan sayesinde hem sözkonusu sosyo-politik varlığın mevcut öncü konumunu sürdüreceği, hem de insanlığın muhtemel büyük belalardan (terör, açlık, baskı vb.) kurtulacağı iddia edilmektedir. Peki, planın bu sonucu verip veremeyeceğini nereden biliyoruz? El cevap: Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır!
Sistemler Erdemle Yükselir ve Düşerler
Amerika, “kurucu babalar”dan bu yana özgürlük erdemi ile övünür. Bunda hatırı sayılır ölçüde haklı oldukları söylenebilir. Gerçekten de (ekonomik, siyasî, kültürel..) bir özgürlük endeksi hazırlanıp bütün dünyaya uygulansa, son iki yüzyıl için Amerika’nın üst sıralarda yer aldığı görülür. Şaşırtıcı olan, küresel imparatorluk peşindeki ABD’nin şimdi özgürlük paradigmasının yerine güvenlik (dolayısıyla, baskı) paradigmasını koymakta olduğudur. Ssu-ma Ch’ien (M. Ö. 145-90) gibi Çin tarihinin binlerce yıllık serüvenini incelemiş olsaydık, her sosyal sistemin bir erdeme dayalı olarak yükseldiğini, sonra aynı erdemin içinin boşalmasıyla çöktüğünü görürdük.
Çinli tarihçi her hanedanın bir erdem veya manevî nitelikle yükseldiğini söylüyordu. Xia hanedanının erdemi iyi niyet ve samimiyetti, Shang hanedanının takva, Zhou hanedanının incelik, kibarlık. Peki bu erdemlere dayanarak yükselen söz konusu hanedanlar niçin yıkıldılar? İyi niyet veya samimiyet erdemi zamanla kıroluğa, takva erdemi hurafeye, kibarlık ise kof gösterişe dönüştü. Her hanedan ciddi marifet ve erdem sahibi bir hükümdarla başlar ve berbat bir monarkla sahneden iner. Küçük çaplı değişimler her otuz yılda bir, orta çaplı değişimler yüz yılda bir, büyük çaplı değişimler ise üç yüz yılda bir gerçekleşir.
Ssu-ma Ch’ien (veya Sima Qian) tarih kuramını ABD’ye uygulamak istiyorsanız kurucu babaların erdemleriyle vurucu babaların (iki Bush) erdemlerini kıyaslayın yeter. Değişim zamanlamasına ise 20’nci yüzyıl kuramcıları Kuznetz çevrimleri, Kondratieff çevrimleri, hegemonya çevrimleri, lojistik çevrimler gibi adlar takageldiler.
Çinli tarihçiden 500 yıl kadar sonra İlahî Şehir’i kaleme alan Saint Augustine için ana erdem Tanrı sevgisiydi. Zamanın başlangıcında, aldatılmamış iki insan vardı ve bunlar değişimin, geçmiş ve geleceğin olmadığı Cennet’e konulmuşlardı. Şeytan’ın baştan çıkarmasıyla ebediliği yitirip varoluşa, değişim ve ölüme hüküm giydiler. İnsanın tarihi bu hatadan kurtulma ve hakikata erme mücadelesidir. Fakat insanın kendi başına çabası sonuçsuzdur; çünkü insan kendi başına ancak hatayı irade edebilir. Bu çaba Tanrı sevgisiyle taçlanmalıdır. Bu bakımdan, Romalıların erdemleri birer muhteşem muzırlıktan ibarettir. İnsan ya nefsinden geçerek Tanrı’ya yönelecektir, ya Tanrı’dan yüz çevirip nefsine tapacaktır. Birincilerin yurdu İlahî Şehir, ikincilerin yurdu Beşerî Şehir’dir. Beşerî Şehir’in insanlarını bencillik yönlendirir. Kabilvari kıskançlık ve ben-merkezlilik her bireyi kendi küçük tanrısı haline getirir; kendi koydukları iyi/kötü, doğru/yanlış ölçütleri ile dünyayı mezbahaya çevirirler.
Augustine’den bin yıl sonra yaşayan İbn Haldun, sosyal sistemlerin yükselişini asabiye kavramıyla açıklıyordu. Göçebelikten yerleşikliğe geçişin anahtarıydı asabiye (dayanışma). Göçebeler ayakta kalabilmek için dayanışmak zorundaydılar; fakat asabiye bir kere oluştu mu hakimiyet peşinde koşardı. Böylece mülk (ve onun kemal evresi olan devlet) oluşurdu. Fakat asabiye mülkün gerekli şartı olmakla beraber, yeterli şartı değildi. Yeterli şart hılâl idi, en geniş anlamda ahlâkî erdem. Ayrıca, sadece hükümdarın erdemli olması yetmezdi; asabiye mensuplarının tümünde bu erdemin olması gerekirdi. İnsanda hayra yöneliş olmasa, mülk ve siyaset oluşmazdı.
Sima Qian eleştirel bir vakanüvis, Augustine ilerlemeci bir azîz, İbn Haldun akılcı bir toplumbilimciydi. Her üçünün ortak kanaati, (hanedan, devlet, medeniyet.. gibi kavramlarla dile getirilen) toplumsal/tarihsel sistem yahut varlıkların erdemle yükseldiği, erdemsizlikle düştüğüydü.
Yaratıcılığını Yitirenler Baskıcı Olur
Arnold Toynbee, 20’nci yüzyılda yaşayan bir İbn Haldun. Gençliğinde birinci savaşa, olgunluk çağında ikinci savaşa tanık oldu. Tarihsel analiz için en anlamlı birimin medeniyet olduğunu, İngiltere gibi bir devletin bile tek başına bir anlam ifade etmediğini söyleyen tarihçi-sosyolog, yeni bir medeniyetin ortaya çıkması için ya fiziksel veya beşerî bir meydan-okuma (challenge) gerekir, diyordu. Bu meydan-okuma önceki medeniyetle ilişkide içkindir zaten. Bir farklılaşma ile başlar, kopuşla son bulur. Farklılaşma henüz selef medeniyetin bünyesi dahilindeyken, o medeniyetin yaratıcı gücünü yitirmeye başladığı dönemde oluşmaya başlar. Bundan önceki evre(ler)de selef medeniyet hem kendi yönetimindeki, hem sınırlarının ötesindeki toplumların kalbinde gönüllü taht kurmuştur. Kopuş başladığında, çöküşe geçen medeniyet azalan hayatiyetinin bedelini iki gruba parçalanarak öder. Bunlar, gün geçtikçe baskıcı niteliği öne çıkan fakat artık toplumlara önderlik yapamayan Dominant Azınlık ile iç ve dış Proleteryadır.
Sosyolojide sanayi işçileri için kullanılan Proleterya kavramıyla karıştırılmaması gereken bu ikinci grup, kendisinin bir ruhu olduğu ve ruhunu kurtarmak için aklını başına alması gerektiğinin bilincine vararak yeni duruma tepki verir. Dominant Azınlığın baskı iradesi Proleteryanın kopuş iradesini kamçılar; bu iki irade arasındaki çatışma selef medeniyetin can çekişmesine kadar sürüp gider. Proleterya için bir zamanlar manevî bir ev olan selef medeniyet şimdi artık bir hapishane olmuştur.
Dominant Azınlık yaratıcılığını yitirdiği için baskıcı olur. Toynbee’den altı asır önce İbn Haldun, her sosyal sistemin çöküş evresinde parlak bir ‘show’ sergilediğini, geçici bir güç gösterisi dönemi yaşadığını yazıyordu. Amerika’nın Büyük Orta Doğu projesi böyle bir showun sahnelenmesidir.
Nerenin Doğusu, Neyin Ortası, Niçin Büyük?
Bernard Lewis’ten öğrendiğimize göre, Orta Doğu teriminin mucidi ünlü jeopolitikçi Mahan’dır. İcat tarihi 1902. “Mahan’ın Orta Doğu’su, merkezi Basra Körfezi olan, Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeydi. Yakın Doğu teriminden biraz daha genç. Batı Avrupa’yı dünyanın merkezi sayan görüşün kalıntıları. Menşeleri unutulmuş, aksettirdikleri telakki dar ve metruk. Fakat her iki tabir de (bilhassa Orta Doğu) dünyaca makbul.”
Yakın Doğu terimi artık pek kullanılmıyor, Orta Doğu ise ‘büyüdü’. Büyük Orta Doğu, üç kadîm kıtanın ortası: Kuzey Afrika, ‘küçük’ Orta Doğu, Güney Asya, Orta Asya ve Kafkaslardan oluşuyor. Biraz büyükçe bir orta.
RAND Corporation’ın hazırladığı Yirmibirinci Yüzyılda Çatışma Kaynakları başlıklı çalışmanın (1998) dördüncü bölümü “Büyük Orta Doğu’da Çatışma Kaynakları” başlığını taşıyor. (Kitabın iki editöründen biri, uluslararası siyasî arabuluculuk işlevlerinden tanıdığımız Zalmay Khalilzad.) Bölüm şu cümleyle başlıyor: “Büyük Orta Doğu’nun ABD için merkezî jeostratejik öneme sahip bir bölge olduğu aşikârdır: Amerikan çıkarlarının tehlikede bulunduğu, çatışmanın yoğun ve Amerikan askerî kuvvetlerine talebin yüksek olduğu bir bölge. Dahası, bölgenin uzun vadeli gelişimi küresel refah ve istikrar üzerinde muhtemelen önemli bir etki yaratacak; küresel bir güç olarak ABD’nin bigane kalamayacağı birçok meseleye yol açacaktır.”
Hem sıklık hem de ölçek bakımından ABD’nin son 25 yıldaki askerî müdahalelerinin ağırlık merkezi Orta Doğu oldu: 1979 İran rehine kurtarma operasyonu, 1982 Lübnan konuşlanması, 1986 Libya bombalaması, 1987-88 Basra Körfez’inde tanker eskortlukları, 1991 Körfez savaşı, 1992 Somali çıkarması... 1979-94 arası on beş yıldaki 12 önemli müdahalenin yedisi Orta Doğu’ya yönelik. Peki, nedir ABD’nin bölgedeki çıkarları? RAND raporu 2025 yılına kadar uzanan bir perspektiften hareketle soruyu şöyle cevaplıyor:
• İsrail’in güvenliği ve Orta Doğu barış sürecinin tamamlanması.
• Petrole ulaşım.
• Hasım bir bölgesel hegemonun ortaya çıkmasını engellemek.
• Kitle imha silahlarının yaygınlaşmasını önlemek.
• Siyasi ve ekonomik reformları ve onlar sayesinde bölge istikrarını teşvik.
• Terörizmi denetim altında tutmak.
“Bu çıkarların bir kısmı bölgeye özgü olsa da, çoğunluğu istikrar, imha silahlarının yayılmaması, enerji güvenliği ve evrimsele karşı devrimci değişim gibi daha geniş, sistemik çıkarlarla irtibatlıdır.” Türkçesi, ABD hem bölgesel hem de küresel hegemonların ortaya çıkmaması için, bu bölgeyi etkin askerî denetim altına almak istiyor. Başka bir RAND raporundan öğrendiğimize göre de, bu sürecin “pivot” ülkesi Türkiye’dir.
Belirsizlik Çağının Pivot Devleti
Söz konusu rapor 2003 tarihli ve Bir Belirsizlik Çağında Türk Dış Politikası başlığını taşıyor. Giriş bölümünün başlığı ise “Geçiş Halindeki Türk Dış Politikası”. Kasvetli bir cümleyle başlıyor: “Türkiye içeriden ve dışarıdan problemli bir çevreyle yüz yüzedir.” İçerideki (raporun yayımlanışını müteakip hissedilir ölçüde atlatılmış bulunan) ekonomik kriz ve siyasî istikrarsızlık malum. Dış problemler nelerdir peki? “Soğuk Savaş sırasında Türkiye, Batı savunma sisteminin anahtarıydı. Sovyet nüfuzunun Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’ya doğru yayılmasına karşı duran bir bulvardı Ankara. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’de ve Batı’daki birçok kimse Türkiye’nin bölgesel bir oyuncu ve bir Batı müttefiki olarak rolünün azaldığını varsaydı. Aksine, Türkiye’nin stratejik önemi azalmadı, arttı.” Buradaki tek problem, Türkiye’nin stratejik manevra kabiliyetinin artmış olmasıdır!
Ankara’nın artık bağımsız ve iddiacı bir konuma yükseldiğine işaret eden uzmanlarımız, Türkiye’nin ne yönde evrileceğinin hem ABD, hem Avrupa için önemli olduğunu belirtiyor ve birçok bakımdan pivot devlet olduğunu söylüyorlar. Pivot devlet olmanın başlıca gerekleri nüfus, coğrafî konum, ekonomik ve askerî potansiyeldir. Bu niteliklere sahip bir devlet ayrıca bölgesel ve uluslararası istikrarı etkileyebilme kapasitesine sahipse, pivot sayılır. Türkiye, tıpkı Meksika, Brezilya, Cezayir, Mısır, Hindistan ve Endonezya gibi, birçok alanın istikrar veya istikrarsızlığına katkıda bulunabilecek bir ülkedir. Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Doğu ve Avrupa’da Türkiye’siz istikrar olamaz. “ABD bütün bu alanlarda yetenekli bir oyuncu olarak Türkiye’yi anahtar bir stratejik müttefik olarak görmek istiyor. Fakat Türk-ABD perspektifleri, bilhassa Körfez’le bağlantılı olarak, birçok hususta ayrılıyor. ABD’nin Irak politikası konusunda Türkiye’nin ciddi rezervleri var. Ankara ayrıca Washington’ın İran’ı tecrit etme görüşünü paylaşmıyor. İran Türkiye’nin önemli bir ticaret partneri ve doğal gaz kaynağıdır.”
Uzmanlarımıza göre Türkiye-AB, ABD-AB, ABD-Rusya ve Türkiye-Rusya ilişkileri “Türkiye’nin Batı çıkarları ve stratejileri içinde nereye oturduğunu” gösterecektir. Tabiatıyla, benzer bir raporu biz hazırlamış olsaydık, bütün bu ilişkiler çerçevesinde Amerikan inisiyatiflerinin Türkiye’nin çıkar ve stratejileri bakımından nereye oturduğunu soracaktık. Tıpkı Avrupalıların ve Rusların giderek yüksek sesle sormaya başladıkları gibi.
Hakikat şu ki, bu güçlerin hiçbiri ne bugün, ne de yakın bir gelecekte ABD ile açık bir sürtüşmeyi arzu etmez. Dominant Azınlık, tarihin en büyük askerî mekanizmasına hükmetmektedir. AB, Rusya ve Çin bir araya geldiklerinde bile askerî bir çatışmayı göze alamazlar. ABD’nin 6 bini içeride, 702 tanesi de 130 ülkede olmak üzere 6700 askerî üssü vardır. (Bunlar resmî rakamlardır ve muhtemelen açıklanmamış üsler de mevcuttur!)
Dominant Azınlığın hedefi, İslam dünyasını kendi saflarına çekmek, fakat bunu minimum maliyetle gerçekleştirmektir. Büyük Orta Doğu, Afro-Avrasya’nın kalbidir ve büyük ölçüde Müslümanlardan oluşmaktadır. Soğuk Savaş’tan sonra Alman-Fransız ekseni Avrupa’nın doğusunu kendine çekmiş, Urallar’a dayanmıştı. Büyük Orta Doğu aynı zamanda Avrupa genişlemesini durduracak bir atılımdır.
Ivan Bloch’u Hatırlayan Var mı?
Kıssadan hisse almamak, daha beteri, yanlış hisseler çıkarmak insanoğlunun bildik yanılgılarındandır. Her medeniyet “şimdiki şeylerin gelecek zamanını” kendi tahayyülü çerçevesinde hisseder; büyük tarihçiler de bu tahayyülü yansıtırlar. Ssu-ma Ch’ien için çevrimsel yükseliş ve düşüşlerden oluşan tarih, Saint Augustine için ebediyete zorunlu olarak akan (ve Tanrı fikrini değiştirse bile bundan etkilenmeyen!) doğrusal bir akıştı. İbn Haldun, Allah’a inanan bir topluluğun asabiyesinin yüksek olacağını, fakat (peygamberleri göndermek dışında) Allah’ın tarihe müdahale etmediğini düşünüyordu. Hepsi için ortak payda, nizam-ı alemin erdemle gerçekleşebildiğiydi.
18’inci yüzyıl Avrupa düşünürleri, insanlığı erdemsizlik vizyonuyla “aydınlattılar”. Mandeville, “bizi toplumsal yaratıklar haline getiren, güvenlik ve refahımızı temin eden erdemimiz değil, şerrimizdir” diyordu. Üstada göre, şer (kötülük) ne kadar kaçınılmaz ise, erdem de o kadar gayrı muhtemeldir. Vico’ya göre her insan teki kendi çıkarı peşinde vahşi hayvanlar gibi koşarken, içkin Uluhiyet bu arayıştan insan toplumunu oluşturan medenî kurumları ortaya çıkarır. Vico’nun içkin ilahı, ahlâk hocası Adam Smith’te “görünmeyen el”e dönüştü. Erdemi önemseyen fakat toplumun oluşumunda konu dışı bırakan Ulusların Zenginliği yazarına göre, “öz-çıkar kuralı siyasî erdemi hem imkânsız hem gereksiz kılmaktadır.”
19’uncu yüzyıl başdöndürücü iyimserlik yüzyılı. Guizo medeniyet kelimesinin içerdiği ilk gerçeğin ilerleme gerçeği olduğunu, toplumun geçmişte olduğu gibi sadece yerini değil, durumunu değiştirmekte olduğunu yazıyordu. Macaulay, henüz keşfedilmemiş ilkelerle yapılacak makinelerin bütün evleri dolduracağını söylüyor; Buckle, Avrupalıların doğanın enerjisini ehlileştirdiğini, kendi iradelerine bağladıklarını, dolayısıyla dünyanın geleceğinin “Viktorya İngiltere’sinin daha büyük, daha iyi ve insancıl bir örneği olacağını” öngörüyordu. Avrupa ulemasının kahhar ekseriyeti, hayır, Ivan Bloch dışında hepsi insanın tabiat üzerindeki egemenliğinin daha büyük özgürlük ve güvenliğe yol açacağını, ölümcül savaşların (hatta bütün savaşların) ortadan kalkacağını düşünüyordu.
Bloch Rus tebaalı bir Polonya yahudisiydi. 1898 yılında yayımlanan altı ciltlik La Guerre Future (Geleceğin Savaşı) adlı eserinde teknolojinin savaşın ölçeğini olumsuz yönde etkilediğini, devasa orduların muazzam ateş gücünün sayısız insanın ölümüne yol açarak savaşları sonuçsuz bırakacağını; yenenin de, yenilenin de ilk düşüncesinin bir sonraki savaş olacağını yazıyordu. Avrupa devletlerinin sanayileri ve orduları akıl almaz ilerlemeler kaydederken, 1914’e kadar hiçbir Avrupalı aydın Bloch’un basiretini gösteremiyordu. Spengler büyük eserini ancak savaş esnasında yazmaya başladı. Batı’nın Çöküşü yazarına göre 19’uncu yüzyıl Faustiyen adam için kışın başlangıcıydı. 20’nci yüzyılın savaşları ise nihaî çözülüşü getirecekti.
Batı sosyal bilimi 20’nci yüzyıl sonlarına kadar kendi medeniyet tarihçilerini kaale almadı. Yüzyıl sonlarında Huntington ve benzerlerinin medeniyet kelimesini kullanmaları da oportünistçeydi. Açıklamıyor, sadece hedef gösteriyor ve gözdağı veriyorlardı. Oysa insanlık yüzyıl öncesine kıyasla çok daha vahim bir yıkım tehlikesiyle yüz yüzedir. Dindar Toynbee Tanrı’nın tarihte tecelli ettiğini ve insan hayatının amacının Tanrı ile tam birlik olduğunu söylüyordu. Fakat geçmiş tecrübelere baktığında, en muhtemel gelişmenin “diktatöryel bir dünya devletinin kurulması” olduğunu belirtmekten de kendini alamıyordu.
Zor yoluyla ‘Büyük Orta Doğu’ya hükmetme arayışı Toynbee’nin kehanetini doğruluyor gibidir. Türkiye’nin bu mücadelede alacağı duruş sadece bizi değil, bütün insanlığı ilgilendiriyor.
Paylaş
Tavsiye Et