Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2008) > Yüzleşiyorum > Dindar kalarak modernleşmek
Yüzleşiyorum
Dindar kalarak modernleşmek
Mustafa Özel
MUHAFAZAKAR sayılabilecek bir sivil toplum kuruluşunun toplantısındayız. “Muhafazakâr Demokrat” iktidara iyi gözle bakan, hükümeti hem demokrasi karşıtlarına, hem “din düşmanlarına” karşı kollayan bir “gönüllü kültür teşkilatı”. Başörtüsü, imam-hatip ve katsayı zulmü gibi hususlarda hükümetin pasif davrandığı dile getirildiğinde ortam gerildi. Bir kısım üyeler, “Evet, hükümeti haksız güç odaklarına karşı destekleyelim; ama bunu karşılıksız yapmayalım” dediler. “Hükümet bizi çantada keklik gördükçe, sorunların üstüne bir örtü örtüyor; böylece başörtü dahil hiçbir sorunu çözemiyoruz. Ekonomi iyiye gidiyor diyorlar, esnafın ağzını bıçak açmıyor. Büyüme yüzde 10 diyorlar, işsizlik had safhada. Bu nasıl ‘muhafazakâr’ iktidar? Bunlar neyi muhafaza ediyorlar, Allah aşkına?”
Bu sorulara, mevcut iktidarı savunmak veya köşeye sıkıştırmak adına muhtelif cevaplar verilebilir. Fakat meselenin biri ‘yapısal’ diğeri ‘iradî’ olmak üzere en az iki boyutu vardır. Bunlardan birine mahpus değerlendirmeler bizi yarı yolda bırakır. Yapısal boyut şudur: Bütün dünyada, kârlılık üretimden finansa ve küçük sermayeden büyük sermayeye kayıyor. Dolayısıyla, makro düzlemdeki olumlu gelişmeler öncelikle bankalara, diğer finans kuruluşlarına ve büyük ölçekli sanayi/ticaret şirketlerine yarıyor. Ülke için olumlu sayılabilecek gelişmeler, küçük ölçekli işletmeler ve esnaf için iyi olmayabiliyor. Ayrıca, kârlılığın önemli bir kaynağı otomasyon olduğundan, yatırımların artıp ekonominin büyümesi istihdam artışına, dolayısıyla da işsizliğin azalmasına yol açmıyor. Siirt’te konfeksiyon atölyesi açmak, ekonomik rantabilitesi olmadığından, sadece Başbakana yaranmakla açıklanabilir. Ülke çok işçili yatırımlara değil, az işçili çok sayıda yatırıma muhtaç!
İradî boyut tam da bu noktada devreye giriyor. Eğer her şeyi yapısal nedenlere bağlarsak, çaresizliğimizi ilan eder, aradan sıyrılmış oluruz. Fakat tarih, sistemler kadar, onları yönlendiren iradelerin de eseridir. Sistemle hür irade boyuna etkileşir. Ve bilhassa sistemin tökezlediği uğraklarda, hür iradenin önü açılır. Bugün böyle bir evreden geçiyoruz ve irademizi ortaya koymalıyız. Muhafazakâr siyaset; yapıya mahkumiyeti azaltıp, iradenin önünü açabildiği ölçüde sistemin olumlu dönüşümüne katkıda bulunacaktır. Tersini yapıp, “Yapı böyle, ne yapalım kardeşim!” derse, hür iradenin önündeki en büyük engel haline gelecektir.
 
Türkiye’de Muhafazakâr Olmak
Aslında bizde muhafazakârlık diye bir kavram yok. Muhafaza işi var, muhafazaya gayret etme var; ama buna ‘conservatism’ adını vermemişiz. Bizzat Müslüman olmakta o muhafazakârlığı içkin kabul etmişiz. Muhafazakârlık Avrupa’da 19. yüzyılda belirginleşen bir siyasî ideoloji, bir siyasî program. Amacı, kapitalistleşme yolundaki bir ekonomiyle uyumlu hareket eden, fazla gürültü çıkarmayan (devrim yapmaya kalkışmayan) bir toplum meydana getirmek. Düşünün; başta işçi sınıfı olmak üzere, değişik toplum kesimleri ortaya çıkmış. Bunlar “hak, hukuk, demokrasi, sosyalizm” gibi birtakım taleplerle sokakları arşınlıyor. Bu taleplerin hepsi gerçekleşse devrim olacak. Hiçbirini gerçekleştirmeyelim; kral, kilise, her şey yerinde dursun derseniz, bu mümkün değil. Batı’da muhafazakârlık aslında değişim yanlılığıdır; ama sınırlı değişim. Mümkün olduğu kadar kürekleri aheste çekme rejimi.
Bizde muhafazakârlık farklı bir anlama geliyor. Avrupa’daki ekonomik (İngiliz) ve siyasî (Fransız) devrimlere kendini uydurabilmek için Osmanlı bürokrasisi ve Osmanlı sonrasında Cumhuriyet’in bürokrat ve aydınları dini paranteze alan bir siyasî strateji geliştirdiler. Muhafazakârlık, bu stratejiye karşı çıkma değil; onu uygularken İslamî bir özü koruma gayretidir. Yani bir yandan ekonomik değişim, diğer yandan siyasî değişim olacak; hem kapitalist bir ekonomimiz, hem de Avrupaî tarzda bir millî devletimiz olacak. Fakat bunların ikisinin de dinî bakımdan bozucu etkileri vardır. Millî devlet, tamamen farklı ‘ontolojik’ ilkelere dayanıyor. Kapitalizm de çok farklı bir ahlâkî davranış gerektiriyor. Bu iki değişime Müslüman kalarak ‘ne kadar’ intibak edebiliriz? Veya ne kadar ‘Müslüman kalarak’ intibak edebiliriz? Türk muhafazakârlığı hem entelektüel, hem halk düzeyinde bu soruların cevaplarını arıyor.
 
İnsan, Dinsel Hayvandır!
Batı felsefe geleneğinde, insanı hayvana atıfla tanımlamak temel bir alışkanlıktır. İnsan düşünen hayvandır, politik hayvandır, söz veren hayvandır, vesaire. Muhafazakârlık ideolojisi, insanı dinsel hayvan olarak tanımlar. Huntington, Edmund Burke’ün amentüsünü bu önermeyle başlatır:
1.         İnsan esasta dinsel bir hayvandır ve din, medenî (sivil) toplumun temelidir. Mevcut meşru toplum düzeni adeta ilahî bir onaydan geçmiştir.
2.         Toplum, ağır tarihsel gelişmenin doğal ve organik ürünüdür. Mevcut kurumlar önceki nesillerin bilgeliğini somutlaştırır. Hak, zamanın bir fonksiyonudur.
3.         İnsanoğlu, aklın olduğu kadar, içgüdü ve duygunun da esiridir. Basiret, önyargı, tecrübe ve itiyat (alışkanlık); akıl, mantık, soyutlama ve metafizikten daha iyi kılavuzlardır.
4.         Topluluk, bireyden üstündür. İnsanların hakları, görevlerinden doğar. Kötülüğün kökü herhangi bir sosyal kurumda değil, insan tabiatındadır.
5.         Nihaî bir ahlakî anlam dışında, insanlar eşit değildir. Sosyal örgütlenme karmaşıktır ve her zaman birtakım sınıf, tabaka ve grupları içerir. Farklılaşma, hiyerarşi ve önderlik bütün medenî toplumların kaçınılmaz nitelikleridir.
6.         Mevcut yönetim şeması, denenmemiş projelerden iyidir. İnsanoğlunun beklentileri yüksek, vizyonu sınırlıdır. Mevcut kötülükleri ortadan kaldırma çabaları genellikle daha büyük kötülüklere yol açar.
Batı dünyasında muhafazakâr düşüncenin piri sayılan Edmund Burke’ü bu düşüncelere sevk eden, Fransız Devrimi’nin yol açtığı çalkantıydı. Devrimin, toplum düzeninden önce dile ve dil üzerinden gerçekliğe müdahale olduğunu derinden kavramış olan büyük düşünür, ideolojik savaşın askerî savaşın uzantısı olduğunu düşünüyordu. Dil ile ideoloji birbirinin içine geçmişti ve dile hükmeden sadece savaşın şartlarını belirlemekle kalmıyor, bizzat gerçekliğin (realitenin) şartlarını belirliyordu. Kelimelerin kayıp anlamlarını yeniden ele geçirmedikçe, devrimcilerle mücadele sonuç vermezdi.
Burke haksız değildi. Fransız devrimciler, geçmişe dair mitler yaratmış, gerçekliği tahrif etmişlerdi. Anlatılarına göre, zalim krallar, gaddar beyler, ikiyüzlü din adamları halkı cehalete mahkum edip sömürmek üzere ittifak kurmuşlardı. Yüzyıllar süren bu ‘karanlık’ çağların sona erdirilmesi için, ‘aydınlık’ güçler de ittifak etmeli ve egemenlerin yüzlerindeki maskeler sökülüp atılmalıydı. Türk devrimciler, Fransızların geç kalmış kopyalarıydı. Onlar da yüzlerce yıllık ‘başarılı’ bir geçmişin üzerine sünger çekiyor, ona topyekûn ‘karanlık’ damgasını basıyorlardı. Türk muhafazakârlığı, bu kadirbilmezliğe tepkiydi. Tarih ve ananelerimize bağlı kalarak modernleşemez miydik?
 
Türk Muhafazakârlığına Çin Dersi
Türkiye’de muhafazakârlığı “dindar kalarak modernleşmek” diye tanımlarsak, kapitalist ekonomiye adaptasyon sorununu şu üç önerme etrafında irdeleyebiliriz:
1.         Ekonomik tarihin motor gücü, teknolojik yaratıcılıktır.
2.         Teknolojik yaratıcılık bireysel değil, toplumsal bir niteliktir.
3.         Hiçbir toplum bu niteliği ilelebet devam ettiremez. Bayrak, dünya coğrafyasında el değiştiredurur. Çalışıp çabalarsak, sıra er veya geç bize de gelir!
İdealizm bir yana, gerçekçi bir tasavvur mudur bu? Günümüzün önemli iktisat tarihçilerinden Joel Mokyr, teknolojik yaratıcılığın başlıca dört kaynağı olduğunu söylüyor:
1.         Yatırımlar (sermaye stokunu arttırmak).
2.         Ticari genişleme (hedef pazarı büyütmek, mübadele ağını geniş atmak).
3.         Ölçek (ekonomik işletmelerin boyutlarını büyütmek suretiyle maliyetleri düşürmek, böylece teknolojik yaratıcılık sürecini kolaylaştırmak, hızlandırmak ve riskini azaltmak.)
4.         Bilgi stokunu arttırmak.
Hiçbir bölgenin dünya tarihi içindeki yükseliş ve düşüşünü bir iki faktörle açıklamak mümkün değildir. Yine de, Mokyr’in yukarıda işaret ettiği hususların çok önemli olduğu su götürmez. Yaşayan en büyük dünya tarihçisi kabul edilen William H. McNeill ise insanlık tarihinin son bin yılını iki eşit parçaya ayırıyor. Birinci 500 yıl (1000-1500), dünya ekonomisinde Uzak Doğu (Far East) egemenliği dönemidir. Daha kesin anlamda, Çin egemenliği. İkinci 500 yıl ise, Uzak Batı (Far West) egemenliği; yani Avrupa ve uzantılarının dünya hakimiyeti.
Vasco da Gama, üç parça gemiden oluşan donanmasıyla 1498 yılında Ümit Burnu’nu dolaşıp Doğu Afrika kıyılarına ulaştığında, Afrikalıların Portekiz gemilerinden pek etkilenmedikleri rivayet edilir. Çünkü yaşlı dedeleri kendilerine yıllar önce ipek giysili beyaz ‘hayaletlerin’ çok daha muhteşem gemilerle bu kıyıları ziyaret ettiğini anlatıp durmuşlardı.
Dedeler doğru söylüyordu. Büyük amiral Çeng Ho komutasındaki muazzam Çin donanması, tam 80 yıl önce (1418) Doğu Afrika kıyılarına ayak basmış ve 1433’e değin peş peşe tam 7 destansı sefer düzenlemişti. Ortalama 80–100 feet uzunluğundaki Portekiz gemilerine karşılık, Çin gemilerinin uzunluğu 400 feet’i buluyordu. Afrika’ya bol miktarda ipekli kumaş, porselen, işlenmiş ağaç eşya ve sanat eseri eşya getiren Çinliler; karşılığında fildişi, nadir tahtalar, ilaç, mücevher ve kıymetli taşlar alıp dönüyorlardı. Müslüman bir Türk veya Moğol devşirme olan amiralin donanmasında, büyük savaş gemilerinin yanı sıra 100 kargo gemisi vardı. Tam 28.000 tayfa ve asker barındıran donanmanın boyutları ancak Birinci Dünya Savaşı’nda aşılabilmişti!
Çin’de 14. yüzyıl ortalarından beri iktidarda olan Ming hanedanı, 1433’te donanmayı Hind Okyanusu ve diğer denizlerden geri çekti. Çıkarılan bir yasaya göre, artık belirli bir büyüklüğün üzerinde gemi yapılması yasaktı. Tamamen iç siyasî nedenlerle verilen bu karar, ana hatlarıyla 19. yüzyıl ortalarına kadar devam etti. Bir bölgenin düşüşünü az faktörle izah etmenin zorluğuna rağmen, diyebiliriz ki, ölçeği küçülten Çin, çaptan düştü. Denizlerden uzaklaştıkça da, göreli üstünlüğünü kaybetti.
Türk muhafazakârlığı bugün “iç siyasî nedenlerle verilen kararların” ve yükseltilen yasak duvarlarının çaptan düşürdüğü Türkiye’yi yeniden merkezî bir konuma taşıyacaksa, öncelikle bu karar mekanizmasına hükmetmenin yollarını bulmalı ve halktan aldığı destekle güç odaklarının üzerine gitmekten çekinmemelidir. Mütereddit bir tavır sadece iktidar kaybına değil, Türkiye’nin küresel anaforda topyekûn kaybına mal olacaktır.
 
Yeni-muhafazakârlık Neyin İlacı?
Muhafazakârlık sadece Türkiye’de değil, ABD dahil birçok ülkede “çaptan düşmenin çaresi” olarak sahneye çıkmış gözüküyor. ABD’de neo-conlar, yitik hegemonyayı bir imparatorluğa dönüştürme hülyasıyla iktidardalar. Rusya’da Putin’in kişiliğinde tecessüm eden muhafazakârlık, glasnost ve perestroykanın çaptan düşürdüğü ülkeyi yeniden Avrasya’nın merkezî güçlerinden biri yapmaya çabalıyor. Çin’de muhafazakâr toplumculuk, harıl harıl yeni bir kapitalizm geliştirmekle meşgul. Bunu başarırlarsa, yeniden Orta Krallık olabileceklerini düşlüyor olmalılar. Kapitalizm onlar için güç demek, servet demek, yüksek teknoloji demek. İran’da muhafazakârlık, Ahmedi Necad’ın kişiliğinde Batı’ya yeni bir meydan-okumayı gündeme getirebilir. Eski Tahran belediye başkanı ile benzer kadere sahip gözüken Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde ise Türk muhafazakârlığı, bir yanda AB ile ABD, diğer yanda Batı ile Doğu arasında nasıl bir rota tutturması gerektiğini belirlemeye çalışıyor. Tedirgin, kuşkulu, mütereddit bir çaba.
Yeni bir ‘dil’ geliştirerek tarihsel gerçekliğe müdahale eden Cumhuriyet devrimcileri, bugün “gerici” anlamında muhafazakâr olmuşken, muhafazakâr etiketli siyasî iktidar “devrimcilik” oynamaya çalışıyor. Oyun kelimesini gelişigüzel kullanmıyorum; gerçek bir oyun karşısındayız. İçerideki konum ve rolleri aşağı yukarı anlaşılır olan aktörler, küresel sistem içindeki konumlarını netleştirdikçe, bizler de halk olarak kimin yanında ve kimlerin karşısında yer tuttuğumuzu daha iyi anlar olacağız.
Muhafazakâr iktidarın (Mİ) kimin derdine çare olduğu ve Türkiye’yi tarihî rolüne yaklaştırıp yaklaştırmadığını, Joel Mokyr’in yukarıda işaret ettiği kıstaslar ışığında kısmen öngörebiliriz:
1.         Mİ, ülkenin sermaye stokunun artmasına katkıda bulunuyor mu? Bunu hangi sosyal maliyetle yapıyor?
2.         Mİ, Türkiye’nin ticaret ağını genişletiyor mu? Bilhassa komşu ülkelerle ticareti teşvik ederek, büyük ve serbest bir pazarın oluşumuna katkıda bulunuyor mu?
3.         Mİ’nin makro ekonomi politikaları, şirketlerin ölçek sorunlarını gidermelerine yardımcı oluyor mu? 
4.         Mİ’nin eğitim ve araştırma politikaları, ülkenin bilgi stokunu arttırıyor mu? Ülkenin bir bilgi siyaseti var mı?
(Sahne gerisinden YÖK, YÖK sesleri…)

Paylaş Tavsiye Et