AYAK bastığım ilk yabancı ülke Bebek’tir. 1974 Eylül’ünün ortalarıydı ve ben on sekiz yaşında bir Ağrı Lisesi mezunuydum. Ömrümün şüphesiz en uzun yaşanan altı yılını kapsayan Boğaziçi serüveninde üç tür yolcuyla karşılaştım: Toplumcu yanımı seven, dindarlığıma hayıflanan Sosyalistler. Hürendiş yanımı seven, dindarlığıma katlanan Liberaller. İnancımı paylaşan, toplumcu ve liberal yanlarımdan kuşkulanan Dindarlar. Kırk sekiz yaşında, mümkün bir küresel düzen ontolojisine kafa yorduğum bugün, aralarında ve bir ölçüde sayelerinde rüşdüme erdiğim bu (tür) insanlarla yüzleşerek yönümü doğrultabilirim.
Sosyalistler (Rusçu, Çinci, Türkiyeci kalıplar içinde, onlarca gruba ayrılıyorlardı) toplumcu yanımı seviyor, dindarlığımı ‘feodal’ bir ortamda büyümüş olmamın kaçınılmaz sonucu sayıyorlardı. Bu engeli aştığım ölçüde aydınlanacaktım! Toplumcu olmak, evvel emirde ateist/materyalist olmakla mümkündü. Okudukça ve kemale ermiş toplumcularla beraber Pozitivizm tapınağına su taşıdıkça bu gerçeği kavrayacaktım!
Geriye doğru baktığımda, toplumculuğumun başlıca iki kaynağını tespit edebiliyorum: Ağrı’daki toplumsal dayanışma ve Kemal Tahir, Attila İlhan gibi, ateizme pek vurgu yapmadan toplumculuğunu öne çıkaran ‘yerli’ yazarlar. Acaba yanılsama içinde miyim: Ağrı’da ‘evsiz’ bir aile yoktu. Kiracı yoktu. (Evlenmek zaten ev sahibi olmak değil miydi?) Lise yurdundaki yatılı öğrencilerin çamaşırlarını, mahalle ortasındaki çeşme başında, onların üşüyen ellerine bakıp yüreği dayanmayan teyzeler yıkardı. (Ağrı’da üç mevsim vardı: Sonbahar, Kış, Karakış.) Harmanlar beraber kaldırılır, değirmenlerde beraber buğday öğütülürdü. Kapitalizmin sınırlı ölçüde nüfuz edebildiği bir çevrede yaşıyorduk. Öyle anlaşılıyor ki, beni feodalizme maruz olduğu için dindar sayanlar, kapitalizme maruz kaldıkları için pozitivist oluvermiş kimselerdi. Toplumculuk benim için öncelikle bir ‘bilimsel bilgi’ meselesi değil, toplumsal deneyim ve ahlâk meselesiydi. Toplumun görece zayıf üyeleri (kapitalist sistemde büyük çoğunluğu), birkaç güçlü bireyin insafına terk edilemezdi.
Liberallerle uyuşma noktamız aynı zamanda ayrılığa düştüğümüz noktaydı. Dine saygıyla yaklaşıyor, fakat dinin toplumsal düzene, özellikle ekonomik ve siyasî hayata asla karışmaması gerektiğini vurguluyorlardı. Bense şöyle düşünüyordum: Din adına birileri (bir topluluk veya kurum) ekonomi veya siyasete karışma hakkına sahip olmayabilirdi, fakat ekonomik ve siyasî elitlerin topluma hükmetmesine şapka çıkarılamazdı. Öylesine örgütlenmeliydik ki, hükümetin ve piyasaların işleyişi toplumsal hayatı kolaylaştıran, rahatlatan ve renklendiren bir tarza bürünmeliydi. Esas olan piyasa ve hükümet değil, bizzat toplumdu. Din ve gelenekler, bu bağlamda, toplumu güçlü bireylerin iktidar hırslarına karşı koruyabilecek zırhlardı.
Dindar arkadaşlarım, ateist/materyalist görüntüsünden ötürü toplumculuğa (Batı Sosyalizmine) cephe alan ortamlarda yetiştiklerinden, bir kısmı da piyasayı sadece kapitalizme (Batı Emperyalizmine) özgü bir mekanizma saydığından, toplumcu ve liberal yanlarımdan huylanıyorlardı. Kuşkuları dağıtan, Ahmet Davutoğlu’nun derin analizleri oldu. İslamiyetin yayılış serüveni içinde nasıl Yunan felsefî geleneği, İran idarî geleneği, Roma hukuk geleneği ile yüzleşilmişse, Müslümanların bu çağda da toplumcu veya liberal etiketler altında ortaya çıkan bütün düşünce gelenekleriyle hesaplaşmalarının kaçınılmaz olduğunu söylüyordu. Fikirlerinin ilk meyvesi, hâlâ Türkçe çevirisini beklediğimiz Alternatif Paradigmalar oldu. Stratejik Derinlik onu Türk dış siyasetinin zirvesine taşıdı. Yolunu gözlediğimiz Tarihî Derinlik ise müstakbel küresel düzendeki bilinç haritamız olacak.
Eko-politik Ontolojinin Kıskacında
Aydınlatıcı, açıklayıcı, yol gösterici toplumsal analizde temel mesele ‘analiz birimi’ni doğru seçmektir. Medyatik kafa diye nitelendirdiğim, zaman perspektifi günlerle ölçülen basın-yayın hukeması için analiz birimi devletlerdir. Eko-politik ontolojileri çerçevesinde, devlet ile ulus aynı şeydir. Uluslararası ilişkiler denildiği zaman, kastettikleri şey devletler arası ilişkilerdir. Medyatik kafa bugüncüdür, güneş hep tepede kalacak zanneder. Onun içindir ki, akşamın alacakaranlığından olağanüstü ürker. Oysa akşam olacak ve yarın yeni bir gün doğacaktır.
Dünya sistemimiz temel/yapısal nitelikte bir değişim geçiriyor. Buraya nasıl geldiğimize ve muhtemelen nereye/nerelere doğru seyrettiğimize dair güvenilir tarihsel bilgiye sahip olmadan, sistemin (kendimizin) geleceği üzerinde etkili olamayız. Yaşadığımız gerçekliği oluşturan deneyim ve anlayışları yeni baştan tanımlamak, ontolojik konumumuzu gözden geçirmek zorundayız. Ontoloji evrene, kozmik düzene dair ortak anlayış, ortak zaman ve mekân bilincidir. Toplumsal kuvvetlerle tabiat arasındaki etkileşimden, ekonomi politik, kültür ve medeniyete kadar birçok husus ontolojik duruşumuzla irtibatlıdır. Ümit ve kuşkularımız, korku ve beklentilerimiz, ihtimal ve imkânlarımız da.
Dünyamız 20’nci yüzyıla yirmi dolayında devletle girmişti; 21’inci yüzyıla iki yüz devletle girdik. Böyle devam ederse 22’nci yüzyıla iki bin, belki yirmi bin devletle girilecek. Yahut yirmi ve belki iki devletli bir dünyaya doğacak torunlarımız. Tek devletli, tam anlamıyla küresel bir dünya hayal etmek de mümkün. Devletliği oluşturan şartları adam akıllı tahlil edebilirsek, bunların hangisinin daha muhtemel olduğunu kavrar, adımlarımızı ona göre daha bilinçli atarız.
Soğuk Savaş, iki dev(let)in ideolojik karşıtlık görüntüsü altındaki derin çıkar birliğine dayanıyordu. Devlerden birinin düşüşü, bildiğimiz dünyanın temel örgütleyici gerilimini ve bu gerilimin dünyaya verdiği anlamı yok etti. Diğer dev ayakta kalabilmek için gerilimi başka bir alana taşımak zorundaydı. Böylece toplumsal analiz için, Beyaz Adamın “medenileştirme misyonu”nu keşfettiği 19’uncu yüzyıldan bu yana sosyal bilimlerde marjinal bir hayat yaşayan bir kavram tezgâha sürüldü: Medeniyet. Bundan sonraki gerilim, medeniyetlerarası bir gerilim olacaktı. Soğuk Savaş’ın eko-politik ontolojisi yerini salt politik bir ontolojiye bırakıyor; hegemonya gerçekliğinin yerini ise imparatorluk projesi alıyordu.
Medeniyetler Jeopolitik Varlıklar mıdır?
Huntington’ın büyük marifeti, medeniyeti uluslararası ilişkiler söylemine bir çatışma kaynağı olarak sokmaktı. Fukuyama’nın çocukça kibrini yansıtan tek medeniyet anlayışını terk ediyor, medeniyetlerden söz ediyor, fakat bunları tıpkı devletler gibi teritoryal temelli, jeopolitik entiteler gibi görüyordu. Devletlerarası sistemin yerini bir anlamda medeniyetlerarası sistem alıyor, medeniyetlerarası çatışma yüzünden de siyasî-askerî öncelikler ekonomik öncelikleri geride bırakıyordu. Küreselleşme gölgede kalıyor gibi olsa da, aslında küreselleşen piyasaların ortaya çıkardığı toplumsal kutuplaşma ve kaosun üstüne bir örtü örtülüyordu.
Huntington, Fukuyama’ya nispetle daha az felsefî, ama sosyolojik bakımdan daha nesnel gözükse de (çünkü bir tek medeniyetten değil, medeniyetlerden söz ediyordu!), hem Spengler veya Toynbee gibi tarihçilerin derinliğinden yoksundu; hem de yazdıkları sonuçta bir ‘tezgâh’a baliğ oluyordu: Dünyada kötülüklerin (terör ve şiddetin) kaynağı olan medeniyetler vardı ve bunlardan ikisi arasındaki ittifak, iyiliklerin kaynağı olan Batı medeniyeti için büyük bir tehdit olacaktı. Bu iki medeniyet hem teritoryal, hem jeopolitik iki büyük varlıktı: İslamî ve Konfüçyen medeniyetler. Dolayısıyla, Huntington aslında Fukuyama ile başlatılan, Baba Bush’un Yeni Dünya Düzeni sloganı ile politik ifadesini bulan emperyal projenin ikinci ayağıydı. Batı medeniyeti sadece en mükemmel medeniyet değil, adeta ölümsüz olan medeniyetti.
Spengler ve diğerleri bu kültürel kibirden uzaktılar. Batı’nın Çöküşü yazarına göre, her medeniyet özgün bir ruhun ifadesiydi. Her biri diğerlerinden tamamen bağımsız gelişiyordu. Ortak tarafları üçlü bir çevrimden geçiyor olmalarıydı: Doğuş, olgunlaşma ve çöküş. Birinci Dünya Savaşı’nın eşiğindeki Avrupalı ‘medeniyetdaşlarına’ son uğrakta olduklarını hatırlatmaya çalışıyordu. İkinci savaşta esir düşen ve eserini toplama kampında kaleme alan Fernand Braudel ise, medeniyetlerin kendilerine özgü bir karakter taşımakla beraber, sürekli etkileşim içinde olduklarını ve birbirlerinden ödünç alarak geliştiklerini ortaya koydu. İslam medeniyeti, karakterini ilahî vahiyden alıyordu. Bununla beraber, Halifelik merkezinin Bağdat’a taşınmasına kadar bir İslam medeniyetinden söz edemeyiz. Yeni inancın birleştirdiği ve enerji kazandırdığı bedevî Arap savaşçılar Orta Doğu’nun kadîm medeniyetlerinin ruhunu yeniden alevlendirdiler. Fakat İslam medeniyetinin karakteristiği haline gelen şey, Arabistan’ın göçebe hayatı değil, fethedilen bölgelerin şehir hayatı oldu.
Tabiatıyla, bu sosyolojik gerçekliği kavrayabilmek için Braudel’i beklemek zorunda değildik. İbn Haldun daha 14’üncü yüzyılda asabiye, bedevîlik ve haderîlik kavramlarını kullanarak bütün bu etkileşim ve oluşumları, yükseliş ve düşüşleri tahlil etmişti. Mukaddime’yi ve benzer sayısız tarih kitabını okumayanlar, ‘aydınlanma’ için dışarıya el açmak zorundadırlar.
Küresel, Medeniyetlerarası Bir Düzene Doğru
Aşikâr ki, Soğuk Savaş sonrasında ne küreselleşme, ne de medeniyet kavramı dünya sosyal biliminin gündemine iyi niyetle getirilmiş değildir. Buna rağmen, “Hakk şerleri hayreyler/ Gafil anı seyreyler” kabilinden, bu iki kavramın daha adil bir dünya düzenine yönelik sahici bir gelişmenin motoru haline getirilmesi mümkündür.
Küreselleşme, Cox’ın formülasyonu ile, dünya çapında ve üç parçalı bir sosyal hiyerarşi meydana getirmektedir. Devletler bu hiyerarşinin oluşumu karşısında elleri bağlı durumdadırlar. Ulusal devletlerin güç kaybı denen şey, bu olgu karşısındaki çaresizliktir. Küresel sosyal hiyerarşinin üst kademesinde global ekonomiyle bütünleştirilenler (entegre edilenler) yer alıyor. Küresel ekonomide kamu veya özel sektörün tepe yöneticileri, görece istikrarlı bir istihdam çerçevesinde küresel üretim, ticaret ve finans işlerini yürüten az çok kıdemli yöneticiler.
İkinci kademe, küresel ekonomiye tâbi ve daha kararsız (istikrarsız) tarzda hizmet edenlerden oluşuyor. Bu kademedekilere yönelik olarak iktisatçı ve yönetim bilimciler sık sık flexibility, restructuring, downsizing, outsourcing kavramlarını kullanırlar. Yani bunlara esnek ve işbilir oldukları ölçüde ödeme yapılacaktır. Aksi halde şirketleri yeniden yapılandırılacak, çalışan sayısı azaltılacak veya üretim büsbütün farklı ülkelere kaydırılacaktır.
Üçüncü kademe ise, pek tabii, küresel ekonomiden dışlananlardır. Bu işe yaramaz insanlar, ‘Medeniyetin’ geleceği için en büyük tehlike kaynağıdır. Küresel bir polis devleti kurulamazsa, bunlar zapt ü rapt altına alınamazlar. 11 Eylül 2001 faciası bu bakımdan iyi bir fırsattır. Amerikan siyasî/askerî eliti öncülüğünde, neoliberal global ekonomik düzenin güvenlik yapıları bir an önce devreye sokulmalıdır.
Ne var ki, neoliberal düzenin topyekûn hizmet edeceği birleşik bir Batı dünyası veya kapitalist cephe artık mevcut değildir. ABD ve AB, net olarak birbirinden uzaklaşan iki ekonomik çıkar bölgesidir. Şu sıralardaki siyasî müphemlikler geçicidir. Avrupa önümüzdeki beş-on yıl içinde askerî bakımdan güçlendikçe, AB sadece ekonomik görünümlü olmaktan çıkacaktır. Japonya, on yıldır ABD’ye siyasî ve ekonomik bağımlılığın bedelini ödüyor. Asya ekonomileri ve özellikle Çin güçlendikçe, NAFTA ve AT benzeri ekonomik bir blokun Doğu Asya’da kurulması kaçınılmazdır. Bu oluşumun motoru Japonya, garantörü ve en çok yarar sağlayanı Çin olacaktır.
Mevcut tek-medeniyetçi (bu ister Batı medeniyeti, ister bazı Asya toplumlarını da içerecek Kapitalist medeniyet olsun) anlayışın devamı, kaçınılmaz olarak yeni bir paylaşım savaşına yol açacaktır. Ancak, nükleer teknolojideki muazzam gelişme göz önüne alınırsa, Üçüncü Dünya Savaşı, böyle bir savaşı kazanacak (?) olanın bile pek işine yaramayacaktır. Gerçekte karşımızda iki alternatif vardır: Küresel katliam yahut küresel dayanışma.
Yazının başında değindiğim yüzleşme meselesi bu temel tercihle alakalıdır. Her medeniyet kendi dilini konuşmalı, ama başka medeniyetlerin dilini hem kabul etmeli, hem de anlamaya çalışmalıdır. Diyalog değil, mültilog. Kimseye materyalist/ateist olmadığı için ‘feodal kültürlü’ denememeli; dinin toplumsal düzene olumlu katkısı ‘piyasalara aykırılık’ gerekçesiyle engellenememelidir. Kapitalist sistem küreselleşmiş, fakat paylaşım esasları bakımından 19’uncu yüzyıl başlarındaki ulusal kapitalist sistemlerin yapısına dönülmüştür. Toplumsal sistem içindeki bireylerin büyük kısmı, sistemin nimetlerinden dışlanmaktadır. Metafizik boyutu bir yana, dinin temel toplumsal işlevi dışlamaları ortadan kaldırmaktır. Dışlayıcı zihniyeti yok etmektir.
Dışlananların, bir bakıma hakiki küresel sivil toplumun elinde üç temel silah vardır: Ulusal devlet, ulusüstü kurumlar ve cemaatler (cari ifadeyle, sivil toplum örgütleri). Şurası açık, yeni bir dünya düzenimiz olacaksa, uzun vadede uluslararası (yani devletlerarası) bir düzen olmayacaktır bu. Medeniyetlerarası bir düzen olacaktır. Yurttaşlığın (citizenship) yerini medeniyettaşlık (civilizationship) alacaktır.
Her medeniyet kendi millî devletlerine sahip çıkacaktır. Bunu millî devletler pek matah bir şey oldukları için değil, onları emperyal projelerin aracı haline gelmekten kurtarmak için yapacaklardır. Millî devletler de ayakta kalmak için doğrusu ya emperyal projelere hizmet edecek, yahut (bugüne değin baskı altında tuttukları) kendi toplumsal dinamiklerini harekete geçirmek suretiyle güç kazanacaklardır.
Her medeniyet camiası aynı zamanda uluslarüstü kurumlara da sahip çıkacaktır. Böylece BM bir Amerikan kuklası olmaktan çıkarılacak, WTO (Dünya Ticaret Örgütü), İMF, Dünya Bankası gibi kurumlar gerçek işlevlerini ifa edeceklerdir. Dünyada 1.5 milyar Müslüman yaşıyor, ama BM Güvenlik Konseyi’nde bu camia temsil edilmiyor. Ya gerçek bir temsil olmalı, yahut BM içinde bu tür konseyler ortadan kaldırılmalıdır. Uluslarüstü (medeniyetlerarası) örgütler denetim kadar, karar mekanizmalarına adil katılımı esas almak zorundadır.
Her medeniyet camiası, kendi sivil toplumunun (siyasî-iktisadî erk dışında kalan toplumsal kesimlerin) etkin örgütlenmesine yol açacaktır. Küreselleşme, akışa yön vermeye çalışanların hesapları ne olursa olsun, insanlığın bütün unsurlarını devreye sokacaktır. Yüzleşme bağlamında, Davutoğlu’ndan bir alıntıyla noktalayalım: “”Küreselleşme sürecinde, tarihî unsurları en iyi anlayabilen ülke ve toplumlar öne çıkacak ve bir mesaj taşıyacaklardır. Osmanlı sınırlı bir küreselleşme gerçekleştirdi. Bu, bizim birikimimizdir. Küreselleşmeyi ilk gerçekleştiren, birçok medeniyet havzasını birbirine bağlayan Büyük İskender oldu. Son gerçekleştirense kadîm Osmanlıdır. Kadîmlik, derinliğine bir insanlık birikimi taşımaktır. Bu birikimin ana damarlarını yakalayabilir ve ‘Modernite’ ile yüzleştirebilirsek, (hakiki) küreselleşmenin önünü açmış ve yeni bir mesaja katkı yapmış oluruz.”
Paylaş
Tavsiye Et