Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2008) > Yüzleşiyorum > AK Parti ve Türk siyasetinin paradoksları
Yüzleşiyorum
AK Parti ve Türk siyasetinin paradoksları
Mustafa Özel
AK PARTİ öyle bir uğrakta siyaset sahnesine çıktı ki, gerçek anlamda partileşmeye fırsat bulamadan iktidar oldu. Partinin kurmayları koyu bir Batı-karşıtı siyasî geleneğin içinden çıkageldikleri halde, Türkiye’yi sadece siyasî bakımdan değil, ekonomik ve kültürel bakımlardan da Batı kampının parçası haline getirmek için canhıraş bir çaba içine girdiler. Siyasî başkentimiz Brüksel, ekonomik başkentimiz New York, kültürel başkentimiz Paris. “Muhafazakâr Demokrasi,” evrensel değerlerle harmanlanmış, fakat temelde yerli bir düşünce ve pratiğin muhafazasından çok, küreselleşen Batı sistemine tehlikesiz intibakın ideolojisi.
Çok ağır bir ifade mi oldu? AK Parti hükümetinin üç yıllık (ve genelde çok başarılı bulunan) uygulamalarına bakıp, böyle bir değerlendirmenin haksız olduğunu söyleyecek çok insan vardır elbette. Ayrıca, amacımın sıradan bir parti eleştirisi yapmak veya muhalif bir parti adına AK Parti’yi taşlamak olmadığı da aşikâr. Bununla beraber, yukarıdaki her kelime ve cümlenin sonuna kadar arkasındayım. AK Parti, Türk siyasî tarihine yeni bir paradoks eklemiş; böyle yapmakla da bir bakıma Cumhuriyet’in ruhuna uygun bir davranış sergilemiştir. Cumhuriyet tarihi, fikir ve eylem planında, anlaşılması da aşılması kadar zor paradoksların tarihidir.
Türkiye’de Cumhuriyet, demokratik bir idealden hareketle kurulmadı. Cumhuriyet’in ilanından on yıl önce bile, aydınlar ve devlet adamları için esas olan, Osmanlıcılık rüyasıyla mülkü (devleti) elde tutabilmekti. Balkan bozgunu bu rüyaya son verdi. Büyük sistemlerin mirasçıları rüyalardan uyanmaz, bir rüyadan diğerine geçerler. Balkanlar’dan (Avrupa’dan) atılan Osmanlılar gözlerini Turan’a (Asya’ya) diktiler. Enver Paşa’nın doğudaki bozgunu bu rüyaya da çabucak son verdi. Osmanlı bakiyesi aydın ve yöneticiler için vatan olarak sadece Anadolu kaldı. Cumhuriyet, Avrupa ve Asya’ya dair rüyaları gerçekleşmemiş olanların, Anadolu’yu vatan tutma projesidir. Herhangi bir rejim meselesi olmaktan önce, bir ayakta kalma meselesidir. Ayakta görülen yeni bir rüyadır.
Türkler, Cumhuriyet’le bir imparatorluktan ulus-devlete geçtiler. Bu kendi tercihleri değildi. Yahut, 1946’dan sonra demokrasiye geçiş ne kadar kendi tercihleri idiyse, ulus-devlete geçişleri de ancak o kadar kendi tercihleriydi. Saltanatın kaldırılması, katılıma dayalı yeni bir siyasî rejimi değil, yeni yönetici elite yer açmayı hedefliyordu. Hilafetin askıya alınması ise, başta İngiltere olmak üzere, kapitalist sistemin ana güçlerine verilen kaçınılmaz bir tavizdi. Üst üste yenilgiler, seçkinlerin dine itimatlarını sarsmış ve terk-i medeniyet için uygun bir ortam hazırlamıştı.
 
Paradoks 1:
Cumhuriyet eliti bir paradoksla yüz yüzeydi: Anadolu’yu “emperyalist” Avrupa’ya karşı elde tutabilmek için, gayrimüslim unsurlardan elden geldiğince temizleyip İslamlaştırmak; aynı zamanda İslamiyet’in halk üzerindeki etkisini kıracak modern (Avrupaî) bir devlet yapısı oluşturmak. Cumhuriyet (ve sonra demokrasi) amaç değil, bu uğurda birer araçtı. CHP’nin bugün hâlâ demokratik ideale yabancı olması, konjonktürel değil, genetiktir. CHP, Cumhuriyet’tir: Halksız ve demokrasisiz cumhuriyet!
 
Paradoks 2:
Türkiye’de ‘cumhur’ ilk defa Serbest Fırka hareketiyle sahneye çıktı. İkinci ve iktidarla sonuçlanan çıkış ise ancak 20 yıl sonra DP ile gerçekleşti. Menderes ve arkadaşları, birçok bakımdan ‘modern’ birer yurttaş olsalar da, demografik bakımdan son bin yılın en İslamlaşmış Anadolu’sunu “zorla Avrupalılaştırma” arayışının önünü kestiler. Onların da paradoksu şu oldu: Müslüman halka, Müslümanlığını daha rahat yaşama ortamı sağlamakla beraber, ekonomik modernleşme yoluyla onu Avrupa medeniyetine daha fazla yaklaştırdılar. Traktör, Arapça ezandan ağır bastı.
 
Paradoks 3:
Demokrasisiz cumhuriyetin hasretine ancak on yıl dayanabilen CHP, zinde kuvvetleri tahrik ederek demokrasi tarihimizde birinci ara dönemi yarattıysa da, ilk serbest seçimde iktidarı kır atın İslamköylü süvarisine devretmek zorunda kaldı. AP, DP’ye göre daha köylü ve daha kurnazdı. Kahvede İslamcı, garnizonda Kemalist, locada Batıcı. Demirel’in paradoksu, kendini halka inandırabildiği ölçüde, Batı ve Batıcılara inandıramamasıydı. Davranışlarına korku yön veriyordu ve başta ABD olmak üzere kendilerinden korktuğu çevreler, onun korkusunda bile samimi olmayabileceği endişesini taşıyorlardı.
 
Paradoks 4:
DP ve AP’nin içeriksiz İslamcılığını etkili bir siyasî söyleme dönüştüren, MSP oldu. Erbakan, sadece Türkiye için değil, dünya Müslümanları için de mesajlar içeren Adil Düzen modeliyle, toplumu 20. yüzyıl başlarının rüyalarına geri götürdü. (Suçluluk psikolojisini üzerinden atamayan Cumhuriyet elitinin ona taktıkları ‘gerici’ etiketi son derece yerindeydi. Türk milletini geriye, başlangıç noktasına götürüyor; daha doğrusu, oku ileriye doğru daha fazla fırlatabilmesi için, Cumhuriyet yayını fazlaca geriyordu. 28 Şubat, bu yüksek gerilimden doğdu!) Erbakan’ın paradoksu, siyasî söyleminin kapsamlılığı ve uzun vadeliliğine rağmen, siyasî pratiğinin kısa vadeye ayarlı olmasıydı. Hem bir İslam Ortak Pazarı olsun diyor (asırlık bir projedir bu!), hem de bunu bir hamlede ve bizzat yapmak istiyordu. Muhalefet yıllarında kullandığı dil, dünya güçleri için kullandığı ifadeler, bizzat iktidarda kalmasına müsait değildi. Türkiye 20. yüzyıl başlarındaki kadar zayıf olmasa da, 16. yüzyılda yaşamıyorduk. Erbakan’ın kısa süren başbakanlığı sırasında gerek “iç güvenlik”, gerek “İsrail’le ilişkiler” çerçevesinde imzaladığı belgeler dudak uçuklatıcıdır.
 
Paradoks 5:
ANAP, MSP’den AK Parti’ye geçişin fikir ve tecrübe köprüsüdür. Pratiklik ve pragmatizmin zirvesinde bir şahsiyet olan Turgut Özal, içeride Cumhuriyet bürokrasisinin gücünü kırabilmek için, hem Türkiye’yi hızla küresel kapitalizme açma, hem de sistemin yeni hegemonu ABD ile (bürokrasiyi rahatsız edecek kadar) yakınlaşma yolunu seçti. Dondurulmuş AB üyeliği sürecini yeniden başlatarak ülkeyi “uzun ince yola” sokan da Özal oldu. Dindar kişiliği altında, başlangıçtan beri terk-i medeniyet (hatta, ruhen terk-i din) etmeye teşne CHP’den daha Avrupacı; gözleri ABD ve NATO’dan başka bir şey görmeyen bürokrasiden daha Amerikancı bir başbakan.
 
Paradoks 6:
AK Parti, MSP idealizmi ile ANAP pragmatizminin bileşkesi olarak ortaya çıktı. “Değişim” söylemi, takiyyeden ziyade, itiraf. İdealist görünümlü MSP kurmaylarının parti içi siyasette ne kadar realist (yani çıkarcı) olduklarını bizzat tecrübe ettikten sonra, siyasetin seküler (yani dünyevî) bir faaliyet olduğunu kavrayıp; fırsatçı takipçileri elinde tanınmaz hale gelen Özal çizgisini yeniden üretmeye yöneldiler. Erdoğan, Erbakan’ın değil, Özal’ın devamı ve tamamlayıcısıdır. Onun Avrupacılığı, Özal’ın Amerikancılığı ile eşdeğerdir: AB üyeliği sayesinde ‘derin’ devletin gücü dengelenecek ve Türkiye (tıpkı Fransa gibi!) bir özgürlükler ülkesi olacaktır!
 
Paradoks, Bilgiyle Aşılır
Yukarıdaki altı paradoks, çeşitli bakış açılarından hareketle belki birkaç düzineye de çıkarılabilir. Mühim mesele, paradoksların ancak ciddi, sistemli bilgiyle aşılabileceğini kavramaktır. Yazının sınırlarını hesaba katarak, sadece birinci ve sonuncu paradoksları ele alacağım.
Cumhuriyet’i kuran elitin paradoksu, dine itimadı zayıf olduğu halde, Anadolu’yu bin yılın en yüksek oranlı Müslüman nüfusun yaşadığı bir coğrafyaya dönüştürmesiydi. Bu bağlamda şu iki soruya makul cevaplar vermemiz gerekiyor: 1. Cumhuriyet eliti niçin dine ve dinî kurumlara muhalifti? Devrimlerin odağını niçin “irtica ile mücadele” oluşturuyordu? 2. Buna rağmen, aynı elit Anadolu nüfusunu niçin gayrimüslimlerden inanılmaz ölçüde arındırıp ‘İslamlaştırma’ ihtiyacı duydu?
1. Ortak vasıfları ‘Jön Türklük’ olarak belirlenebilecek İttihatçı ve Cumhuriyetçi aydın ve eylemciler, genel olarak, Pozitivizm Kilisesi’ne mensuptular. Akıl hocalarından Ahmet Rıza’ya göre, pozitivizm ve materyalizme geçiş, Müslümanlar için daha kolaydı. Ağaoğlu Ahmet ve Yusuf Akçura “Türkleştirilmiş bir İslam” peşindeydiler. Ziya Gökalp ise halifeliğin siyasî önemine değer vermekle beraber, dinin devletçe denetiminden yanaydı. Fakat hemen hepsi Durkheim, Renan ve Gustave LeBon’un etkisi altındaydılar. Renan’dan bilimperestliği (scientism), LeBon’dan ise kitle psikolojisinin sırlarını tevarüs etmişlerdi. Mustafa Kemal ve arkadaşları, böyle bir fikir ve ruh ikliminin eseriydiler. Fikir planında din, eylem planında ise ulema tasfiye edilmedikçe, sağlam bir devlet/toplum düzeni kuramayacaklarına inanıyorlardı.
2. İkinci sorunun cevabını ise, Atatürk’ün TBMM’de (açılışından bir gün sonra) yaptığı konuşmada açık seçik bulabiliyoruz. 24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa “ahvali dahiliye hakkında” yaptığı uzun konuşmada Turanizm politikası, İslamiyet siyaseti, Suriye ve Irak’la ilişkiler, Kafkasya’da Çeçen, Gürcü ve Ermeni meseleleri ve Rusya ile münasebetleri tek tek ele aldıktan sonra; mühim bir mesele olan “Alem-i Hıristiyaniyetin bize bakışına” geliyor. Hıristiyan dünyasının “mevcudiyetimize son vermek istediklerini” bilmekle beraber, Kemal Paşa yumuşak bir siyaseti daha uygun görmekte; eski defterlerin karıştırılmasından çok, karşılıklı çıkarların gözetilmesini önemsemektedir.
Ancak, İngilizlerle ciddi bir sıkıntımız vardır: “İngilizlerle vuku bulan ilk temasımızda İngilizler, milletimizin kendileri aleyhinde olduğunu ifade ettiler ve bu aleyhtarlığın izalesine çalışmamızı tavsiye ettiler. Milletimiz İngiliz kavmini dünyanın en büyük bir milleti, en adil, en medeni, en insani bir milleti telakki eder ve ona hürmet ederdi. Mütarekeyi müteakip İngiliz kuvvetleri payitahtımıza girdiler. Yakından milletimizle temas ettikten sonra gösterdikleri tavr ü hareket ve bilhassa Aydın vilayetimizin İngilizlerin nezaretiyle, himayesi tahtında Yunanlılara işgal ettirdiğini milletimiz anladıktan sonra İngilizler hakkındaki nokta-i nazarını tebdil etti. Dedik ki, ‘filhakika bugün milletimizin bu zan ve telakkisinin yanlış olduğu kanaatinde iseniz, bunu tashih etmek için bir hareket gösteriniz. Yine millet size müteveccih olur.’”
Paşa’nın yukarıdaki sözlerine İngilizler nasıl cevap verdiler acaba? “Denildi ki, size mevcudiyet verebiliriz. Yalnız İstanbul’un vaziyeti çok tuhaf tesadüf etmiştir. Boğazlardan sarfınazar edemez misiniz? Adalar denizi sahilinde Yunanlılara bazı imtiyazat ve Fransızlara bazı imtiyazat vermek sizi sarsmaz zannederiz. Ve diğer taraflarda bazı kontrollar yapılırsa bundan size bir zarar gelir mi?”
(Şimdi, derin bir nefes çekip, şu meşhur 1 Mart Tezkeresi öncesine gidelim. Şayet tezkere geçmiş olsaydı, İskenderun’dan Mardin’e uzanan bir hat üzerinde 100 bin dolayında Amerikan askeri ‘bazı kontrolları’ yapıyor olacaktı. Aralarında bugünkü iktidar mensuplarının bile bulunduğu bazı aklı evveller, “Tezkere geçmiş olsaydı, Amerika ile bu kadar sertleşmezdik!” diyorlar. Oysa, asıl tezkere geçmiş olsaydı, ABD ile çok sert noktalara varmış olurduk. Bugün Türkiye’de yüzde 80’lerde seyreden Amerikan antipatisi, o zaman tartışmasız yüzde 100 olurdu. TBMM, yani Türk’ün maşeri vicdanını temsil eden heyet, tıpkı 1920’de olduğu gibi, gerçeği çabuk fark etti ve “Amerikalılara bazı imtiyazat vermek sizi sarsmaz” sözlerine pabuç bırakmadı.)
Hülasa, Cumhuriyet eliti bakımından Anadolu’yu İslamlaştırma can sıkıcı bir mecburiyetti. Daha can sıkıcı olan, 80 yıl sonra, Pozitivizm Kilisesi’nin yerle bir olduğu bir dünyada, “ulusalcılık” etiketi altında dine ve dindar millete yeni bir deli gömleğinin biçilmeye çalışılıyor olmasıdır. Batıda akademiler ve aydın çevreler bilime ve dine daha tarafsız bakmayı becerebildikleri halde, Türk aydın ve ‘seçkinler’ hâlâ anlamsız korkulardan hareketle baskıcı tavırlarını sürdürüyorlar. 28 Şubat müdahalesinin psikolojisini anlamaya çalışan yabancı gözlemciler, o dönemin ünlü köşe yazarlarının makalelerini ve etkili generallerinin söz ve demeçlerini incelediklerinde, bu müdahalenin neredeyse “serbestçe rakı içmek” uğruna yapıldığı sonucuna ulaşabilirler!
 
Değişmeyin, Değiştirin!
AK Parti’nin paradoksu daha ince; aşılması daha zor. Batı sistemiyle pürüzsüz bütünleşme yoluyla, içerideki pozitivizm kalıntısı eliti bertaraf etmek, papaza kızıp oruç bozmaktan beter. “Değiştik” söylemi bir yandan baskıcı eliti rahatlatıp, haklılığının (!) “dinciler” tarafından bile kabul edildiği düşüncesine götürüyor. Diğer yandan, liberal görüntü altındaki yeni emperyalizme yeşil ışık yakmış oluyor. Küresel sermaye her türlü kontrolün kaldırıldığı liberal (serbest) bir dünya düzeni istiyor. Kulağa çok sevimli gelse de, “taşları bağlayıp itleri salıvermek”tir bu. Küresel sistem içinde serbestçe hareket etmesi hayırlı olan tek faktör niçin sermaye olsun? Emeğin gözü kör mü?
Küreselleşme liberal değil, muhafazakâr kapitalizmi öngörür. (AK Parti’nin ‘muhafazakâr’ sıfatını sadece iç dengeleri hesaplayarak benimsediği söylenemez, değil mi?) Liberallik, insanların da para ve sermaye kadar seyyal olabilmesini gerektirir. Oysa, bırakın sıradan bir işçi veya yöneticiyi, Batı-dışı dünyanın girişimcileri bile dünyada serbest dolaşım hakkına sahip değiller. Almanya veya ABD’ye elini kolunu sallaya sallaya gidip gelen bir KOBİ patronu düşünebiliyor musunuz?
Uzun sözün kısası, ‘emperyalizm’ ortadan kalkmamış, kisve değiştirmiştir. Emperyalizme uyum, siyasî felsefelerinde dine referans olmasa da, dindar insanlar tarafından temin edilirse, ne içerideki pozitivist kalıntılar irşat ve tasfiye edilebilir; ne de insanlığa dinin manen ve madden diriltici soluğu ulaştırılabilir.

Paylaş Tavsiye Et