Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2008) > Yüzleşiyorum > Bana medeniyetini söyle...
Yüzleşiyorum
Bana medeniyetini söyle...
Mustafa Özel
ÇO­CUK hav­sa­la­mın en bü­yü­lü ke­li­me­siy­di me­de­ni­yet. İl­ko­kul­da men­dil ve tır­nak ‘mu­aye­ne­si’ ya­pan öğ­ret­men­le­ri­miz, bu­nun bir me­de­ni­yet ge­re­ği ol­du­ğu­nu söy­lü­yor; tö­ren ko­nuş­ma­la­rın­da ken­din­den ge­çen li­se mü­dü­rü­müz De­li Yu­suf, sor­du­ğu an­la­şıl­maz so­ru­la­ra ce­vap ver­me­nin ‘me­de­nî ce­sa­ret’ ge­rek­tir­di­ği­ni be­lirt­mek­ten mis­tik bir haz du­yu­yor­du. Dev­let bü­yük­le­ri­miz rad­yo ko­nuş­ma­la­rın­da sık sık “Bü­yük Ata­türk’ün mua­sır me­de­ni­yet se­vi­ye­si­ne yük­sel­me ül­kü­sü­ne bağ­lı­lık­la­rı­nı” di­le ge­ti­ri­yor; okul­da bi­ze giz­li­ce ‘dev­rim­ci­lik’ aşı­la­ma­ya ça­lı­şan abi­le­ri­miz ise, ku­lak­la­rı­mı­za ka­pi­ta­liz­min me­de­nî­lik de­ğil bar­bar­lık ol­du­ğu­nu, me­de­ni­ye­te gi­den yo­lun sos­ya­lizm­den geç­ti­ği­ni fı­sıl­dı­yor­lar­dı. Ka­fam­da bir tür­lü net­leş­ti­re­me­di­ğim bu kar­ma­şık­lı­ğın üze­ri­ne, Ağrı Müf­tüsü Sü­ley­man Efen­di’nin “ger­çek me­de­ni­yet İs­la­mi­yet’tir” söz­le­ri tüy di­ki­yor­du. Du­ru­ma açık­lık ka­zan­dı­rır ümi­diy­le sa­rıl­dı­ğım her kav­ram ve­ya dü­şün­ce, Si­si­fos’un ka­ya­sı gi­bi elim­den ka­yı­yor; ken­di­mi ye­ni­den tır­man­mak is­te­di­ğim da­ğın ete­ğin­de bu­lu­ve­ri­yor­dum.
 
Ne­cip Fa­zıl: Ba­tı, Do­ğu, Bü­yük Do­ğu
Elim­den tu­tan ilk ho­ca Se­zai Ka­ra­koç ol­du. Ger­çi Ne­cip Fa­zıl’la ta­nı­şık­lı­ğım on­dan ön­cey­di. Fa­kat Üs­tad me­de­ni­yet ke­li­me­si­ni pek kul­lan­maz­dı. Ya­zı­la­rı­nın le­it­mo­ti­fi Do­ğu, Ba­tı, İs­lam ve Müs­lü­man Türk­lü­ğün şa­i­râ­ne bir ifa­de­si ola­rak Bü­yük Do­ğu ke­li­me ve ter­kip­le­riy­di. “İde­o­loc­ya Ör­gü­sü”nde Do­ğu ruh­tu, Ba­tı mad­de. İs­lam, den­ge ni­za­mıy­dı. As­ya’nın İs­lam’dan ön­ce­ki ru­hî fış­kı­rış­la­rı­nı “in­san­lık ça­pın­da zu­hur­lar ka­bul ede­mez­dik: Dal­ga­ya düş­müş 1 mil­yar es­rar­keş, iç­ti­maî ener­ji ba­kı­mın­dan 1 ki­şi bi­le et­me­ye­ce­ği­ne gö­re, Do­ğu’nun he­le İs­lam’dan son­ra­ki Breh­men, Bu­dist ve Me­cu­sî ka­la­ba­lı­ğı­nı key­fi­yet­te na­za­ra al­mak­sı­zın, sa­de­ce bel­li baş­lı bir ruh ya­pı­sı ola­rak göz önün­de bu­lun­dur­mak; ve onun, içi­ne ve dı­şı­na doğ­ru, hay­ret ve te­vah­huş­tan baş­ka hiç­bir ba­kış sa­hi­bi ola­ma­ya­ca­ğı­nı kes­tir­mek ge­re­kir”di. Ev­ren­sel bir ak­si­yo­na yol aç­mak ba­kı­mın­dan “Do­ğu­nun as­lî ve ga­lip ren­gi, Adem Pey­gam­ber­den be­ri ge­len Al­lah Re­sul­le­ri ve ni­ha­yet bü­tün za­man ve me­kâ­nın sa­hi­biy­le İs­la­mi­yet’te ger­çek­leş­miş”ti. Ne­cip Fa­zıl, İs­tan­bul’dan ya­zan da­ha oto­ri­ter bir Sü­ley­man Efen­di’ydi. Dü­şün­mek is­te­ye­ne de­ğil, inan­mak is­te­ye­ne hi­tap edi­yor­du.
Ne-Fe-Ka, baş­tan aya­ğa ki­bir­di. Ayak­ta al­kış­la­dı­ğım; be­ni ve bü­tün nes­li­mi hay­ran bı­ra­kan ilk ve tek ‘hak­lı ki­bir’ idi bu. Müs­lü­man­la­ra üst kat­tan ba­kan­la­ra, Sü­ley­ma­ni­ye’nin mi­na­re­le­rin­den ba­kı­yor­du. Bak­mı­yor, to­kat­lı­yor­du. Ne ya­zık ki. fi­kir­le­ri ho­şu­mu­za git­se de, ‘bo­şu­mu­za’ gel­mi­yor; ru­hu­mu­zu ok­şa­sa da, ka­fa­mız­da açı­lan boş­lu­ğu tam dol­dur­mu­yor­du.
 
Se­zai Ka­ra­koç: İs­lam, İn­san­lık Me­de­ni­ye­ti­dir
Se­zai Ka­ra­koç’un ço­cuk mu­hay­yi­lem­de hep da­ha mü­min ve da­ha mü­te­fek­kir bir por­tre­si var­dı. Ne­cip Fa­zıl ka­dar gür ses­li de­ğil­di. Ay­rı­ca, ço­ğu düz ya­zı­la­rı, şi­i­rin­de­ki et­ki ve de­rin­lik­ten uzak­tı. Fa­kat Ne­cip Fa­zıl’ın ya­zı­la­rı­na kı­yas­la çok da­ha sı­cak, öğ­re­ti­ci ve ik­na edi­ciy­di. Hem kal­be hi­tap edi­yor­du, hem ak­la. Me­de­ni­yet ta­ri­hi­ne da­ir oku­ma­la­rı da­ha sa­hi­ciy­di ve ka­dîm me­de­ni­yet­ler ara­sın­da za­man za­man yap­tı­ğı kar­şı­laş­tır­ma­lar çar­pı­cıy­dı.
Se­zai Bey, me­de­ni­ye­ti gü­nü­müz sos­yal bi­lim­ci­le­ri gi­bi hem te­kil, hem ço­ğul an­lam­la­rı için­de us­ta­ca kul­la­nı­yor­du. İkin­ci­si­ni esas al­dı­ğı­mız­da bir Sü­mer, Mı­sır, Çin, Hint ve­ya Yu­nan-Ro­ma me­de­ni­ye­tin­den söz ede­bi­lir­dik. İs­lam me­de­ni­ye­ti de gö­rü­nür­de bun­lar­dan bi­riy­di. 
Fa­kat bir de te­kil an­la­mıy­la me­de­ni­yet var­dı: İn­san­lık me­de­ni­ye­ti. Di­ğer me­de­ni­yet­ler, in­san­lık me­de­ni­ye­ti­nin “bir tür ara­nı­şı, ta­rih ve za­man için­de ger­çek­leş­ti­ril­me de­ne­me­si” idi. Bu me­de­ni­yet, re­ali­te­den çok, bir ide­al­di. “Öbür­le­ri, bu idea­li arar­ken ger­çek­le­şen re­el me­de­ni­yet­ler­dir. Me­de­ni­yet idea­li uzun vâ­de­de re­el olu­yor, bun­dan da ta­ri­hî-sos­yo­lo­jik me­de­ni­yet­ler do­ğu­yor.” Şa­ir re­el ile ide­al ara­sın­da­ki bağ­lan­tı­yı açık­la­ma­da zor­lan­sa da, tas­vir­de hiç zor­lan­mı­yor­du: “Ki­mi za­man me­de­ni­yet ge­ri­li­yor, ki­mi za­man iler­li­yor, ge­ri çe­ki­li­yor, ile­ri atı­lı­yor, ya­na çe­ki­li­yor, öne ge­çi­yor, ar­ka­da ka­lı­yor, fon olu­yor, ön pla­na çı­kı­yor, net­le­şi­yor, brüt­lü­ğü­nü art­tı­rı­yor, ne­bü­löz­le­şi­yor, bu­lut­la­şı­yor, son­ra yağ­mur­la­şıp ye­re dü­şü­yor, ka­os­lar ve koz­mos­lar dö­ne­min­den ge­çi­yor... (Bu an­lam­da) me­de­ni­yet, do­ğa­üs­tü bir ol­gu. Ama do­ğa­yı kav­rı­yor, ta­ri­hî-sos­yo­lo­jik çiz­gi­le­re ışı­ğı­nı ya­yı­yor. Geç­miş me­de­ni­yet­ler, da­mar­la­rı­nı ye­ni me­de­ni­yet­le­rin içi­ne uza­tı­yor. İn­san­lık me­de­ni­ye­ti, me­de­ni­yet­le­rin bir­bi­ri­ne geç­me­li, ek­len­me­li bir do­ku­su­nu su­nu­yor.”
Şâ­i­râ­ne tas­vi­rin so­nun­da, iki üs­ta­dın yo­lu bir­le­şi­yor. An­lı­yo­ruz ki, İn­san­lık me­de­ni­ye­ti ger­çek­te İslam me­de­ni­ye­ti­dir. “İslam me­de­ni­ye­ti, te­mel­de ve öz­de, ‘me­de­ni­yet’ de­di­ği­miz vak’anın ta ken­di­si­dir. O yüz­den bir ba­kı­ma bir ide­al­dir. Bir ba­kı­ma da gel­miş geç­miş me­de­ni­yet­le­re ışık tut­muş­tur. ‘Ha­ki­kat Me­de­ni­ye­ti’ de di­ye­bi­li­riz ona.”
Ha­ki­kat me­de­ni­ye­ti­nin var­yas­yon­la­rı olan En­dü­lüs ve­ya Os­man­lı me­de­ni­yet­le­ri, İs­lam me­de­ni­ye­ti­nin di­ğer me­de­ni­yet­ler­le kar­şı­laş­tı­rı­la­bi­le­cek par­ça­la­rı­dır. Bu par­ça­lar, Toyn­be­e’nin tas­vi­ri­ne uy­gun bi­çim­de yük­se­lip dü­şe­bi­lir­ler. Fa­kat “Vah­ye, Tan­rı’nın bir­li­ği­ne da­ya­nan İslam me­de­ni­ye­ti öl­mez. Onun ta­rih için­de ger­çek­le­şim­le­ri olan me­de­ni­yet­ler ise yer­le­ri­ni bir­bir­le­ri­ne bı­rak­mış­lar­dır. Bu bir bay­rak ya­rı­şı gi­bi­dir. Ya­rı­şı bi­ti­ren, bay­ra­ğı bir son­ra­ki­ne tes­lim eder ve ya­rış­tan çe­ki­lir. Ama bay­rak hep ya­rış­ta­dır... Bo­zu­lan, çü­rü­yen, de­ği­şen kı­sım­lar, za­ten be­lir­li öm­rü olan ka­bu­ğa ait şey­ler­dir; esas ve öz bo­zul­maz ve de­ğiş­mez.”
 
Ce­mil Me­riç: Um­ran­dan Uy­gar­lı­ğa
Me­de­ni­ye­ti tas­vir­den tah­li­le Ce­mil Me­riç’le geç­ti­ği­mi söy­le­ye­bi­li­rim. Ki­ta­bı­nın İbn Hal­dun’dan mül­hem baş­lı­ğı bi­le dağ­lar­dan bu­lut­la­ra doğ­ru yük­sel­mek­te ol­du­ğu­mu­za işa­ret­ti. Tu­nus­lu bil­gi­ne gö­re, umran il­mi, bi­zi tak­lit­ten kur­ta­ra­cak ye­gâ­ne ilim­dir. Ya­zı­lan ta­rih, ya­şa­na­nın ye­ri­ne ge­çen ay­rı bir ger­çek­lik olup çı­kar. Bu ger­çek­lik va­ro­lan dü­ze­ni hak­lı­laş­tır­ma­ya da­ha yat­kın ol­du­ğun­dan, onun­la ba­şa çık­ma­dan dü­zen­le mü­ca­de­le edi­le­mez.
Dev­ri­nin ta­rih ta­sav­vu­ruy­la he­sap­laş­ma­yı dü­zen­le mü­ca­de­le­nin ni­ren­gi nok­ta­sı sa­yan Ce­mil Me­riç, ke­li­me­le­rin so­ya­ğa­cı­nı çı­kar­mak­la işe baş­lı­yor­du: Ci­vi­li­za­ti­on, kul­tur, te­med­dün, me­de­ni­yet ve ni­ha­yet um­ran. İbn Hal­dun, te­med­dün ile um­ra­nı ayı­rır: Te­med­dün, şe­hir me­de­ni­ye­ti­dir, ya­ni ha­de­ri­yet. Um­rân, hem be­de­vî­li­ği hem ha­de­rî­li­ği ku­cak­lar: “Kül­tür ve me­de­ni­yet. Kül­tür, Al­man­ca ko­kan bir ke­li­me. Me­de­ni­yet da­ha mad­dî un­sur­la­rı çağ­rış­tı­rı­yor; kül­tür ise de­ğer ve ül­kü­le­ri. Speng­ler bu ke­li­me­le­re vu­zuh ka­zan­dır­ma­ya ça­lış­tı: Kül­tür her me­de­ni­ye­tin baş­lan­gı­cı, ya­ra­tı­cı he­ye­ca­nı, fey­yaz ba­ha­rı­dır. Me­de­ni­yet ise ih­ti­yar­lık ça­ğı; tek­rar, boş bir ka­lıp, ke­mik­leş­me.” Ger­men­le­rin Ro­ma’yı di­ze ge­tir­me­si, “kö­yün şe­hir, kül­tü­rün me­de­ni­yet üze­rin­de­ki za­fe­riy­di.”
Ce­mil Me­riç yük­sek­ten uçu­yor, fa­kat bir tür­lü Bu Ül­ke’ye ine­mi­yor­du. Ba­tı­lı dü­şü­nür­ler­den ak­tar­dık­la­rı, ba­kı­şı­mı­zı kes­kin­leş­ti­ri­yor; bi­rer na­râ­yı an­dı­ran hü­küm­le­ri gu­ru­ru­mu­zu ok­şu­yor; fa­kat ne­re­den, na­sıl yo­la ko­yu­la­ca­ğı­mı­zı yine tam bi­le­mi­yor­duk. Şu hük­mü, ken­di­si da­hil, bü­tün ay­dın­la­rı­mız için ge­çer­liy­di: “Kay­nak­la­rın­dan ko­pan bir in­te­li­jen­si­ya­nın ka­de­ri, bir mef­hûm her­cü­mer­ci için­de bo­ğul­mak. Um­rân­dan ha­ber­siz­dik, me­de­ni­ye­te de ısı­na­ma­dık. İn­san­lı­ğın te­kâ­mül ve­ti­re­si­ni ifâ­de için ken­di­mi­ze lâ­yık bir ke­li­me bul­duk: Uy­gar­lık. Mâ­zi­siz, mû­si­kî­siz bir hil­kat ga­rî­be­si.”
 
İs­met Özel: Me­de­ni­yet De­ğil, Si­ya­set
Me­de­ni­ye­te da­ir ha­yal­le­ri­mi­zi yı­kan, İs­met Özel ol­du. Ta­sar­la­nan ilk baş­lı­ğı “Müs­lü­man­ca Dü­şün­me­ye Baş­lan­gıç” olan Üç Me­se­le’de tek­no­lo­ji kü­für­le, me­de­ni­yet ise nef­sa­ni­yet­le öz­deş­ti. Müs­lü­ma­nın ken­di ta­nı­mı­na sa­hip çık­ma­sı­nın ye­ter­li ol­du­ğu­nu, onun için ay­rı­ca me­de­nî gi­bi bir sı­fa­tın ge­rek­me­di­ği­ni söy­le­yen Özel; bir İs­lam me­de­ni­ye­ti kur­ma­ya ve­ya İs­lam me­de­ni­ye­ti­ni di­rilt­me­ye yö­ne­lik ça­ba­la­rın bey­hu­de­li­ği­ni vur­gu­lu­yor­du. “Bir kez İs­lam’ı me­de­ni­yet so­ru­nu için­de kav­ra­dık mı, ar­tık onu za­man için­de bir ka­te­go­ri ola­rak gör­mek ve ta­ri­hin şart­la­rı için­de de­ğer­len­dir­mek dü­şün­ce­si­ne ken­di­mi­zi hap­set­miş olu­ruz.”
Me­de­ni­ye­ti da­ha çok olum­suz gös­ter­ge­le­riy­le öne çı­ka­ran Özel, İbn Hal­dun’dan ha­re­ket­le aşa­ğı­da­ki hu­sus­la­ra dik­kat çe­ki­yor­du: 1. Me­de­ni­yet sı­nıf­laş­ma ve sö­mü­rü­dür. 2. Me­de­ni­yet in­san­la­rın mad­de kar­şı­sın­da­ki za­af­la­rı­nın ve mad­dî ge­liş­me­ye mah­kûm ol­ma­la­rı­nın so­mut­laş­ma­sı­dır. 3. Me­de­ni­yet top­lum ya­pı­sı­nı ve in­san ki­şi­li­ği­ni bo­zar, ko­kuş­tu­rur.
Me­de­ni­ye­tin top­lum­la­rın ta­ri­hin­de zo­run­lu bir aşa­ma ol­du­ğu­nu in­kâr et­me­yen şa­ir, yi­ne İbn Hal­dun’dan ha­re­ket­le bu zo­run­lu­lu­ğun her­kes için ge­çer­li ol­ma­dı­ğı­nı söy­lü­yor­du: “Me­de­ni­yet ge­nel­de hük­mü­nü yü­rü­tür­ken, ba­zı in­san kü­me­le­ri o me­de­ni­ye­tin ölü­mü­nü ha­zır­la­ya­cak bir sağ­lık­lı ya­şa­ma bi­çi­mi­ne bağ­lı bir ha­re­ket ge­liş­ti­re­bi­lir­ler.”
Son ola­rak, İslamî mü­ca­de­le­nin bir me­de­ni­yet (araç­la­ra bağ­lan­ma) mü­ca­de­le­si de­ğil, bir si­ya­set (araç­la­rı aş­ma) mü­ca­de­le­si ol­du­ğu­nu söy­le­yen Özel, Ru­so­va­ri bir ta­bia­ta sı­ğın­ma, il­kel­li­ği yü­celt­me pe­şin­de de de­ğil­dir. Te­mel il­ke­ye işa­ret­le ye­ti­nen şa­ir, so­mut bir prog­ram öner­mek­ten uzak du­ru­yor; “müs­lü­ma­nın ol­ma­yan dü­şün­ce bi­rim­le­ri­ni red­det­mek­le ka­lı­yor, da­ha öte­ye ge­çip ça­ğı­mız için ge­çer­li ola­cak bir İslamî kav­ra­yı­şın ni­ren­gi nok­ta­la­rı­nı sun­ma­ya ya­naş­mı­yor”du.
 
Nu­ret­tin Top­çu: Ye­ni Bir Me­de­ni­yet Öz­le­mi
Ana­do­lu Türk­le­ri­ne fel­se­fe­yi sev­di­ren ada­mı so­na al­ma­mın tek se­be­bi, öne­mi­ni di­ğer­le­rin­den son­ra keş­fet­miş ol­mam­dır. Kül­tür ve Me­de­ni­yet ya­za­rı, ye­ni bir me­de­ni­ye­tin öz­le­mi için­dey­di. “Bu me­de­ni­yet Ana­do­lu’dan ya­ni gü­ne­şin doğ­du­ğu yer­den doğ­maz­sa dün­ya­mız ka­ra­ra­cak­tır. Çün­kü her ta­raf sis­ler­le ör­tü­lü­dür. Bi­ze dü­şen Ana­do­lu ço­cu­ğu­nu, içi­ne yu­var­lan­dı­ğı Ba­tı hay­ran­lı­ğın­dan kur­ta­rıp ye­ni do­ğan gü­ne­şe tes­lim et­mek­tir.”
Dün­ya­yı kap­la­yan sis, ma­ki­ne­den ya­yı­lan sis­ti. Ma­ki­ne me­de­ni­ye­ti te­mel bir de­ğe­re de­ğil, kuv­ve­te da­ya­nı­yor­du. Bir zor­ba-esir me­de­ni­ye­tiy­di. Me­de­ni­ye­ti ya­ra­tan, “her de­vir­de ye­ni de­ğer­le­re kar­şı du­yu­lan sü­rük­le­yi­ci aşk”tır. Çin’de Ta­o öğ­re­ti­sin­den kay­nak­la­nan ve me­de­ni­ye­tin har­cın­da yer alan de­ğer­ler “ça­lış­ma aş­kı, ta­bi­at ve var­lı­ğı sev­mek, in­sa­nın iç­sel var­lı­ğı­nı an­cak ta­bi­at­la bir­leş­tir­mek su­re­tiy­le ebe­dî­li­ği ve son­suz­lu­ğu ya­şat­mak ira­de­si” idi. Hint, “in­sa­nın bü­tün ru­hî kuv­vet­le­ri­ni ve hat­ta fer­di­ye­ti­ni son­suz­da yok­lu­ğa ka­vuş­tur­mak mef­kû­re­si­ni en yük­sek de­ğer ha­lin­de ya­şa­tır­ken”, Mı­sır “ta­bi­at ve ça­lış­ma aş­kı­nı son­suz­luk­la ebe­di­lik­te kur­tu­luş ira­de­siy­le bir­leş­tir­miş­ti.” Yu­nan me­de­ni­ye­ti, ta­bia­tın sır­rı­na er­me­ye ve in­sa­nın ka­bi­li­yet ve kuv­vet­le­ri­ni ta­bi­at­la yan ya­na iş­let­mek aş­kın­dan do­ğar­ken; Ro­ma me­de­ni­ye­ti­ne vü­cut ve­ren, ev­ren­sel bir hu­kuk mef­kû­re­si ol­du. İs­lam’ı do­ğu­ran ve İs­lam me­de­ni­ye­ti­ni bu kı­ta­lar­da hâ­kim kı­lan de­ğer ise, ye­ni bir hu­kuk ve ah­lâk aş­kıy­dı.
Bü­tün bu me­de­ni­yet­ler bu­gün ar­tık ölü me­de­ni­yet­ler­dir. “Me­de­ni­yet­le­re bu ölüm rüz­gâ­rı ne­re­den ge­li­yor?” Fer­dî hür­ri­ye­ti yok et­me­le­rin­den! “Çin’de ve Hint’te, Mı­sır’da ve Yu­nan’da, İs­lam dün­ya­sın­da ve As­ya’da zor­ba­lık­lar, me­de­ni­ye­ti ya­rat­mış olan de­ğer­le­ri bu­gün çiğ­ne­miş­ler­dir.” Mo­dern me­de­ni­ye­ti bir sı­nıf ta­hak­kü­mü me­de­ni­ye­ti ola­rak tav­sif eden Top­çu, bu me­de­ni­ye­tin “tek­nik pa­rıl­tı­sıy­la göz­le­ri ka­ma­şan, he­nüz aşa­ğı­lık duy­gu­sun­dan kur­tul­ma­mış Şark ço­cuk­la­rı­nın da, ken­di mil­lî kül­tür­le­ri­nin mey­ve­si ola­cak müş­te­rek Do­ğu me­de­ni­ye­ti­ni ya­ra­ta­bi­le­cek hal­de ol­ma­dık­la­rı­nı” söy­le­mek­te­dir.
 
İd­râk, kim­lik ve tek­nik
Bü­tün bu tah­lil­ler­de üç ke­li­me öne çı­kı­yor: Din, kül­tür ve me­de­ni­yet. Top­lum­sal et­ki­le­ri sos­yo­lo­jik in­ce­le­me­nin ko­nu­su edil­se bi­le, di­nin ken­di­si sos­yo­lo­ji­nin ko­nu­su ola­maz. Ça­ğı­mı­zın en ün­lü din­ler ta­rih­çi­si Mir­ce­a Elia­de bu­nu fev­ka­lâ­de yet­kin­lik­le di­le ge­ti­ri­yor: “Di­nî bir fe­no­men an­cak ken­di ka­de­me­sin­de kav­ran­dı­ğı, ya­ni di­nî bir şey ola­rak in­ce­len­di­ği du­rum­da ta­nı­na­bi­lir. Böy­le bir fe­no­me­nin özü­nü fiz­yo­lo­ji, psi­ko­lo­ji, sos­yo­lo­ji, ik­ti­sat, dil­bi­lim, sa­nat ve­ya her­han­gi bir baş­ka in­ce­le­mey­le kav­ra­ma­ya ça­lış­mak yan­lış­tır. Bu, din­de­ki em­sal­siz ve baş­ka şe­ye in­dir­ge­ne­mez öge­yi, ya­ni kut­sa­lı el­den ka­çı­rır. El­bet­te salt di­nî fe­no­men­ler yok­tur; hiç­bir fe­no­men sa­de­ce ve mün­ha­sı­ran di­nî ola­maz. Din be­şe­rî ol­du­ğun­dan, bu se­bep­le top­lum­sal bir şey, dil­bi­lim­sel bir şey, eko­no­mik bir şey ol­mak zo­run­da­dır. İn­sa­nı dil ve top­lum­dan ay­rı dü­şü­ne­me­yiz. Fa­kat di­ni bu te­mel iş­lev­le­rin her­han­gi bi­riy­le açık­la­ma­ya ça­lış­mak bo­şu­na­dır.”
İn­sa­nın bi­rey ve top­lum ola­rak var­lı­ğı­nı sür­dü­re­bil­me­si en az üç tür­lü ha­zır­lı­ğı (do­na­nı­mı) ge­rek­ti­rir: Ta­bia­ta kar­şı, di­ğer top­lum­la­ra kar­şı ve (baş­ta ölüm ol­mak üze­re) bi­lin­me­ye­ne kar­şı ha­zır­lık. Ka­ba bir ta­nım çer­çe­ve­si oluş­tu­rur­sak: Me­de­ni­yet te­mel­de ta­bi­at kuv­vet­le­riy­le ba­şa çık­ma­ya; kül­tür, baş­ka top­lum­la­ra kar­şı bir kim­lik edin­me­ye; din ise bi­lin­me­yen kar­şı­sın­da bir ben-id­râ­ki­ne ulaş­ma­ya da­ir­dir. El­bet­te bu söz­ler ta­nım­la­ma düz­le­min­de­dir ve uy­gu­la­ma­da bu üç sü­reç iç içe ger­çek­le­şir. Ta­bi­at­la, di­ğer top­lum­lar­la ve meç­hul­le ba­şa çık­ma pra­tik­te bir ve ay­nı uğ­raş­tır.
Ba­na ön­ce me­de­ni­ye­ti­ni de­ğil, di­ni­ni söy­le. Di­ni­ni (Tanrı ve ben-id­râ­ki­ni) söy­le, kül­tü­rü­nü; kül­tü­rü­nü (kim­li­ği­ni) söy­le, sa­na me­de­ni­ye­ti­ni (tek­ni­ği­ni) söy­le­ye­yim.

Paylaş Tavsiye Et