MOĞOLLAR hiçbir yönetime savaş açmazdı. Tanrı bütün dünyayı onların emrine vermişti. Fakat bundan haberdar olmayan veya bunu kabule yanaşmayan asiler vardı dünyada. Moğollar savaşmıyor, asileri cezalandırıyorlardı sadece! Bu minval üzere, 1258’de kuşattıkları Bağdat’ta taş üstünde taş bırakmadılar. Medreselerini yıktılar, kütüphanelerini yaktılar… Ve 100 yıl geçmeden, tarih sahnesinden silindiler. (Bu arada Bağdat’ın ruhu Oğuz boyları üzerinden Bursa’ya sinmiş, oradan İstanbul-Edirne istikametine işaretler göndermeye başlamıştı.)
Amerikalılar da hiçbir ülkeye savaş açmıyor, “liberal demokrasi” nimetini geri tepen asileri cezalandırıyorlar sadece! Hülagû’dan 745 yıl sonra Bağdat’a girebilmek için onbinlerce “akıllı” bomba atarak şehri harabeye çevirdiler. Kütüphanelerini yaktılar, müzelerini soydular… Tarih sahnesinden ne zaman çekileceklerini bilmiyoruz, ama 2003 baharında Bağdat kapılarında ne aradıklarını anlamaz ve açıklayamaz isek, Bağdat’a sindirmek istedikleri ruh(suzluk) çok geçmeden Ankara-İstanbul istikametine işaretler göndermeye başlayacaktır.
Modern Moğollara sorarsanız, amaçları “nizam-ı âlem”den başka bir şey değildir. Petrol bölgesine özgürlük ve refah götüreceklerdir. (Dünyanın bütün ‘Irak’larında ekmeğe ve özgürlüğe el koyan Saddamları bugüne değin ayakta tutanlar kimdir acaba?) Daha savaş başlamadan hangi ihalenin kime verileceğini tartışanlar, bir dünya düzeni kuramayacakları gibi, insanlara özgürlük ve refah da sunamazlar. Ekmek, güvenlik ve özgürlük bağışlanmaz, kazanılır. Alın teriyle; akıl ve bilek gücüyle.
Bombacı Medeniyetin Kâhinleri
Her toplumsal/politik sistem üç temel meseleyi, üç farklı düzeyde çözmek zorundadır. Meselelere yukarıda değindik: Ekmek, güvenlik ve özgürlük. Düzeyler: Mikro (aile/cemaat), makro (ulus/millet) ve global (bütün dünya). Kırk yıl kadar önce Toynbee, atom çağında insanlığın önünde sadece iki tercihin olduğunu söylüyordu: Küresel siyasi birlik (dünya devleti) yahut toplu intihar. Tarihçiye göre, siyasi birliğin önündeki en büyük engel, Batı dünyasının Roma’nın çöküşünden bu yana edindiği siyasi bölünmüşlük alışkanlığıydı. Tarihçinin işaret etmediği gerçekse şu: Batının bu yatkınlığı olmasa, kapitalizm gelişemezdi. Sermayecilik, emperyal siyasi sistemlerde doludizgin gelişemez.
Her toplumsal sistemin kâhinleri var. Kapitalizmin kâhinleri, büyük birer toplumbilimci. Gelecek yüzyılın tarihçileri ihtimal şunları yazacaklar: Marx’ın kehaneti 19. yüzyılın son çeyreğinde emperyalizmin hızlanmasına yol açtı, Wallerstein’in kehaneti 21. yüzyılın ilk çeyreğinde küresel bir Amerikan imparatorluğunun kurulmasına!..
Das Kapital yazarı, işçi sınıfının gün geçtikçe yoksullaşacağını, böylece milli ekonomiler içinde efektif talebin daralacağını; bunun sonucu olarak da ekonomide üretim fazlalıklarının görüleceğini; bu şekilde başlayan kapitalist krizin, başka bazı faktörlerin de etkisiyle sistemi çökerteceğini ilan etmişti. Kapitalist ekonomileri yoksulluk krizinden kurtaran, emperyalizm oldu. Sömürgecilik sayesinde Avrupalı efendilerimiz hem üretim fazlalarını akıtacak “çantada keklik” pazarlar buldular, hem de ucuz işgücü ve ham madde yatakları.
Modern Dünya-Sistem yazarı, kapitalist sistemin emperyalizmin oksijen çadırında ancak yüz yıl kalabildiğini, şu sıralarda bir bağlantı krizinden geçmekte olduğunu, önümüzdeki 50 yıl içinde büyük ihtimalle farklı bir toplumsal sisteme (veya sistemlere) geçmiş olacağımızı ileri sürüyor. Kapitalizm mukadder sonuna ulaşmadan, Amerikan siyasi eliti elini çabuk tutup, müstakbel imparatorluğun inşâsına başladı. Kapitalist hegemonluğun tıkandığı bir uğrakta, küresel imparatorluk atılımı bir yanıyla pervasızlık, bir yanıyla kahramanlık. Gerçekleşme ihtimali çok zayıf, beşeri maliyeti çok yüksek olacağa benzeyen bu “proje”yi soğukkanlılıkla tahlil etmek, 21. yüzyıl sosyal biliminin temel meselesidir.
Hegemonyalar Uzun Sürmez
Tahlilimizin ilk durağı “hegemonya” ve “imparatorluk” kavramlarına açıklık getirmek olmalıdır. Gündelik (hatta çoğu defa akademik) dilde birbirinin yerine kullanılan bu kelimeler, temelden farklı iki gerçekliğe işaret etmektedirler. İmparatorluk, öteki (çoğunlukla, yenik) güçlere rağmen oluşan durumdur; hegemonya, öteki (özellikle, yenik) güçlerin de arzusuyla oluşan durum. Bu yüzden, imparatorluklar yüzyıllar boyu hükümran olurken; hegemonyaların ömrü, yenik veya yeni mübarizlerin (challenger!) ayağa dikilmelerine kadardır. Kapitalist sistemde hiçbir hegemonun ömrü yarım yüzyıldan fazla olmamıştır. (Hegemonun tarihi varlığı elbette sürüp gider, fakat hegemon vasfıyla ömrü kısadır.)
İmparatorluk projesini hegemonluk projesine dönüştüren ilk güç Felemenkler (bugünkü Hollanda) oldu. Otuz Yıl Savaşları’nın sonunda Habsburglara karşı kazandıkları zafer onları Avrupa’yı fethetme hülyasına değil; çok sayıda devletten oluşan “ekonomik” bir sistemde sermaye birikimini hızlandırarak sürdürmeye götürdü. Birikim için özgür olması gereken sermaye, emperyal bir yapıyı kısıtlayıcı bulduğundan; Avrupa kıtası ve ötesinde, malları ucuza alıp pahalıya satacağı her toprak parçasını vergi kaynağı değil, kâr kaynağı olarak gördü. İmparatorluklar vergi peşindedirler, hegemonlar kâr. (Son söylenecek söz dilimin ucuna takılıveriyor: ABD, kâr kaynakları kurumaya yüz tuttuğu içindir ki, yeni bir “vergi” düzeninin temellerini atmaya çalışıyor!)
İmparatorluklar, rakiplerini ortadan kaldırıp, mülklerine el koydukları halde, kapitalist hegemonlar rakiplerine “öncülük” ederler; dolayısıyla onlara er geç hegemona “yetişme” imkânı verirler. Her hegemonya, devletlerden birinin bir tür “sermaye birikim vadisi”ne dönüştüğü, yaygın bir savaş döneminin ardından ortaya çıkar. Savaş, hegemon için iyi bir fırsata dönüşür: Otuz Yıl Savaşları (1618-48) Felemenk hegemonyasına, Devrim ve Napolyon Savaşları (1792-1814) İngiliz hegemonyasına, iki devreli bir otuz yıl savaşı oluşturan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları (1914-44) Amerikan hegemonyasına açılan kapı oldu.
Her hegemon, kendi “modernliğini” merkezinde yer aldığı sistemin gelişme mantığı haline getirdi. Hollanda ticaret toplumunun, İngiltere sanayi toplumunun, ABD ise bolluk toplumunun timsali oldu. Her bir ekonomik modernlik ortaya çıktıktan sonra, modernliğin mantığına yan çizenler belirgin güç kaybına uğradılar. Amerikan kıtasının değerli madenlerine el koyan İspanyollar, ticari değil askeri mantığa sahip olduklarından, Amerikan gümüşü İber yarımadasını adeta yalayıp geçen, İspanya’yı değil Kuzey ve Batı Avrupa’yı sulayan bir ırmağa dönüştü. Onyedinci yüzyıla kadar Avrupa’ya ecel terleri döktüren Osmanlılar, sanayi mantığını içselleştiremediklerinden 19. yüzyılda Avrupa’nın hasta adamı oluverdiler. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ise, sanayide neredeyse ABD’den geri kalmayan SSCB, bolluk toplumu modernliğine ayak uyduramadığından kendi içine doğru çöküverdi. Kapitalist sistem işleyişini sürdürdükçe, hegemonların modernliği iktisadi örgütlenme için ana model haline gelir.
Hegemonyanın Özü, Kendini Sınırlamaktır
Siyasi modeli oluşturansa, hegemonun omuz verdiği yeni uluslararası kurumsal düzendir. Sistem çapında bir savaşı kazanan güç, mantıken şu üç tutumdan birini benimser: Hakimiyet, terk veya dönüştürme. Birincisi imparatorluk yoludur, sonuncusu hegemonluk (ortadaki yolu takip edip, usul usul evine dönen bir galip güç gördünüz mü?). Hakimiyet yolunu değil de, dönüşüm yoluyla hegemonluğu tercih etmişsek, başkalarını dönüştürmeden önce kendimizi dönüştürebiliyor olmamız gerekir. Türkçesi: Galip gücün hegemonik duruma gelebilmesi, savaş sonrasında meydana gelmiş bulunan muazzam kudret farkına rağmen, kendi gücünü sınırlayabilme yeteneğine bağlıdır. Hegemonik güç, kendini frenleyebilmiş güçtür. Fren sistemini oluşturansa, gün geçtikçe daha fazla “uluslararası” bir nitelik kazanan “devlet-üstü” kurumsal yapılardır.
Uluslararası düzenler, büyük savaşlardan sonra kuruldu. Kapitalist sistemin tarihinde 1648, 1712, 1815, 1919 ve 1945 yılları bu bakımdan birer dönüm noktası oluştururlar. Kapitalist sistem “küreselleştikçe”, savaşların çapı büyüdü; savaş sonrası düzenlemeler de o ölçüde kapsamlı hale geldi: 1648’deki Westphalia antlaşması esas olarak kıta Avrupası içinde bir düzenleme iken, 1712’deki Utrecht antlaşması İngiltere’nin Avrupa devletler sisteminin biçimlenmesine duhul ettiğini gösteriyordu. 1815’teki Viyana düzenlemesi Avrupa-dışı sömürge alanlarını da düzenlemelere dahil ederken, 1919 ve özellikle 1945 düzenlemeleri bütün dünyaya nizam veriyordu.
Bütün bu düzenlemelerde esas ilke, tehlike kaynaklarının yakın markaja alınmasıydı. Soğuk Savaş’ın düzenleyici ilkeleri tahdit ve caydırma (containment/deterrence) idi. ABD’- yi küresel imparatorluğa dönüştürmeyi hedefleyen Bush doktrininin örgütçü kelimeleri ise pre-emption (önleyici müdahale), militarizm ve zorla demokrasidir. ABD, her bakımdan güçlü olduğu 1945 sonrasında, kendini sınırlayarak hegemon olabilirken; sadece askeri bakımdan rakiplerine üstün geldiği Soğuk Savaş sonrasında bu sınırları kaldırıp, başına buyruk hareket etmek suretiyle imparatorluk olmayı hayal etmektedir.
SS Düzeninden NSS Düzenine
Amerikan kuvvetlerinin Bağdat’a girişlerini Moğol istilasına benzetmiştik; Bush doktrinini oluşturan belgelerin hazırlanma ve dünya kamuoyuna sunulma biçimlerini de Hitler propagandacılığına benzetebiliriz. Naziler, dünya hakimiyeti stratejilerini gizlemiyor, hatta her fırsatta dile getirmekten özel bir haz duyuyorlardı. Hitler, 1920’lerin ortalarında hapishanede yazdığı Kavgam adlı eserinde şunları açıkça dile getirmekten çekinmiyordu: “Alman devletinin (Reich) asıl hedefi, Avrupa’da yeni topraklar elde ederek kıta üzerindeki kudretimizi takviye etmek olmalıydı. Böylece, daha sonra sömürgeler elde ederek genişlemesi de mümkün olacaktı. Böyle bir siyaset için İngiltere ile ittifak kurması yahut kültürel sahalara yapılacak masrafları ikinci plana atarak bütün kaynaklarını kırk-elli yıl sadece askeri gücünü artırmaya tahsis etmesi gerekiyordu. Devletin bekasını temin edecek olan silahlanma devrini hazırlama işi elbette parlamento çoğunluğundan beklenemezdi. Parlamenter ahmaklar bu iş için gerekli ruh ve azme sahip değildir.”
Amerikan siyasi eliti de, “parlamenter ahmaklar”ın pek müdahil olmadığı büyük stratejilerini uygulama öncesinde yayımlamaktan zevk duyuyorlar. ABD’nin dünyanın rakipsiz askeri gücü olduğunu ve hep böyle kalacağını; bunun için hiçbir çabadan kaçınılmayacağını belirtiyor, böyle yapmakla “şer güçleri”nin kalbine korku saldıklarını düşünüyorlar.
NSS (National Security Strategy/Ulusal Güvenlik Stratejisi) Reagan, Baba Bush ve Clinton dönemlerinde de yayımlanan birer belgeydi. Fakat bu belgeler daha çok mevcut konumları tanımlıyor ve kimsenin belleğinde iz bırakmadan unutulup gidiyordu. Oysa 17 Eylül 2002 tarihinde yayımlanan ve Oğul Bush Doktrini diye adlandırabileceğimiz belge, Amerikan devletinin 21. yüzyıl manifestosu niteliğindedir. İkiz Kuleler/Pentagon saldırısını dayanak noktası yapan yeni NSS, Amerikan yönetiminin üç temel görevini şöyle tanımlamaktadır:
1. Terörist ve tiranlarla savaşarak barışı savunmak.
2. Büyük güçler arasında iyi ilişkiler kurarak barışı korumak.
3. Her kıtada hür ve açık toplumları özendirerek barışı yaymak.
Clinton yönetimi, 1999 sonundaki NSS belgesinde “Amerikan güvenlik alanını genişletmek, Amerika’nın ekonomik refahını artırmak ve ülke dışında demokrasi ve insan haklarını desteklemek”le yetinirken; Bush yönetimi, gerekirse tek başına hareket ederek, dünyayı “terörist ve tiranların” başına geçirmeyi hedeflemektedir. Her fırsatta “barışı savunma, koruma ve yayma” iddiasını tekrarlayan yeni NSS belgesi tipik Amerikalının değil, daha çok, İntifada karşısında çılgına dönen tipik İsraillinin psikolojisini yansıtmaktadır. 11 Eylül saldırısı, ABD gibi büyük bir gücün teröre karşı savaşına tek başına dayanak yapılamaz, çünkü münferit bir olaydır. Ne 11 Eylül’den önce “Okyanus ötesindeki güvenlik kalesi” ABD’de böyle bir olay yaşanmıştır, ne de benzer olayların yaşanacağına dair işaretler vardır. Ayrıca 11 Eylül’ün kimler tarafından, niçin düzenlenmiş olduğu da netlik kazanmamıştır. Böylesine müphem bir olaydan hareketle “Büyük Strateji” hazırlayıp dünya kamuoyuna sunmak bile, olayın arkaplanı hakkında ciddi şüpheler uyandırmaktadır.
Yeni NSS belgesinde ilk yapılan iş, teröristlerle tiranların özdeşleştirilmesidir. “Ulusumuzun yüzyüze geldiği en korkunç tehlike radikalizm ile teknolojinin kesişim noktasında bulunmaktadır. Düşmanlarımız kitle imha silahlarının peşinde olduklarını açıkça ilan etmişlerdir ve kanıtlar bu amaca kararlılıkla yürüdüklerini göstermektedir. ABD bu çabaların başarılı olmasına izin vermeyecektir.” Oysa rahatlıkla söylenebilir ki, bugüne kadar terörün en az etkilediği ülke ABD olmuştur. ABD’nin kendi içinden kaynaklanan sınırlı terör ile, 11 Eylül istisnai saldırısını bir yana bırakırsak, ABD’nin teröre muhatap bile olmadığını söyleyebiliriz. O halde NSS düzeninin bu müthiş terör hassasiyetini nasıl açıklayacağız?
Başkanın adamlarına bakarak, elbette! Başta Paul Wolfowitz olmak üzere, çoğu Yahudi kökenli bir stratejistler grubunun 1992 yılında Baba Bush’a sundukları Savunma Planlama Rehberi’nde (Defence Planning Guidance) bugünkü Bush doktrininin bütün esasları yer almaktadır. Orta Doğu’da kendini kıstırılmış hisseden İsrail Devleti psikolojisini, giderek kontrolden çıkan dünyada kendini kıstırılmış hisseden Amerikan Devleti psikolojisi haline getirmeyi başaran bu stratejistler grubu, dünün hegemon devletini yarının küresel tiranlığına dönüştürmek istiyorlar.
Medeniyetler Çatışır mıymış?
Din ve medeniyetler beşiği “Orta Doğu”, yeni NSS tiranlığının ilk hedef tahtasıdır. Müthiş bir diplomatik dille kaleme alınan metinde AB, Rusya ve Çin gibi “global güçler”e iltifat edilmekte; (Amerikan liderliği altında) ekonomik gelişmelerini sürdürmelerinin dünya barışı için önemi vurgulanmakta ve bu güçler ABD ile ortak harekete çağrılmaktadır. Ortak hareketin hedefi, yukarıda da işaret edildiği üzere, terörizmdir. Terörizm ile doğrudan ilişkili tek ifade ise, NSS belgesinin sonlarına doğru, Müslüman dünya ile bağlantılı olarak yer almaktadır: “Terörizmle savaş bir medeniyetler çatışması değildir. Ne var ki, (terörle savaş) bir medeniyetin içindeki çatışmayı, Müslüman dünyanın geleceğine dair muharebeyi açığa çıkarmaktadır. Bu bir fikirler mücadelesidir ve Amerikalıların bu alanda üstün gelmesi gerekir.” Bush doktrini, yahudi tarihçi Bernard Lewis’in son yıllardaki kitap ve makalelerini adeta özetlemektedir.
ABD için büyük zorunluluk, sistemin merkezinde başgösteren derin yarılmayı çevreye taşımaktır. Açıkça biliniyor ki, asıl çatışma Atlantik’in iki yakası arasında cereyan etmektedir (edecektir değil, etmektedir!). En ciddi Amerikalı uluslararası ilişkiler uzmanlarından biri olan Charles Kupchan’ın altı ay önce yayımlanan bir makalesinin başlığı “Batı’nın Sonu” idi. Popüler fikir dergisi The Atlantic Monthly’de yayımlanan yazının ilk cümlesi şuydu: “Gelecekteki medeniyetler çatışması Batı ile Batıdışı dünya arasında değil, ABD ile Avrupa arasında olacaktır ve Amerikalılar büyük ölçüde buna bigânedirler.” Kupchan’a göre, güç merkezleri tabiatları gereği konum, nüfuz ve itibar yarışına girerler. Kapitalizm ve Hıristiyanlık gibi ortak paydalar sözkonusu çatışmayı azaltmaz, aksine şiddetlendirir. Ortak miraslarına rağmen, Roma ile Bizans arasındaki çatışmanın önlenememesi gibi.
NSS belgesine göre, ABD çatışan Orta Doğu’ya refah ve özgürlük (=liberalizm ve demokrasi) götürecektir. “Orta Doğu halkları buna layık” imiş! Tuhaftır, liberalizm Batı dışı toplumları hep militarizmin şemsiyesi altında şereflendiriyor. Artık anlaşılmalıdır ki, liberalizm bir siyasi felsefe olmanın ötesinde, Avrupa-merkezci tarafgir bir tarih yorumudur. Geriye doğru yansıtıldığında, Batının hür devletleri ile Doğunun despotik yönetimleri arasındaki kurgusal karşıtlığa dayanır. Norberto Bobbio, “Sonsuz ilerleme yasası sadece medeni Avrupa için geçerlidir, despotik Doğu dünyasına uygulanamaz. Bu bakımdan, liberal devlet sadece genel bir kategori değil, bir tarih yorumunun kıstası olarak karşımıza çıkmaktadır” diyor. Yaşayan en büyük Amerikalı tarihçi William McNeill ise, Batılı bilginlerin 19. yüzyılda geliştirdiği Avrupa vizyonunun “hürriyetin gelişmesi” fikri etrafında döndüğünü, bunun bilimsel değil ideolojik bir tutum olduğunu söylüyor: “Esasta, daha önceki İslam-karşıtı Hıristiyan tarih yorumlarının sekülerleştirilmesinden başka bir şey olmayan bu liberal tarih görüşü, Türkleri gulyabani olarak resmeden anlayışta hiçbir değişiklik yapmıyordu.”
Avrupa, Asya’ya bakışında aslında kendini, kendi emellerini, Doğu’ya yönelik tahakküm projelerini dile getirmektedir. Leibniz’in 1672’de 14. Louis için hazırladığı Mısır seferi projesi buna iyi bir örnektir. Yirmi altı yaşındaki filozof için Doğu “avdan başka bir şey değildir. Üzerine ilk atlayacak Avrupalı hükümdar için büyük bir koz.” Avrupa ile Asya arasında mümkün tek giriş olan Mısır, Hind ortak pazarıyla Avrupa ortak pazarının kesişme noktasıydı. Bu stratejik noktanın ele geçirilmesi için, Osmanlıların Mısır’ı savunmaktan aciz olduklarının Fransız kralına kanıtlanması gerekiyordu. Filozof bunu Türk ordusunun zayıflığı ile ortaya koymakla yetinemezdi; siyasi sistemin çürümüşlüğünü de bilimsel biçimde açıklaması şarttı. Daha sonra Monteskiyö, Wittfogel ve birçok Batılı düşünürün tekrar tekrar kurgulayacakları “Doğu despotizmi” miti işte bu tür amaçlara hizmet etmektedir. Avrupa, 21. yüzyılda bu mit-üretme misyonunu ABD’ne devretmiş gözüküyor!
Bush, Iraklılara ekmek ve özgürlük vaadediyor. Oysa kapitalist sistemin merkezinde oturmaktadır ve bu sistemin işleyişinin dünya nüfusunun ezici çoğunluğu için nasıl bir sonuç doğurduğunu yeni NSS belgemizin 7. bölümü açık seçik dile getirmektedir: “Bazıları konfor ve bolluk içinde yaşarken, insan soyunun yarısının 2 doların altında gündelikle yaşamaya mahkûm olması ne adildir, ne de istikrarlı. Dünyanın bütün yoksullarını genişlemekte olan bir kalkınma (ve fırsat) çemberinin içine almak, Amerikan uluslararası siyasetinin ahlâki gereği ve önceliğidir.” Bu belagat karşısında gözlerimiz yaşardığından namlunun ucundaki adalet ve istikrar arayışını yeterli netlikte göremiyoruz. Geçen yüzyılın başlarında Woodrow Wilson da aynen böyle demişti. Dünyayı demokrasi için emin bir yer haline getirme arayışı, dünyayı kapitalizm (ve ABD) için güvenli hale getirmişti. Despotik (!) imparatorluklar parçalanmış, her birinin içinden onlarca “ulus” çıkarılmış; fakat 100 yıllık özgürlük ve refah yürüyüşü görece daha fazla yoksulluk ve despotlukla sonuçlanmıştı. Böyle olmasaydı, Irak halkı despot Saddam’la işgalci Amerikalılar arasında sıkışıp kalmazdı. Saddam, Kaddafi, Hafız Esad türü despotluklar Osmanlı yönetiminin mirası değil; onu parçalayan “liberal” hegemonların marifetiydi.
Yüzleşme Zamanıdır!
Buraya kadar “dünya” ile yüzleştik. Biraz cesaret, daha çok bilgi gerektiren bir ameliye. Daha zor olanı, kendimizle yüzleşmektir. Biraz bilgi, daha çok cesaret gerektiren bir ameliye. Kendisiyle yüzleşemeyenlerin dünyaya dair fikirleri, zorbalar için ticaret metaıdır.
Ulus-devletlik, kapitalist yapılanmanın motor gücüydü. Belirli sermaye merkezlerini, güçlü imparatorluk yapılarından ayıran ve onlara karşı muhafaza eden bir tür tel örgü. Fakat sistem güçlendikçe, kapitalist devletler kendilerini çevreleyen bu tel örgüyü parçalayıp, çöken imparatorlukların içinden çıkagelen “ulus”ları zapteden dünya çapında bir tel örgüye dönüştürdüler. Klasik imparatorlukların (ve daha sonra sömürge imparatorluklarının) bünyesinden çıkan topluluklar uluslaştıkça, merkezdekiler bu sefer ulusluğu aşmaya yöneldiler. Yirminci yüzyıl sonlarında öyle bir noktaya gelindi ki, Almanya veya Fransa gibi (her biri Türkiye’nin 10-15 misli servet üreten) ulus-devletler “Küreselleşme” karşısında yetersiz, Türkiye gibi ulus-devletler ise olması gerekenden büyük sayılmaya başlandı. Bundandır ki, candüşmanı Almanlarla Fransızların, İtalyanlarla İngilizlerin birleşerek Avrupa ulusunu meydana getirdikleri bir uğrakta; Türkiye’nin daha küçük parçalara bölünmesi uygun görülmektedir! “Kerkük’e karşı Diyarbakır” söylemi, Irak’taki aşiret reislerinin değil, onlara alan açıyor gibi yapanların söylemidir. JönKürtlerin emelleri ne olursa olsun, NSS kurmayları ve İngiliz asistanlarının maksadı onlara alan açmak değil, yeterli verimi alamadıkları “Türklüğün” alanını daraltmaktır.
Bugünkü kullanımlarıyla Türkiye ve Türklük, ezeli (dolayısıyla ebedi) birer gerçeklik değil, 100 yıl kadar önce dillendirilmeye başlanmış birer “proje”dir. Kapitalist merkezin Rumlardan Bulgarlara kadar birçok unsuru “uluslaştırma” baskısı olmasaydı, Genç Osmanlılardan, Genç Türklere (JönTürklüğe) geçiş ihtiyacı olmayacaktı. Mesele, ne yapıp edip mülkü (devleti) elde tutmaktı. Devlet, milletin tarih içindeki varoluş mümessilidir. Millet, devletini yaşatmaya güç yetiremezse, tarihsel bir özne olarak varolma hakkını yitirir. Ortaya çıkan boşlukta, gerçek tarihsel özneler bu “malzeme” ile bir devlet kurulmasına katkıda bulunur; sonra onu merkeze kafa tutmayacak bir “ulus” yaratmaya özendirirler. Bu topraklarda 1908-2003 arasında vuku bulan gelişmelere Londra’dan bakabilen gözler, Türkiye ve Türklüğün biraz da böyle “oluştuğunu” farkederler. İttihatçı ve terakkici elit, “milliyet” fiyatına vatanı elde tutmuş; ikramiye olarak da ulusluğa hak kazanmıştır!
Bugünse (artık Washington’ın yedeğinde oynayan) Londra’nın hesabı değişmiştir. Aradan geçen 100 yıl içinde Bu Ülkenin insanları millet olduklarını unutmamış, uluslaş(tırıl)maya direnmişlerdir. Ahi Mesgut ancak tabela üzerinde Eti Mesgut yapılabilmiş, ahiliğin ruhu unutturulamamıştır. “(Jön)Türklük” projesi, yani Osmanlı toplum/devlet sisteminin asli unsurlarının uluslaştırılması başarılı olabilseydi, bugün bir “(Jön)Kürtlük” projesine ihtiyaç duyulmayacaktı. JönTürklük boyası tutmadı ve Müslümanlık 100 yıl öncesinde olduğu gibi Bu Ülke insanlarının anlam dünyalarını belirleyen birincil kaynak olmayı sürdürdü. Derinden anlaşıldı ki, milletliğine müslümanlığını esas almayan hiçbir “Orta Doğu” toplumu meşru, dolayısıyla uzun ömürlü, siyasi yapılar kurup yaşatamaz. Orta Doğu terimi nasıl (Anadolu veya Yemen gibi) nesnel-coğrafi değil, dışarıdan empoze edilen öznel-siyasi bir içerik taşıyorsa, Türklük ve Kürtlük de “ulus” çerçevesinde tanımlandıkça aynı içerik(sizlik)te olacaklardır. Egemenler tarafından tanımlanan değil, kendini tanımlayabilen toplumlar millet olurlar. Ulusların devleti olmaz, devletlerin ulusları olur. Millet bilincini yitirmeyenlerse, devletlerine er geç kavuşurlar.
Çetin bir evreden geçiyoruz. Topyekün yüzleşme zamanıdır. Türklerin yurdu (Türkistan) anlamında kullandığımız “Türkiye” kelimesi bile Türkçe değil, İtalyancadır. İtalyanca bildiğim diğer bir kelime ise Fellini’nin ünlü filminden hatıradır: Amarcord. Amarcord, yani, hatırlıyorum! Evet, neyi gerilerde bıraktığımızı, neyin elimizden alınmış olduğunu, neyin bizi millet yaptığını hatırlayabilirsek, “ekmek, özgürlük ve güvenlik” arayışımızı başı dik sürdürebiliriz.
Paylaş
Tavsiye Et