BU yazıyı okuduğunuzda NATO Zirvesi sona ermiş ve sonuç bildirgesi ilan edilmiş olacak. Başlangıçta mavi, Soğuk Savaş’tan sonraysa mavi-kırmızı renklere bürünen bu güvenlik ittifakının İstanbul Zirvesi’nde aldığı kararların küreselleşen dünya sistemi bakımından ne ifade ettiğini gelecek ay “Küreselleşme” dosyamız çerçevesinde ele alacağız. Bu yazıda, ciddi bir medeniyet tarihçisinin kılavuzluğunda, NATO’nun, dünyanın demografik yapısını altüst eden kapitalist medeniyetin geleceğinde nasıl bir yer tutabileceğini tartışmak istiyorum.
Carroll Quigley’i Medeniyetlerin Evrimi (1961) başlıklı eseriyle tanımıştım. Toynbee’den daha vazıh, Spengler’den daha nesnel, her ikisinden daha alçak gönüllü bir tarihçi. İnsanlık tarihini 270 sayfada resmediyordu. Fakat bir de aşağı-yukarı kendi yaşadığı dönemi tasvir eden Trajedi ve Ümit başlıklı çalışması vardı ve bir insan ömrünü geçmeyecek bir dönemi (1895-1965) ele aldığı halde tam 1348 sayfa tutuyordu. Perspektif daraldıkça, dilin bağı mı çözülüyor? Öyle anlaşılıyor ki, “Nereye gidiyoruz?” veya “Yaşam tarzımız böyle sürüp gidebilir mi?” soruları, nereye gitmişlerdi yahut nasıl yaşamışlardı sorularından daha yürek burkucu, daha tedirgin edici. Tarihçi ilk eserinde, başkalarının hayatını kendi sanatı içinde eritirken, ikincisinde sanatını kendi hayatı içinde eritiyordu.
Quigley’e göre yaklaşık 8000 yıllık medenî tarihte (“medeniyet kısaca şehir hayatı ve yazıdır!”) 16 medeniyet var olmuş: Mezopotamya (MÖ 6000-300), Mısır (MÖ 5500-300), Girit (MÖ 3500-1150), Hindî (MÖ 3500-1700), Kenanî (MÖ 2200-100), Çinî (MÖ 2000-MS 400), Hitit (MÖ 1800-1150), Klasik (MÖ 1150-MS 500), Andea (MÖ 1500-MS 1600), Maya (MÖ 100-MS 1550), Hindu (MÖ 1800-MS 1900), Çin (MS 400-1930), Japon (MÖ 850-MS ?), İslam (MS 500-?), Batı (MS 350- ?), Ortodoks (MS 350-?).
Bu medeniyetlerin hepsi benzer gelişme ve çöküş evrelerinden geçiyorlar. Önce ‘Genişleme’ evresi, ardından ‘Kriz’, onun ardından ‘Evrensel İmparatorluk’. İmparatorluğun ardından ya çöküş veya yenileniş. Dolayısıyla, medeniyetlerin ayakta kalması sonuçta örgütsel bir krizi aşmakla ilintilidir. Genişleme evresinde dört türlü genişleme olur: a) Nüfus, b) Coğrafî alan, c) Üretim, d) Bilgi. Üretim ve bilgi genişlemesi nüfusu kamçılar, bunların üçündeki genişleme ise coğrafî alanı genişletir. Bu coğrafî genişleme medeniyete nükleer bir yapı kazandırır: Çekirdek (merkez) bölge, çevre bölgeler ve ikisinin arasında yer alan yarı-çevre. (Bu sınıflamanın Bağımlılık ve Dünya-Sistem kuramcılarının ortaya çıkışlarından 10-15 yıl önce yapıldığına dikkat ediniz!) Mezopotamya medeniyetinde çekirdek, aşağı Mezopotamya; yarı çevre orta ve yukarı Mezopotamya; çevre ise İran, Suriye ve hatta Anadolu’ya kadar uzanan dağlık bölgelerdi. Girit medeniyetinde çekirdek Girit adası, çevre ise Ege adaları ile Balkan sahilleriydi. Klasik medeniyette çekirdek Ege Denizi sahili, yarı çevre doğu Akdeniz’in kuzey sahilleri, çevre ise Akdeniz’in İspanya ve Kuzey Afrika’ya kadar uzanan diğer kısımlarıydı.
Medeniyetler Nasıl Genişler?
Medeniyetlerdeki bu iki-alanlı gelişme modeli önemlidir; zira çekirdek veya merkezdeki genişleme yavaşladığı halde, çevrenin genişlemesi devam eder. Sonuçta, Genişleme evresinin son anlarında, medeniyetin çevresi merkezden daha kuvvetli ve zengin hale gelir. Bunun başka bir ifadesi şudur: Merkez, Genişleme evresinden Çatışma evresine çevreden daha hızlı geçer. Nihayette, merkezi ve çevresiyle beraber, bütün medeniyette genişleme hızı düşer.
Genişleme hızı düşünce Çatışma evresi başlar. Bu dönemin başlıca dört özelliği vardır: a) Genişleme hızı düşer; b) Gerilimler artar, sınıf çatışmaları baş gösterir; c) Şiddetli emperyalist savaşlar görülür; d) İrrasyonellik, kötümserlik, hurafecilik ve ‘ahiretçilik’ yaygınlaşır. Tüm bu olgular çevreden önce merkezde ortaya çıkar. Zihinler hep genişlemeye ayarlandığı için, düşüşü hazmetmek kolay olmaz; dolayısıyla medeniyet camiasına dahil sosyal sınıflar ve politik birimler normal genişlemeden umut kesince şiddet yoluyla diğer sosyal sınıf veya politik birimlere baş eğdirmeye çalışırlar. Böylece sınıf çatışmaları ve emperyalist savaşlar dönemi başlar. Bu ise çöküşü hızlandırır; zira insanların servet ve enerjilerini üretken olmayan alanlara kaydırır.
Çoğu medeniyetlerde, uzun çatışma dönemleri Evrensel İmparatorluk ile son bulur. Emperyalist savaşlardan ötürü, politik birimlerin çoğu fethedilir; sonunda güçlerden biri muzaffer olur ve tüm medeniyeti kapsayan siyasi örgüte dönüşür. Nasıl merkez bölge çatışma evresine çevreden daha önce giriyorsa, bazen tüm merkez alan Evrensel İmparatorluk tarafından fethedilmeden önce bir tek devletin eline geçer. Bu meydana geldiğinde, merkez imparatorluk çoğu zaman bir yarı-çevre devleti, Evrensel İmparatorluk ise bir çevre devletidir. Mesela, Mezopotamya medeniyetinin merkezi yarı-çevre Babil tarafından (MÖ 1700), medeniyetin tümü ise daha çevresel konumdaki Asur tarafından (MÖ 725) fethedildi; 200 yıl sonra ise tamamen çevre konumundaki Perslerin eline geçti. Klasik medeniyette merkez alan MÖ 336 dolaylarında yarı-çevresel Makedonya tarafından, tüm medeniyet ise MÖ 146 dolaylarında çevresel Roma tarafından fethedildi. Benzer süreçler bütün medeniyetlerde gözlenmektedir.
Qiugley, Batı medeniyetinin üç defa genişleme (dolayısıyla üç defa çatışma) evresinden geçtiğini, şimdi bir dördüncüsünün sınavında olduğunu söylüyor. Takriben 350-700 yılları arasında, barbar kavimlerin, Roma dünyasının, Arap ve Yahudi dünyasının sunduğu kültürel ögelerle Batı medeniyeti bir toplum halinde örgütlendi. Medeniyete tam dönüşmesi ise 700-970 arasında belirli bir sermaye birikiminin oluşması ve bunun yeni üretim yöntemleriyle üretken biçimde yatırılmasıyla gerçekleşti. (Yaya askerlerden süvarilere, insan (köle) enerjisinden hayvan enerjisine, basit sabandan pulluğa, vb geçişler hep bu dönemde oldu. İç ve dış ticaret genişledi, okuma yazma yaygınlaştı, vesaire.) Bütün bunlar 970-1270 arasında Batı medeniyetinin ilk genişleme evresine yol açtı.
1270-1420 arası çatışma dönemidir. Yüzyıl savaşları, veba, sınıf/zümre kavgaları ve itizaller dönemi. Batı medeniyetinin sonu olabilirdi bu; fakat İngiltere ve Burgundy’den (çevreden) İtalya-odaklı merkeze doğru bir tür fetihle kriz aşıldı ve farklı bir örgütlenme modeli sunan yeni bir genişleme evresi başladı. Literatürde ticaret kapitalizmi diye anılan bu dönem 1440 civarından 1680’lere kadar sürdü. Merkantilizm adı verilen bu yeni örgütlenme siyasetinin hedefi, üretim ve ticareti özendirmekten ziyade, alanlarını kısıtlamak suretiyle yüksek kazanç sağlamaktı. Bunun genişleme hızında yeni bir düşüşe yol açması kaçınılmazdı ve 18’inci yüzyıl bu siyasetin sonuçlarıyla geçti: İngiltere ile Fransa, arasında bir tür İkinci Yüzyıl Savaşları, diğer emperyalist kapışmalar ve sınıf kavgaları. Fransa 1810’a gelindiğinde medeniyet merkezinin bir kısmını ele geçirmiş olsa da, yeni bir genişleme aracı (ticaret kapitalizmi yerine sanayi kapitalizmi) ortaya çıkmış olduğundan, bu zafer sonuçsuz kalmaya mahkumdu.
Tarım Devriminin Marifetleri
Quigley, analizinde sanayi devriminden çok tarım devrimine ağırlık verir. Takriben 1775’te başlayan sanayi devriminden 50 yıl önce meydana gelmiş bir gelişmeler bütünüdür bu. Yonca ve korugan gibi bitkiler sayesinde toprağın nitrojen içeriğini zenginleştiren, aynı zamanda hayvan yemi olarak kullanıldığı için besi hayvanı sayısını artıran, onların doğal gübresi sayesinde toprağın verimini artıran… bu devrim sayesinde, üç kişinin çalışması ile 21 kişiye yetecek kadar yiyecek üretilmeye başlandı (Daha önce 21 kişiyi doyurmak için 20 kişinin çalışması gerekiyordu!). Tarım devrimi olmasaydı, sanayi devrimi için gerekli işgücü sağlanamazdı.
1690-1815 arası döneme Batı medeniyetinin ikinci çatışma dönemi dersek, üçüncü genişleme döneminin sınırları aşağı yukarı 1770-1929’dur. Medeniyetin genişleme aracı, kapitalist sanayi işletmesidir. Fakat 1890’lardan itibaren, emperyalizmin canlanması, sınıf çatışması ve çeşitli akıldışılıklarla yeni bir çatışma evresinin işaretleri belirmeye başlar. 1930’a gelindiğinde Batı medeniyetinin tekrar bir Çatışma evresine girdiği artık aşikardır. On iki yıl içinde, yarı-çevresel bir devlet olan Almanya medeniyet merkezinin büyük kısmını ele geçirir. Bu gücü dengelemek için, çevresel bir devlete (ABD) ve dışsal bir medeniyete (SSCB) davetiye çıkarılır. Daveti kabul edenler, savaş sonunda Avrupa’yı ikiye bölerek kendilerine bağlarlar. Soğuk Savaş rekabeti SSCB’nin enerjisini tüketir ve meydan ABD’ye kalır.
Batı medeniyetinin diğer medeniyetler gibi nihai bir çöküşe mi, yoksa yeni bir örgütlenmeye mi gittiği belli değildir. Eğer çöküş yolundaysa, o zaman ABD’nin Evrensel İmparatorluk sıfatıyla Batı medeniyetinin büyük bölümünü yönetmesi kaçınılmazdır. Bunu, dış bir medeniyetin Batı medeniyetini topyekûn fethi takip edecektir. Yeniden örgütlenme olursa, dördüncü bir genişleme evresi başlayabilir.
Tarım ve sanayi devrimleri (ve onlara eşlik eden taşımacılık ve sağlık devrimleri) insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir demografik dönüşüme yol açtı. Bölgeden bölgeye değişen hızlarla, doğum oranları ve doğumdan sonra hayatta kalma oranları arttı; ölüm oranları azaldı. 1700’lere kadar geçerli olan A tipi nüfus yapısında doğum ve ölüm oranları yüksek, toplam nüfus istikrarlı idi; nüfus yoğunluğu 18 yaş altındaydı. B tipi nüfus yapısında doğum oranı yüksek, ölüm oranı düşük, dolayısıyla toplam nüfus artmaktadır. Nüfus yoğunluğu 18-45 yaş arasındadır. C tipi nüfus yapısında doğum oranı düşmekte, ölüm oranı zaten düşük, dolayısıyla toplam nüfus yeni bir istikrar noktasındadır. Nüfus yoğunluğu 30-60 yaş grubundadır. D tipi nüfus yapısında ise doğum oranı düşük, ölüm oranı yüksek, dolayısıyla toplam nüfus azalmaktadır. Nüfus yoğunluğu 50 yaşın üzerindeki gruptadır. Bu nüfus tiplerinin son 300 yıl içindeki coğrafî dağılımı şöyledir:
Tarih Batı Orta Doğu Asya
Avrupa Avrupa Avrupa
1700 A A A A
1800 B A A A
1850 B B A A
1900 C B B A
1950 C C B B
2000 D D C B
Tabloda B harflerini izleyerek aşağı yukarı 50 yıllık aralarla peşpeşe şu dört nüfus baskısının ortaya çıktığını görebiliyoruz: 1850’lerde İngiliz-Fransız baskısı, 1900’lerde Alman-İtalyan baskısı, 1950’lerde Slav baskısı ve 2000 dolaylarında Asya baskısı. Tablodan 19’uncu yüzyıl ortaları İngiliz-Fransız rekabetini, 1900’den sonra Almanlara karşı İngiliz-Fransız ittifakını, 1950’lerden itibaren Ruslara karşı hür (kapitalist) dünya ittifakını ve nihayet 2000’lerde topyekûn Batı (ve Rus) medeniyeti karşısında Asya’nın oluşturduğu tehlikeye karşı Mavi kuvvetlerle Kırmızı kuvvetlerin mecbur olduğu ittifakı okuyabiliriz.
Kültür Cephesinde Yeni Bir Şey Var mı?
Buraya kadar bir tür ‘maddeci’ tarihçilik yaptık. Acaba kültür cephesindeki gelişmeler umut verici mi? Başka bir medeniyet tarihçisi, Pitirim Sorokin, insanlık tarihinin üç kültürel zihniyet arasındaki ritmik bir ilişki çerçevesinde tezahür ettiğini söylüyor. Birincisi, gerçekliği esasta gayri maddî olarak gören ve manevî ihtiyaç ve gayeleri öne çıkaran “Ideational” (tasavvurî) zihniyet. Bu gayelere öncelikle bireyin fizikî ihtiyaçlarını en aza indirmek veya ortadan kaldırmak suretiyle, yani nefs murakabesi veya zühd tavrıyla erişilirdi. İkincisi, gerçekliği temelde maddî veya fizikî olarak algılayan, en önemli beşerî ihtiyaçların bedenle ilgili olduğunu söyleyen “Sensate” (duyusal, ihsasî) zihniyetti. Bu zihniyette hayr (iyilik), maddî ihtiyaçların maksimum tatmininde yatıyordu. Şiarı şöylesine sloganlarda ifadesini buluyordu: “Hayat kısadır. Ye, iç, eğlen!” Bu kültürel zihniyet aynı zamanda hem tabiatı, hem beşer toplumunu yorumlama, aktif biçimde denetleme ve ona hükmetme arayışıyla temayüz etmektedir.
Nihayet, bu ikisinin bir tür karışımı veya ikisinin ortasında yer alan üçüncü bir kültürel zihniyet vardır: “İdealistik” (ülkücü) zihniyet. Gerçekliği hem maddî, hem manevî olarak algılayan, ihtiyaçlarla gayeler arasında denge kuran, hem fizikî, hem manevî ihtiyaçların tatminine çalışan bir zihniyet. Sorokin’e göre, bu zihniyetler birbirinin peşinden gelirlerdi; birinin ömrü tükenince, yerini diğerine bırakırdı. Çağdaş Batı medeniyeti de en az 500 yıldır genişlemekte olan “Sensate” zihniyetin etkisindeydi. Bu zihniyet artık son sınırlarına yaklaşıyordu ve yakında yok olacak, yerini “İdealistik” halefine bırakacaktı. Sorokin bu gelişmeyi tespitle yetinmiyor, kalben arzu da ediyordu.
Sensate, yani beş duyuya öncelik veren, sadece maddî unsurları önemseyen zihniyet. Kapitalizm, bu zihniyetin eseri. Sorokin’in ilmî bir belagatle dile getirdiği bu hakikatı, aynı zaman diliminde Bediüzzaman Said Nursî kendine has üslubuyla şöyle ifade ediyordu: “Medeniyet-i hâzıra-i garbiye semavî kanun-u esâsîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hataları, zararları faidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-ı umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyevîye bozuldu. İktisad ve kanaat yerine israf ve sefahat... ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi.”
İlk bakışta bir çelişki var gibi. Kapitalizm, insanlık tarihinin en üretken sosyal sistemi değil mi? İnsanlığı nasıl fakir bırakmış, onun maddî saadetini gölgelemiş olabilir? İşte üstadın cevabı: “Bedevilikte beşer, üç-dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hacatını tedarik etmeyen on kişide ancak ikisi idi. Şimdiki garb medeniyet-i zalime-i hazırası su-i istimalât ve israfat ve hevasatı tehyic ve havayic-i zaruriyeyi zaruri hacatlar hükmüne getirip, görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki medenî insan dört hacat yerine yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hacatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek yirmi kişiden ancak ikisi olabilir. Onsekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmağa sevketmiş; biçâre avâm ve havass tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiştir.”
Evet, sensate zihniyetin marifeti, insanların arzularını kamçılayıp/dönüştürüp birer ihtiyaç haline getirmesidir. Böylece insanlığın büyük bölümü, sadece bedensel zevklerin tatmini için uğraşan, bunların çoğunu da karşılayamadığı için (görece) yoksul kalan bir sürüye dönüşmüştür. “Kur’an’ın kanun-u esasisi olan vücub-u zekât ve hurmet-i riba vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassın avama karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevketmeye mecbur etmiş; istirahat-ı beşeriyeyi zir ü zeber eylemiştir.”
Kıssadan Hissemiz Ne Olacak?
Quigley, Sorokin, Bediüzzaman. Üç yansız düşünür, üç yaralı vicdan. Mümkün bir çıkış yolunu işaret ediyorlar ama, kulak veren kim? Quigley’nin kitabının arka kapağında Bill Clinton’ın övgü sözlerinin yer aldığını ne Bush biliyor, ne Dominant Azınlık dinliyor. NATO’da cisimleşen Mavi-Kırmızı kuvvetler ittifakı, Asya’nın yükselişine karşı son çare sayılıyor. Oysa, Quigley’nin yeni bir açılım olabilir mi sorusunun cevabı, Sorokin’de: Batı duyusal kültürden ülkücü kültüre geçebilirse, belki. Geçemezse, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “burjuvalar zulme, fukara isyana” devam edecek.
Trajedi ve Ümit yazarı, Çatışma evresinde şiddetin ve emperyalist savaşların arttığını, akıldışılık, hurafecilik ve ‘ahiretçiliğin’ yaygınlaştığını söylüyordu. ABD ve Dominant Azınlığın fikir ve eylemlerine bakın, hepsinin gerçekleştiğini göreceksiniz. Küresel terör tırmanıyor, emperyalist savaşlar birbirini izliyor, Hıristiyan evangelizmi ve Yahudi fanatizmi Mesih anlayışına dayalı ahiretçiliği hortlatıyor ve binbir türlü akıldışılık almış başını gidiyor. İhsan Fazlıoğlu ise Anlayış sayfalarında biteviye “Peki, Türkler, onlar ne yapıyor?” diye sorup duruyor.
Mevsimler tef çalıyor cücelere gerdekte
Devin yalnızlığını sular bestelemekte
Paylaş
Tavsiye Et