Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2009) > Yüzleşiyorum > ADD, İran ve Türkiye
Yüzleşiyorum
ADD, İran ve Türkiye
Mustafa Özel
AMERİKAN Dünya Devleti (ADD), mistik-militarist bir proje. İlham kaynağı belki Büyük İskender, belki Moğollar, belki Napolyon. Arnold Toynbee, “keşke Napolyon’un Avrupa’nın çekirdek devletlerini birleştirme çabası başarılı olsaydı” diyordu. Rüyası, (nükleer) savaşı men edecek ve önleyecek kudrette bir global devletin ortaya çıkmasıydı. Ne var ki, Napolyon’u da, haleflerini de yarı yolda bırakan kapitalizmdi. Kapitalist bir sistem, merkezî bir siyasî yapıya elverişli değildi. Sermayenin, birinden diğerine rahatça akabileceği çok sayıda siyasî yapı kâr maksimizasyonuna daha uygundu. Kapitalizmde son sözü silah değil, para söylerdi.
Antropologlardan öğrendiğimiz bir trend: Son 10 bin yılda, siyaseten egemen birimlerin ortalama boyutları büyüdü, sayıları azaldı. Tek istisna, içinde yaşadığımız (kapitalist) devletlerarası sistem. David Wilkinson’a göre, son 5000 yılda 12 ayrı medeniyetten oluşan küresel bir dünya-sistem içinde yaşayageldik. Bu dünya-sistem içinde iki tip devlet sistemi gözlüyoruz: Devletlerarası sistemler ve evrensel imparatorluklar. Bu sürede, ortalama ömrü 200 yılı bulan 23 evrensel imparatorluk ve 32 devletlerarası sistem oluştu. Devletlerarası sistemlerin ömrü 60 yıldan 1760 yıla kadar uzanıyor (ortalaması 380 yıl). En uzun ömürlü olanı, halen içinde bulunduğumuz sistemdir. Wilkinson bu sistemi 235’te evrensel Roma İmparatorluğu’nun düşüşüyle başlatıyor.
Devletlerarası sistemlerin uzun ömürlülüğü açık bir cephe olmalarına, nüfus hareketliliğine, kültürel heterojenliğe, ucuz ve savunmaya yönelik askerî teknolojilere bağlanıyor. Bu sistemlerin genel sonuçları ise hızlı yenilikler, sosyo-kültürel hareketliliğin sürdürülmesi ve görece yüksek savaş düzeyleridir. Buna karşılık, evrensel imparatorluklar daha baskıcı, daha az yenilikçi, homojenleştirici ve görece savaşsız biçimde karşımıza çıkıyor. Devletlerarası sistemin çekirdeği beş-on ‘büyük güç’ten oluşan bir oligarşi tarzında tanımlanıyor. Dominant güç ise, diğer bütün devletlere söz geçirebilen Büyük Güç demektir. Bu konuma genellikle ‘ördek avı’ sayesinde ulaşırlar: Küçük devletler ve görece büyük güçler, Dominant Güç adayının karşısında ittifak kurmaya çabalarken, o bunları tek tek haklamaya çalışır.
 
Yeni Avrasya Jeopolitiği
Bu teorik çerçeve, Avrasya’daki gelişmeleri anlamamızı kolaylaştırabilir. Son on yıl içinde, önce dünyanın en önemli jeostratejik bölgesi olan Avrasya’nın doğusu (doğu/güneydoğu Asya) karıştı, ardından kalbgâhı sayılabilecek Rusya büyük bir uçuruma doğru yol almaya başladı; derken Türkiye’de son 50 yılın en büyük ekonomik krizi meydana geldi. Bu gelişmeleri jeopolitik önemlerinden sıyırıp sırf ekonomik olaylarmış gibi görmek, buz dağının sadece tepesine bakmaktır. Amerikan yönetiminin önde gelen jeopolitik uzmanlarından Zbigniew Brzezinski, Amerikan hegemonyasının başlıca jeopolitik ödülünün Avrasya hakimiyeti olduğunu söylüyor: “Beş yüzyıl boyunca dünya işlerine Avrasya güçleri egemen olmuştu. Şimdiyse Avrasyalı olmayan bir güç Avrasya’ya ve bütün dünyaya hükmediyor. Ve bu gücün (ABD) küresel üstünlüğü, Avrasya üzerindeki hakimiyetinin ne kadar devam edeceğine bağlıdır.”
Avrasya, aşağı yukarı, Amerika ve Afrika kıtaları dışında kalan yerküreyi kapsıyor. Orta kısmına Rusya’nın yerleştiği bu devasa bölgenin doğusunda Çin ve Doğu Asya ülkeleri, güneyinde Orta Doğu, batısındaysa Avrupa var. Brzezinski’nin hesaplarına göre, yaklaşık 50 milyon kilometrekare, yani 23,5 milyon kilometrekarelik Kuzey Amerika’nın iki misli büyüklükte. Fakat asıl gücü yüksek nüfusundan geliyor: Kuzey ve Güney Amerika’nın toplam nüfusu 720 milyonu bulmazken, Avrasya’nın nüfusu 4 milyarı aşıyor. Üretilen mal ve hizmetlerin toplam değeri (GSYİH) bakımından da arada uçurum var: Kuzey Amerika 8 trilyon dolar, Avrasya 34 trilyon dolar.
Usta jeopolitikçiye göre, yeni ‘oyun’un sahası, Lizbon’dan Vladivostok’a uzanan bu geniş satranç tahtasıdır. “Şayet tahtanın orta kısmı ABD’nin hâlâ hükmünü sürdürdüğü Batı’nın genişlemekte olan yörüngesine çekilebilir, güney kısmının bir tek gücün hakimiyetine girmesi önlenebilir ve doğu kısmının Amerikan üslerini o kıyılardan hemen püskürtecek tarzda bir birleşmeye doğru gitmesi bloke edilebilirse, o zaman Amerikan üstünlüğü devam eder.” O halde? Gayet açık: Rusya, problemsiz bir şekilde NATO içinde (AB içinde değil! Çünkü orada Almanya baş oyuncu!) eritilmeli, İslam dünyasında ‘tehlikeli’ birleşme veya büyüme yönelişleri törpülenmeli, Asya’nın doğusundaysa özellikle bir Japon-Çin ittifakı engellenmelidir. Avrasya dışında yer alan bir gücün Avrasya’ya ve bütün dünyaya hükmetmesi ancak böyle sürdürülebilir. Avrasya ne kadar bölünmüş kalırsa, ABD ‘ördek avı’nı o kadar kolay gerçekleştirir ve küresel hegemon olarak kalır.
 
İngiliz Hegemonyası ve Avrasya
19’uncu yüzyıl, İngiltere yüzyılı. Napolyon savaşlarının sonunda kara-temelli rakibi Fransa’yı (Rusya’nın desteğiyle!) dize getiren İngiltere, su götürmez hegemonik güç haline geldi. Londra dünyanın finans ve ticaret merkezi olurken, İngiliz donanması “dalgalara hükmediyordu.” Fakat İngiliz hegemonyası, Amerikan hegemonyasının aksine, tam veya küresel olmaktan uzaktı. İngiltere’nin Avrupa içindeki hakimiyeti nazik bir güçler-dengesi diplomasisine ve son kertede Rusya veya Almanya’yı dengeleyecek bir Anglo-Fransız ittifakına dayanıyordu. Rus sanayi hamlesinin mimarı Sergei Witte’nin Kayzer İkinci Wilhelm’e şu teklifte bulunması sebepsiz değildi: “Avrupa ülkelerinin birleştiklerini tahayyül ediniz, Majesteleri! Eğer bu gerçekleşirse, Avrupa (Witte’nin aklından geçen Avrupa, İngiltere dışındaki kıta Avrupa’sıdır hiç şüphesiz!) çok daha zengin, çok daha güçlü ve medenî olur... Bu yoldaki ilk adım Rusya, Almanya ve Fransa arasında oluşturulacak bir ittifaktır. Bu başarıldı mı, Avrupa’nın diğer ülkeleri de ittifaka katılır.” Tıpkı, yüz yıl sonrasının İngiltere’siz Avrupa Birliği gibi...
Avrasya’nın en batısındaki küçük bir ada üzerindeki İngiltere, Avrupa ve dünya sisteminin hegemonik gücü olarak, Avrasya’nın kalbgâhını ve doğusunu sanayileşmekten alıkoymak zorundaydı. Hindistan’a hükmetmekten aldığı gücü kullanıp, Çin’i Afyon Savaşları (1839-42) sonunda hareketsizleştirmeyi büyük ölçüde başardı. Çin, Avrasya’nın doğu ve güneydoğusunu kuşatan geniş bir bölgesel sistemin merkeziydi. Çin’i “esir almak”, bütün bir Sinosentrik sistemi kendine bağlamak demekti. Rusya’ya benzer bir muamele yapılamazdı. O halde, Rus sanayileşmesi içeriden mümkün olduğu kadar baltalanmalıydı.
Ruslar, 20’nci yüzyılın başlarında, kapitalist meta ağları içinde kalmaya devam ettikçe sanayileşemeyeceklerini kavradılar. Her türlü ideolojik tartışma bir yana, ne yapıp edip bölgesel bir alt sistem kurmalı, onun rantıyla sanayileşmeliydiler. 1917 Devrimi, bir anlamda Rusya’nın kapitalist ilişkiler ağından geri çekilmesidir. Tıpkı 17’nci yüzyılda Japonya’nın kendisi için avantajsız Sinosentrik (Çin-merkezli) sistemden geri çekilmesi gibi.
Bolşeviklerin kurduğu sosyalist alt sistemin, küresel kapitalist sisteme siyasî yararı çok büyüktü. Bu yüzden Rusya’nın hayatî çıkarlarına dokunulmadı. Rusya yaklaşık 50 yıl dinamik bir tarzda, 25 yıl kadar ise sıkıntılı biçimde sanayileşmesini sürdürdü. Çin ise ancak 1980’e doğru ekonomik bakımdan isabetli karar verebilecek noktaya geldi. Aradan geçen 20 yıl gösteriyor ki, Rus yönetici sınıfıyla Çin yönetici sınıfı arasında temelli bir fark var: Birincisi hızlı kapitalistleşme yoluyla öncelikle sınıfsal/kişisel çıkarlarını teminat altına almaya çalışıyor; siyasî sistemin hızlı dönüşümünü bu beklentiyle onaylıyor. Çin hakim sınıfı ise, öncelikle ekonomik dönüşümün sağlanmasını, bu gerçekleşmeden siyasî reformlara gitmenin maliyetinin çok yüksek olacağını düşünüyor. Bu kendi içinde tutarlı ve basiretli yaklaşım, Avrasya’nın (ve dünyanın) kaderi üzerinde Çinlilerin Ruslardan daha büyük rol oynayacaklarına işaret ediyor.
 
Türkiye Dışarı, İran İçeri?
ABD’nin Avrasya’ya hükmetme girişiminde, Çin ve Rusya’yla beraber, rol oynayacak iki ülke Türkiye ile İran’dır. İran’daki İslam Devrimi’ne kadar, her iki ülke de ABD açısından ‘çantada keklik’ idiler. Şimdi her ikisinin de durumu belirsizdir.
İran, iki büyük petrol bölgesinin (Orta Asya ve Basra Körfezi) tam ortasında yer alıyor. Hiçbir süper güç İran ile uzun süreli hasmane ilişki içinde olmak istemez. Tam aksine, onu (bir müttefik sıfatıyla) potansiyel rakiplere kaptırmama hesabı yapar. Bazı taktik hamleleri gerçek hedef ve stratejilerle karıştıranlar, büyük Batılı devletlerin hepsini İran’a düşman zannediyorlar. Oysa bütün süper güç adayları, İran’ı uzun vadede ‘dostluk’ çemberi içinde nasıl tutabileceklerinin hesabını yapıyorlar. İran da bu durumdan azamî ölçüde faydalanmaya çalışıyor.
Uluslararası ilişkilere salt ideolojik gözlükten bakanlar çoğu kez yanılırlar. Diplomaside bütün marifet, rakip veya hasım olanı dost haline getirmektir. Rekabet veya hasımlık bu ‘dostluk’ vesilesiyle ortadan kalkmaz; ama ertelenir veya alt alanlara kaydırılır. ABD bunu 20’nci yüzyıl boyunca SSCB ile yaptı; şimdi İran’la denemeye çalışacak. 20’nci yüzyıl başlarında, ABD ve Batı Avrupa üçüncü dünyayı ekonomik bakımdan entegre etme gücüne sahip olsalar da, siyasî entegrasyona güçleri yetmiyordu. Çevrenin merkeze siyasî entegrasyonu SSCB’nin katkısıyla (ona bir anti-kapitalist alt bölge ikram edilerek) sağlandı. Şimdi İran’ın katkısıyla iki büyük petrol bölgesinin sorunsuz entegrasyonu amaçlanıyor. Amerikan yönetiminin İran’a yönelik tehditleri, bu amacı minimum maliyetle gerçekleştirmeye matuftur.
1998 başlarında Yeni Şafak’ta yazdığım Türkiye Dışarı, İran İçeri başlıklı yazıda şunları söylüyordum: “Necmettin Erbakan, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sıfatıyla ilk resmî gezisini İran’a yaptı. Bir yıl sonra koltuğunu kaybetti. Ardından partisi kapatıldı ve kendisine beş yıl siyaset yasağı kondu. Bu arada Türkiye Avrupa’dan tekrar kapı dışarı edildi. İslam Konferansı Örgütü’nden azar işitti ve İsrail’le ortak tatbikata başladı. Aynı günlerde İran Cumhurbaşkanı Hatemi CNN’e çıka(rıla)rak Sistem’e buyur edildi. Öyle görünüyor ki, iki büyük bölgesel gücün aynı anda Sistem içinde bulunması uygun değil. Maliyet yükseliyordur muhakkak! Biri içerdeyken diğeri dışarıda tutuluyor; biri girerken diğeri ya çıkmak, ya köşeye sıkışmak zorunda bırakılıyor.”
Bir süre sonra Mesut Yılmaz Türkiye Başbakanı sıfatıyla ABD’deydi. Amerikan basınında bir iki küçük habere konu olabildi ancak. Dünya medyasındaysa Yılmaz’ın gezisinden hiçbir iz yoktu. Türk medyası Çakıcı vakasına kilitlendiğinden, bu gezinin Türkiye’nin geleceğiyle ilgili anlamını düşünmek ve tartışmaktan çok uzaktı. Oysa aynı günlerde İran Cumhurbaşkanı, ABD ve dünya medyasının göz bebeğiydi. Birleşmiş Milletler’de Hatemi ile Clinton karşılıklı birer konuşma yaptılar. Sözün kısası, dünya meclisinde ABD “Batı” dünyasını temsil etti, İran “Doğu” dünyasını! Hatemi’nin konuşmasını istisnasız bütün dünya televizyonları verdi ve sadece iki ülke arasındaki yakınlaşmanın değil, medeniyetler arası diyaloğun ciddi bir basamağı olarak sunuldu!
Soru şu: Avrasya’nın ortasını tutan bu iki ülke (Türkiye ile İran) jeopolitik pivot rollerini ne ölçüde başarıyla değerlendirip birer jeostratejik oyuncu olmaya hazırlanabiliyorlar? Söylemeye gerek yok, pivot rolünü oynamayı beceremeyen, oyuncu olamayacağı gibi, diğer oyuncuların amaçlarına hizmet eden yardımcı bir güç, bir yanaşma olup çıkar.
Günümüzde jeopolitik, artık bölgesel boyuttan küresel boyuta genişlemiş bulunuyor. Küresel üstünlüğün şartı, dünya nüfusunun ve yeraltı kaynaklarının büyük bölümünü barındıran Avrasya kara kütlesine hükmetmektir. ABD’nin mevcut konumunu sürdürebilmesi için, Avrasya’daki jeostratejik oyuncuları bölünmüş tutmak, pivotları ise kendisinin etki alanından dışarı çıkarmamak zorundadır. Jeostratejik oyuncular, mevcut jeopolitik durumu değiştirmek üzere, kendi sınırları ötesinde güç ve nüfuz kullanabilme hususunda kapasitesi ve millî irâdesi olan devletlerdir. Jeopolitik pivotlar ise, önemleri güç veya motivasyonlarından çok, haritadaki hassas konumlarından ve jeostratejik oyuncuların davranışları bakımından büyük önem arz eden kültürel/tarihsel şartlarından kaynaklanan devletlerdir. Elbette bütün jeostratejik oyuncular güçlü ülkelerdir; fakat her güçlü ülke mutlaka jeostratejik oyuncu değildir. Brzezinski, Avrasya’nın yeni siyasî haritasındaki jeostratejik beş oyuncuyu şöyle sıralıyor: Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Hindistan. İngiltere, Japonya ve Endonezya güçlü oldukları halde bu role layık görülmüyorlar. Beş önemli jeopolitik pivot ise şunlar: Türkiye, İran, Ukrayna, Azerbaycan ve Güney Kore.
ABD, Fransa ile Almanya’yı askerî (NATO), Rusya’yı finansal, Çin ile Hindistan’ı ise ekonomik yönden çevreleme siyaseti güdüyor. Ukrayna, Azerbaycan ve Güney Kore bakımından fazla sıkıntısı yok. Temel korkusu, Türkiye ile İran arasındaki muhtemel (ve mümkün) işbirliğidir. Çünkü, işbirliği halindeki bu iki ülkenin her biri pivot olmaktan çıkar, beraberce jeostratejik güç haline gelirler. Jeostratejik Türkiran, Fransa ile Almanya’ya Avrasya’nın kalbine nüfuz imkânı sunacağından, ABD için ikinci bir kâbus olur. Ördek avı neredeyse imkansızlaşır. Medyaya inanacak olursak, Başbakan Erdoğan Tahran’a uçarken, Amerikan yönetiminden son dakika ihtarı gecikmemiştir.
Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması her ikisini de güçlendirir. 1980’lerde İran, Irak ve Libya’ya uygulanan ambargolar, bu ülkeler kadar, Türkiye’ye de zarar vermiş ve ekonomik gelişmesini baltalamıştır. Düşünün ki, Şah döneminde Türkiye’nin on milyon dolarlarla ifade edilen ihracatı (1978 yılında 12 milyon dolar), 1981 yılında 1 milyar 200 milyon dolara yükselmiştir. Türkiye’nin 1980’lerdeki güney ve doğu istikametindeki ticarî açılımı devam edip, 1990’larda sosyalist sistemin çöküşüyle kuzeye ve batıya (doğu Avrupa’ya) doğru genişlemiş olsaydı, bugün Türkiye’nin AB ile ABD arasındaki sıkıntılı git-gelinden çok farklı konuları tartışıyor olurduk.
Moda düşünce, Türkiye’nin ‘Amerikancı’, İran’ın ise Amerikan-karşıtı olduğu şeklindedir. Türkiye AB safında yer tuttukça, İran’ın ABD karşısında eli güçlenecek ve belki de daha Amerikancı bir siyasete yönelecektir. Tek başlarına hareket ettikçe, her iki ülke de ancak sıradan birer pivot olabilir; yani ya AB’nin veya ABD’nin proje uygulamalarını kolaylaştırırlar. Fransa ile Almanya arasındaki işbirliği nasıl çıkar esaslı ise ve her iki ülkenin geleceği bakımından hayatî önem taşıyorsa, Türkiye ile İran arasındaki işbirliği de aşağı yukarı aynı mahiyet ve önemdedir. İdeolojik örtüler, jeostratejik gerçeklikleri gizleyemez.

Paylaş Tavsiye Et