ULUSLAR fillere benzer. Herkesin üzerinde anlaştığı ‘bilimsel’ bir tanımları yoktur (Hobsbawm); fakat her yerde karşımızdadırlar. Yaygın görüş, ulus’un, ulusçuluğun eseri olduğudur. Ulusçuluk ne? Aydınlanmadan arta kalan bir aydın hastalığı! Ne var ki, aydınların ulusal topluluklar ‘icat’ edebilmeleri için, belirli nesnel ön şartların var olması gerekir. Karl Deutsch haklı: Ulusal bilincin ortaya çıkması için, orta yerde bilincine varılması gereken bir şeyler olmalı.
Ulusların ezelî kategoriler olmadığı yeterince açık. Yine de, bunları sipariş üzerine icat edilen yapay topluluklar saymamız yanlış olur. Dinî, siyasî, ekonomik, kültürel, tarihî ve coğrafî çok sayıda nesnel ilişki ve bunların kolektif bilinçteki (maşerî vicdan) yansımaları, ulus oluşumuna katkıda bulunur. Siyasî tarihçiler özellikle bunlardan üç tanesini kritik bulur:
1. Ortak bir hafıza. Grubun, geçmişten kaynaklanan kaderi sayılır bu.
2. Belirli bir yoğunluktaki dilsel veya kültürel birlik.
3. Grup üyelerinin tümünün eşit olduğuna (bir ‘sivil toplum’ oluşturduklarına) dair anlayış.
Yüz yıl kadar önce bir Türk ulusu böyle icat edildi ve olabilirse bugün bir Kürt ulusu böyle icat ediliyor. Olabilirse, diyorum; çünkü bu tür bir icadın muharrik gücü siyasettir. Siyasî elitler olmasa, ulusluğun nesnel ön şartları dediğimiz dil, kültür ve diğer ilişki biçimleri kendiliğinden farklı bir kategori oluşturmaz. Daha önceki oluşumların içinde varlığını sürdürmeye çalışır.
Türklük, Bozgunda Zafer Düşüdür
Ulusluğu ortaya çıkaran ulusçuluk (milliyetçilik) ise, 19. yüzyılın sonlarına kadar Türk milliyetçiliğinden söz edilemez (Georgeon). Yükselen Balkan milliyetçilikleri karşısında acze düşen imparatorluğun siyasî panzehiri “Osmanlılık” olur. İslamlığı dışlamayan, fakat Müslüman olmayan tebaayı daha eşit bir konuma yükselten bir ideoloji (siyasî program). “Türklük” asıl Balkan bozgunundan sonra ivme kazanır. Osmanlılığı dışlamayan, fakat topluluğun sınırlarını Türkistan’a kadar genişleten bir ideoloji. Batı’dan geri püskürtülen bir siyasî elit, hayallerini doğu ufuklarına kaydırır. Allahüekber bozgunu, hayal perdesini kapatır. Türklüğün vatanı artık Anadolu’dur.
İslamlık, yükselen Osmanlının; Osmanlılık, dağılan Osmanlının siyasî programıydı. Türklük, Osmanlıdan geriye kalanı muhafaza ideolojisidir. Daraltılmış bir ümmetçilik, kırpılmış bir milliyetçilik. İttihat Terakki ve bilhassa ilk dönem (1923-50) Cumhuriyet elitinin din muhalifliğini öne sürüp, cümlenin birinci kısmına itiraz edebilirsiniz. Fikrimde ısrarlıyım: Türklük, daraltılmış bir ümmetçiliktir. Osmanlı devleti bile Cumhuriyet eliti kadar (Sünni) İslam unsurunu öne çıkarmış değildir. Yeni devletin sınırları içinde kalan Kürt, Laz ve diğer kavimler ise topyekûn Türk sayılmıştır. Dünyadaki diğer milliyetçiliklerin hemen hepsi dışlayıcı iken, Türk milliyetçiliği akıl almaz ölçüde içleyici olmuştur. Tadından yenmeyen bir içleyicilik! Japonlar, yüz yıldır aralarında yaşayan Korelileri hâlâ dışlarken, Türkler kendileriyle hiçbir ırk bağı olmayan Boşnak ve Arnavutları bile “soydaş” sayıyor! Garip bir ümmetçilik.
Kürtlük, Türk Ümmetçiliğinin Zayıf Karnıdır
Laz, Çerkez, Boşnak veya Arnavutlar, içleyici Türk milliyetçiliğini genelde benimsedi; hatta özümsediler. Kürtlerin bir kısmı, çeşitli politikaların sonucunda Anadolu’nun batı bölgelerine göç edip “Türk oldular”. Fakat geniş (ve doğurganlık derecesi yüksek) bir kısmı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kaldı. Bu bölge İran ve Irak’la sınırdaş.
İran’da Kürtler görece özerk. Irak’ta ise siyasî sistemin başlıca iki (veya üç) ortağından biri. Kürtçe iki resmî dilden biri; Talabani ise Cumhurbaşkanı.
Kürt siyasî eliti en az İttihatçılar ve ilk dönem Cumhuriyetçiler kadar sekülerdir. Hedefleri, modern bir Kürt ulus-devleti kurmak. Bunu “doğal bir hak” sayıyorlar. ABD, AB ve Rusya’nın da bu yönelişe çeşitli biçimlerde destek verdiği muhtemel. Bölge içindeki en hararetli destekçi ise, Türkiye’nin “stratejik partneri” İsrail.
Kürtlüğün Türkiye dışındaki yükselişinin, Türkiye Kürtlerini etkilememesi mümkün değil. Bu gelişmeler karşısında Türkiye’de yeni bir “ulusalcılık” arayışı başladı. Avrupa Birliği’ne ‘gâvur’ diyecek kadar dindar(!), özelleştirmeye karşı çıkacak kadar solcu(!) bir ulusalcılık.
Türklük, Osmanlıdan geriye kalanı muhafaza ideolojisiydi. Kürtlük, Osmanlının nihaî ölüm senedi. Olan, Türklerle Kürtlere oluyor. Çünkü Osmanlısız bir Batı Asya, emperyalizmin idman sahası.
Kısa vadede hem Türk, hem de Kürt siyasî elitinin programları savunulabilir gözüküyor. Türk siyasî eliti (nin çekirdeği olan Türk Silahlı Kuvvetleri), başlangıçtaki misyonuna yapışmış durumda: Türkiye’yi bölebilecek hiçbir görüş ve girişime geçit yok! Kürt siyasî eliti ise, uluslararası ortamın Mehabat Cumhuriyeti deneyiminden bu yana hiç bu kadar elverişli olmadığını, bağımsız bir Kürt devletinin tam kurulma zamanı olduğunu düşünüyor. (Federe bir Irak formülü, geçici bir düzenlemeden başka bir şey değildir.)
Sözünü ettiğimiz Türk ve Kürt siyasî programları, taraftarlarına cazip ve alternatifsiz gözükse de, sürdürülebilir değildir. Türk yaklaşımının hem iç, hem dış maliyeti çok yüksektir. (Bir ölçüde kontrollü sayılan PKK terörünün bile 20 yıllık maliyetinin 50 bin can ve 250 milyar dolar para olduğunu unutmayalım.) Kürt yaklaşımı ise uluslararası konjonktürü hep kendi puan hanesine yazmakla hata etmektedir. Dünya sisteminde kalıcı ittifak yoktur. Batılılar geri çekildiğinde, yine Türk, Fars ve Araplarla baş başa kalacaklardır.
Yüzleşme Zamanıdır!
Bu ara başlığı Anlayış’ın birinci sayısından alıyorum (Haziran 2003). İlk Yüzleşiyorum’da ABD’nin nasıl hegemonyadan imparatorluğa evrilmekte olduğunu betimliyor ve bölgemizin halk ve devletlerinin emperyal projeye karşı birleşik hareket etmekten başka seçeneklerinin olmadığını belirtiyordum.
Ulus-devletlik, kapitalist yapılanmanın motor gücüydü. Belirli sermaye merkezlerini, klasik imparatorluk yapılarından ayıran ve onlara karşı muhafaza eden bir tür tel örgü. Fakat sistem güçlendikçe, kapitalist devletler kendilerini çevreleyen bu tel örgüyü parçalayıp, çöken imparatorlukların içinden çıkagelen ‘ulus’ları zapteden küresel bir tel örgüye dönüştürdüler. Klasik imparatorlukların (ve daha sonra sömürge imparatorluklarının) bünyesinden çıkan topluluklar uluslaştıkça, merkezdekiler bu sefer ulusluğu aşmaya yöneldiler. Yirminci yüzyıl sonlarında öyle bir noktaya gelindi ki, Almanya veya Fransa gibi (her biri Türkiye’nin 10-15 misli servet üreten) ulus-devletler ‘Küreselleşme’ karşısında yetersiz, Türkiye gibi ulus-devletler ise olması gerekenden büyük sayılmaya başlandı. Bundandır ki, can düşmanı Almanlarla Fransızların, İtalyanlarla İngilizlerin birleşerek Avrupa ulusunu meydana getirdikleri bir uğrakta; Türkiye’nin daha küçük parçalara bölünmesi uygun görülmektedir! “Kerkük’e karşı Diyarbakır” söylemi, Irak’taki aşiret reislerinin değil, onlara alan açıyor gibi yapanların söylemidir. JönKürtlerin emelleri ne olursa olsun, ABD kurmayları ve İngiliz asistanlarının maksadı onlara alan açmak değil, yeterli verimi alamadıkları “Türklüğün” alanını daraltmaktır.
Bugünkü kullanımlarıyla Türkiye ve Türklük, ezelî (dolayısıyla ebedî) birer gerçeklik değil, 100 yıl kadar önce dillendirilmeye başlanmış birer ‘proje’dir. Kapitalist merkezin Rumlardan Bulgarlara kadar birçok unsuru ‘uluslaştırma’ baskısı olmasaydı, Genç Osmanlılardan, Genç Türklere (JönTürklüğe) geçiş ihtiyacı olmayacaktı. Mesele, ne yapıp edip mülkü (devleti) elde tutmaktı. Devlet, milletin tarih içindeki varoluş mümessilidir. Millet, devletini yaşatmaya güç yetiremezse, tarihsel bir özne olarak varolma hakkını yitirir. Ortaya çıkan boşlukta, gerçek tarihsel özneler bu ‘malzeme’ ile bir devlet kurulmasına katkıda bulunur; sonra onu merkeze kafa tutmayacak bir ‘ulus’ yaratmaya özendirirler. Bu topraklarda 1908-2003 arasında vuku bulan gelişmelere Londra’dan bakabilen gözler, Türkiye ve Türklüğün biraz da böyle ‘oluştuğunu’ fark ederler. İttihatçı ve terakkici elit, ‘milliyet’ fiyatına vatanı elde tutmuş; ikramiye olarak da ulusluğa hak kazanmıştır!
Bugünse (artık Washington’ın yedeğinde oynayan) Londra’nın hesabı değişmiştir. Aradan geçen 100 yıl içinde Bu Ülke’nin insanları millet olduklarını unutmamış, uluslaş(tırıl)maya direnmişlerdir. Ahî Mesgut ancak tabela üzerinde Eti Mesgut yapılabilmiş, ahîliğin ruhu unutturulamamıştır. “(Jön)Türklük” projesi, yani Osmanlı toplum/devlet sisteminin aslî unsurlarının uluslaştırılması başarılı olabilseydi, bugün bir “(Jön)Kürtlük” projesine ihtiyaç duyulmayacaktı. JönTürklük boyası tutmadı ve Müslümanlık 100 yıl öncesinde olduğu gibi Bu Ülke insanlarının anlam dünyalarını belirleyen birincil kaynak olmayı sürdürdü. Derinden anlaşıldı ki, milletliğine Müslümanlığını esas almayan hiçbir ‘Orta Doğu’ toplumu meşru, dolayısıyla uzun ömürlü, siyasî yapılar kurup yaşatamaz. Orta Doğu terimi nasıl (Anadolu veya Yemen gibi) nesnel-coğrafî değil, dışarıdan empoze edilen öznel-siyasî bir içerik taşıyorsa, Türklük ve Kürtlük de ‘ulus’ çerçevesinde tanımlandıkça aynı içerik(sizlik)te olacaklardır. Egemenler tarafından tanımlanan değil, kendini tanımlayabilen toplumlar millet olurlar. Ulusların devleti olmaz, devletlerin ulusları olur. Millet bilincini yitirmeyenlerse, devletlerine er geç kavuşurlar.
Devlet, Ordu Demektir
Şurası açık ki, Müslüman dünyada ‘devlet’ niteliği taşıyan siyasî organizasyonların sayısı bir elin (iki değil, bir elin) parmaklarını geçmez. Bunların en önemli ve güçlüsü, “laik bir hukuk devleti” olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bu önem ve gücün neredeyse tek dayanağı ise Türk ordusudur. Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya üçgeninde bu gerçeği hesaba katmayan hiçbir düzenleme kalıcı olamaz.
Bu ordu-devletin, muhafazakârlıkla yenilikçilik arasında kritik bir karara zorlandığı bir evreden geçiyoruz. Yüz yıl önce İslamlık siyaseti (dindarlar arzu etse de) imkânsız, Osmanlılık siyasetinin ise yararsız olduğu açıktı. Bugünse Türklük siyaseti hem imkânsız, hem yararsızdır.
Türklük siyasetini aşma, Türklüğün terki değildir. Venedik ile Floransa’yı, Bavyera ile Prusya’yı göz önüne getirin. Çok değil, 150 yıl önce ne İtalya vardı, ne Almanya. Bugün İtalya dediğimiz coğrafyada 20, yine bugün Almanya dediğimiz coğrafyada 40 (daha öncesinde 300) ayrı siyasî birim (şehir-devlet veya prenslik) vardı. Bir yanda kapitalist pazar genişlemesi, diğer yanda Fransa, İngiltere gibi büyük ulus-devlet güçlerinin rekabeti, şehir-devlet veya prenslik halinde yaşamayı imkânsızlaştırdı. Garibaldi ile Bismarck, deha ve becerilerine rağmen, olmazsa olmazı gerçekleştirdiler.
Yirminci yüzyıl, bu sefer ulus-devletliğin sınırlarını gösterdi. Avrupa ulusları (devletleri) o kadar birbirlerine düştüler ki, sonunda kıta iki parçaya bölünerek bir parçası “dünkü sömürge” Amerika’ya, diğer parçasıysa “yarı Asyalı barbar” Rusya’ya bağlandı. Floransalılar, Floransalılığı terk etmeden İtalyan olmuşlardı; Prusyalılar, Prusyalılığı terk etmeden Alman. Şimdi sıra İtalyanlık ve Almanlığı terk etmeden Avrupalı olmaktaydı. Elli yılda kat edilen mesafe hiç de yabana atılır değil.
Türkler Türklüğü, Kürtler Kürtlüğü, Araplar Araplığı terk etmeden (bu bağlamda terk saçma bir şey zaten), yeni bir ‘içleyici’ siyasî programa kafa yormak zorundalar. Onların kafa yormayacağını var sayanlar, topları ve BOP’larıyla kapılarımıza dayandılar bile.
Paylaş
Tavsiye Et