Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2009) > Yüzleşiyorum > Türk 11 Eylül’ünün küresel ekonomi politiği
Yüzleşiyorum
Türk 11 Eylül’ünün küresel ekonomi politiği
Mustafa Özel
YÜZLEŞİYORUM’U 21 Kasım Cuma günü yazıyorum, Levent ve Taksim cinayetlerinden bir gün sonra. Bir hafta önceki sinagog saldırılarının mahut el-Kaide tarafından yapıldığı (ve bunun DNA testleriyle bile kanıtlandığı) açıklanmıştı. İkinci saldırıları aynı örgütün yapıp yapmadığı henüz net değil. Öyle ya da böyle, Türkiye’nin de artık bir “11 Eylül”ü var. En azından, medyamızın usta kalemleri ağız birliği etmişçesine böyle söylüyorlar.
11 Eylül’lerin arkasında hangi güç var? Mümkün cevapları dört kademede ele alabiliriz:
1. El-Kaide ve benzeri terör örgütleri ‘transnasyonel’ karakterdedirler, tıpkı transnasyonel sermaye gibi. Ulusal sınırlardan kolaylıkla geçer ve diledikleri ülkede eylem yaparlar. Dünya sisteminin yoksullar aleyhine kutuplaşmış olması ve Batının kültürel kibri, başta İslam dünyası olmak üzere bütün ülkelerde bu tür örgütler için emre amade kadrolar meydana getirmiştir.
2. Küresel terörün arkasında, yükselişe geçen büyük güçler vardır. Kapitalist sistem asimetrik güç dağılımının yol açtığı amansız bir gerilim yaşamaktadır. Ekonomik bakımdan yükselen güçler (Batı Avrupa, Japonya, Çin…), askerî bakımdan yeterli olmadıkları için, arzu ettikleri siyasî rolleri oynayamamaktadırlar. Rakipsiz askerî (dolayısıyla, siyasî) güç olan ABD, kapitalist sistemin işleyiş kurallarını adeta dayatmakta, 50 yıl önce kendi koyduğu kurallara yan çizebilmektedir. Bu durumda, sinirleri gerilen yeni mübarizler (Challengers!), ABD ile doğrudan çatışmayı göze alamadıklarından, onu ve “stratejik partnerlerini” dolaylı yollardan rahatsız etmenin yollarını aramaktadırlar. Transnasyonel terörün arkasında bu güçlerden başkası olamaz. İkiz Kuleleri uçuranların talim üssü Almanya değil miydi? Bir avuç eylemci, sağlam bir istihbarat, teknoloji ve finans desteği olmaksızın, küresel sistemin rakipsiz devlet aygıtını saatlerce felç halde tutmayı başarabilir miydi?
3. Küresel terör yok, bölgesel terör vardır. Her bölgenin önemli devletleri, etkinliklerini artırmak için diğer bölge devletlerini veya kendi aleyhlerine mesafe almakta olan küresel güçleri sabote etmenin yollarını ararlar. Dolayısıyla, İstanbul olaylarının arkasında İran, Rusya veya İsrail gibi bölge devletlerini aramak daha mantıklıdır. Bunların her birinin kendi gündemi vardır ve uygun buldukları şartlarda, zaten ortalıkta başıboş dolaşmakta olan ve her ihtimale karşı ilişki içinde bulundukları terör örgütleriyle anlaşarak, arzu ettikleri hedefleri vurdururlar.
4. Küresel terör, ancak rakipsiz küresel gücün sürdürülebilir kılacağı bir olgudur. ABD denen devasa politik-askerî aygıtı bir yana çekin, el-Kaide ve benzeri örgütlerin buharlaştığını göreceksiniz. Amerikan siyasî elitinin yeni emperyal tasarımının atlı arabası (yahut yeni ateş oyununun maşası) dır terör.
Gerçeği bulmada istihbaratın önemini kabul etmekle beraber, dünya sisteminin yapısı, işleyişi ve çelişkilerine dair teorik bir çerçeveye oturtulup yorumlanmayan bilgilerden hiçbir doğru sonuç çıkarılamayacağı kanaatindeyim. Onun için, yukarıdaki ihtimallerden hareketle kısa bir temrin yapmakta yarar görüyorum.
Taliban veya Usame bin Ladin (dolayısıyla, el-Kaide) gibi isimlerin ortaya çıkışı ve ‘başarıya’ ulaşmaları o kadar ani ve gizemli oldu ki, nereden geldikleri ve gerçekte ne talep ettikleri; ne ortaya çıktıkları zaman, ne de bugün tam olarak anlaşılmış değildir. Örgüt ve elebaşıları hakkında binbir rivayet dolaşmakta, fakat sempatizanlar kadar lanet okuyanlar da hiçbir şey bilmemektedir. Medya ve kamuoyunu bırakın, devlet birimlerinin elinde bile güvenilir bilgiler olduğundan şüpheliyiz. Eylemlerin ‘örgüt’ tarafından gerçekleştirildiğine şüphe yok, çünkü ortada kanıtlar var; Bingöllü delikanlılar ve (her nasılsa!) ateşe dayanıklı pasaportlar gibi. Ama örgütün eylemi niçin yaptığı çoğu zaman cevapsız kalıyor. ‘İslamcı’ el-Kaide, hem de Ramazan ayında, birkaç Musevinin yanı sıra, kırktan fazla Müslümanı niçin öldürsün? İsrail veya İngiltere’ye gözdağı vermek istiyorsa, niçin başka bir ülke seçmesin? Mesele Irak siyaseti ile bağlantılı ise, Türk devletinin son bir yıllık Irak ve Orta Doğu politikası olabilecek en başı dik politikadır. Hiçbir İslam ülkesi bugüne kadar bu ölçüde ‘bağımsız’ bir siyaset güdebilmiş değildir. “Eylemleri el-Kaide’nin filanca kolu üstlendi” demek kolay. Niçin üstleniyor? Eylemi ne amaçla yapmışlar? Özetle, evet İstanbul’daki terörün sorumlusu el-Kaide’dir, fakat el-Kaide’nin sorumlusu belli değildir.
El-Kaide ve benzeri örgütlerin arkasında acaba ‘yükselen güçler’ mi var? Böyle bir iddiaya ilk tepki ‘Küreselciler’den gelecektir. Onlara göre, yükselen tek güç transnasyonel (uluslarötesi) sermayedir. Almanya veya Fransa’nın değil, küresel sermaye ile bütünleşen Alman ve Fransız sermayesinin yükselişinden söz edebiliriz ancak. Bu görüş kısmen doğru olmakla beraber, kapitalist sistemin merkezî devletlerinin gücünü, hem de azalmayan, artan gücünü hesaba katmamaktadır. Gücü (ve yerine göre onuru) kırılanlar, sistemin çevre devletleridir; küresel sermaye onları hizaya sokmaya çalışmaktadır. Öte yandan, başta ABD olmak üzere merkezdeki devletler Soğuk Savaş dönemine göre daha güçlü yapılar haline gelmiş ve birbirlerinden görece uzaklaşmışlardır. Dünyanın küresel bir köye döndüğünü söylüyoruz ama, ABD, AB ve Japonya’nın ihracatlarının GSYİH içindeki payının %12’yi aşmadığını görmüyoruz. İlan edilmemiş bir merkantilizm (ekonomik milliyetçilik), tıpkı 20’nci yüzyılın iki büyük savaşı arasındaki dönemde olduğu gibi, sistemin hakim gerçekliği haline gelmiş bulunmaktadır.
Ekonomik bakımdan yükselen, fakat buna paralel bir askerî güçten yoksun olan sosyo-politik sistemler için en büyük tehlike, reel ekonomileri için vazgeçilmez olan ham maddelerin teminini garanti altına almaktır. Bir finans kapitalizmin evresinde olduğumuz doğrudur. Parasal işlemlerin hacmi, reel işlemlerin hacmini yüze katlamaktadır. Fakat reel ekonomiyi çektiğiniz an, o devasa finansal yapı iki günde toz olur. ‘Gerçek’ mallar üretmeyen ve onu dünya pazarlarına sunmayan bir ekonomi ayakta kalamaz. Yükselen güçler, başta petrol olmak üzere, ham madde kaynaklarının ve büyük pazarların Hiper Güç tarafından kendilerine (olabildiğince) kapatılmak istendiğinin farkındadır. Açarsak, dünya ham madde ve nüfus kaynaklarının büyük kısmı Orta, Doğu ve Batı Asya’dadır. Avrasya dışındaki bir güç olarak ABD, Avrupa’nın bu bölgedeki etkinliğini sınırlamak ve Asya’nın büyük güçleriyle (Çin, Rusya ve evet, Türkiye) kurması muhtemel stratejik ittifakları kaynağında boğmak istemektedir. Bu yeni ‘Büyük Güçler Oyunu’nun aktörleri soyut sermaye değil, somut devlet güçleridir. Transnasyonel terör, bunların bigane kalacağı bir araç değildir.
Bölgesel güçlerin terör örgütlerine destek vermesi ve onlardan yararlanması çok daha kolay ve akla yatkın bir ihtimaldir. Rusya, İran, İsrail, Suriye ve Yunanistan’ın yıllarca PKK ile yakın ilişki içinde oldukları bilinmektedir. Bunlardan ilk üçünün bugün el-Kaide ile ilişkili olmaları ihtimal dahilindedir. Eminim ki, İstanbul’daki patlamalardan sonra, Rus diplomatlar Çeçenlerle (kendilerinin teröristleriyle!) ilgili bir takım teklifleri açık veya ima yollu Türk tarafına iletmişlerdir. İsrail, bir yandan saldırıların arkasında İran’ın olduğunu açıkça dile getirirken, diğer yandan Kuzey Irak’taki girişimlerine Türkiye’nin engel olmamasını kibarca talep edecek; dünyadaki Yahudileri arz-ı mev’ud’a yerleşmeye çağıracaktır.
Küresel terörün ancak en büyük küresel gücün kanatları altında yaşayabileceğini ileri sürenler belki de en mantıklı düşünenlerdir. El-Kaide ile Amerikan yönetimi arasında 1980’lerin başlarına kadar geri giden ilişkiler, ABD’nin bu örgütü Afganistan’da Ruslara karşı desteklemesi; Soğuk Savaş sonrasında dünya ham madde yollarını kesme arayışı içindeki ABD’nin Orta Asya ve Orta Doğu arasındaki bölgeyi sıkı denetim altında tutmak istemesi, bunun için Afganistan ile Irak’ı iki dayanak noktası seçmesi; bugün de bu örgütle ciddi ilişkiler içinde olabileceğine delalettir. El-Kaide hem Amerikan operasyonlarına iç ve dış meşruiyet sağlamakta, hem de (gizli bir ilişki söz konusu ise) Amerikan çıkarlarına hizmet edecek eylemlere girişmektedir. İstanbul operasyonunun, Türkiye’nin son bir yıllık (dik başlı değilse de) başı dik Irak politikasına kesilen ceza olduğunu düşünmek akla uzak değildir.
Buraya kadar daha çok küresel ekonomi politiğe dair tahminlerde bulunduk. Ulusal ekonomi politiğin bu meseleye dahli söz konusu olamaz mı? Bir yıl öncesine kadar, ekonomi krizden krize yuvarlanırken keyfi gayet yerinde olup, ekonomi düzeldikçe rahatsızlığı artan zümreler yeni bir ‘28 Şubat’ peşinde koşuyor olamazlar mı? Bunu da bir ölçüde ciddiye almakla beraber, ilk dört ihtimal düzeyinde görmediğim için ‘numara’ vermedim.
Bundan tam on yıl önce “Amerikan Yüzyılının Sonu” başlıklı bir kitap yazmıştım. Çalışmanın ana tezi şuydu: Kapitalist sistemin mevcut işleyiş biçimi yüksek gerilime yol açmıştır. Gerilimin biri merkez-içi, diğeri merkez-taşra arasında olmak üzere başlıca iki kaynağı vardır:
Merkez içi gerilim, asimetrik güç dağılımından doğmaktadır. Ekonomik bakımdan yükselen güçler, buna denk düşecek askerî kudrete sahip olamadıklarından, arzu ettikleri siyasî rolleri oynayamamaktadırlar. Bu durum kısa vadede büyük askerî güç lehine bir sükûnete yol açsa da, sürdürülebilir değildir. Yükselen ekonomik güçler mutlaka fizik güce yatırım yapacaklardır.
Kapitalist sistemin merkezi yaşlanmakta, taşrası gençleşmekte ve çoğalmaktadır. Yaşlanan merkez zenginleşmekte, gençleşen taşra yoksullaşmaktadır. Aksi gibi, ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler iki dünyayı her zamankinden daha yoğun bir etkileşime zorlamaktadır. Bu zıtlaşma sürdürülebilir değildir.
Orta Doğu bugün her iki gerilimin de somutlaştığı hesaplaşma alanıdır. Hesaplaşmanın kilit oyuncularından biri Türk devletidir. İstanbul operasyonu ve ileride olabilecek benzer girişimler, bu rolün bilinçle üstlenilmesini kısa vadede etkilese de, tarihin akış yönünü değiştiremeyecektir. Tarihin dönüştürücü kuvveti kaba güç değil, aklı selim ve kalbi selimdir. Osmanlı bunları zevki selimle birleştirebildiği için altı yüz yıl yaşadı; ABD bunları algılayamadığı için iki yüz yılda yaşlandı.

Paylaş Tavsiye Et