TARİHÎ hedefleri devrimciler gösterir; muhafazakârlar gerçekleştirir! Avrupa’ya imrenen, övgü düzen veya hayranlığını dile getiren sayısız Osmanlı aydın veya bürokratını sayabiliriz. Fakat Avrupa medeniyetini Türk toplumunun önüne resmî bir hedef olarak koyan ilk devlet adamı Mustafa Kemal oldu. Ve paradoksal biçimde, bu ideali devrimciler değil, muhafazakârlar gerçekleştirmeye çalıştı. Atatürk, İnönü ve genelde CHP ile özdeşleşen aydın, siyasetçi ve bürokratları Cumhuriyet’in resmî veya “devrimci” kanadı sayarsak; Menderes, Özal ve Erdoğan Cumhuriyet’in muhalif veya “muhafazakâr” kanadını oluşturur. Ne var ki, Cumhuriyet’in ana idealini omuzlayanlar devrimciler değil, muhafazakârlar oldu. Avrupa Birliği üyeliği için ilk başvuruyu Menderes yaptı, tam üyelik yolunda Türkiye’yi 1987’de “uzun ince yola” sokan Özal oldu. Recep Tayyip Erdoğan da, nihaî üyelik müzakerelerini başlatan başbakan sıfatıyla tarihe geçti.
3 Ekim’de başlayacak uzun maraton, kısa vadede ekonomik, orta vadede siyasî-stratejik, uzun vadede ise din ve medeniyet bağlamlarında önem kazanıyor. Sadece ekonomi ve siyaseti esas alacak bir yaklaşım, “bu milletin intiharı” olur.
Dostoyevski, bundan 125 yıl önce Puşkin üzerine bir konuşma yaptı. Konuşmasında, Puşkin’in Rusya için değerinin dört yönü üzerinde durdu. Değerlendirmesinde kullandığı kriterler ve yaptığı tespitler, Avrupa ile yüzleşme ve müstakbel işbirliğini müzakere hususlarında bizim için adeta birer işaret feneridir:
1. Puşkin derin görüş yeteneği, üstün zekâsı sayesinde ve kalben tam bir Rus olduğu için, aydınlar arasında sık sık görülen bir hastalığın belli başlı belirtilerini teşhis eden ilk Rus yazarıdır. O aydınlar ki, kökleri bu vatanın topraklarında olduğu halde kendilerini halktan koparmışlardır. Bunlar kendi ülkelerine ve ülkelerinin gücüne inanmazlar. Puşkin aynı zamanda bize bu hastalığın çaresiz olmadığını; Rus toplumunun, halkın gerçeklerine inerse bundan kurtulacağını, ıslah olacağını ve yeniden canlanacağını göstermiş, umut vermiştir.
2. Puşkin, Rus milletinin manevî güzelliğini temsil eden tipleri yaratan ilk yazardır. Bu güzellik doğrudan doğruya Rus milletinin gönlünde, halkın gerçeklerinde, bizim toprağımızda yaşamaktaydı. “Halkın ruhuna inanın, sadece ondan medet umun. Ancak o zaman kurtulursunuz.” Puşkin’i gerçekten derinine okuyup da bu sonuca varmamak mümkün değildir.
3. Puşkin’in sanat dehasına has diğer bir yönü, onun millî sınır tanımayan, evrensel anlayış ve diğer milletlerin dehalarıyla bir beden haline gelebilme, icabında onlardan biri olabilme yeteneğidir. Bunu söylerken bir Şekspir veya Şiller’in önemini küçümsemiyorum. Sadece Puşkin’in bu şaşırtıcı yeteneğinin bizim için çok önemli olduğunu ve ileriyi görmemize yardım etmesi gerektiğini belirtmek istiyorum.
4. Bu yetenek sadece Puşkin’de değil, bütün Rus milletinde vardır. Avrupa’ya benzeme emelimiz bütün aşırı hayranlık ve taşkınlıklara rağmen, temelde doğru ve gereklidir; ve artık halka mal olmuştur.
Dostoyevski ve Rus Gerçekliği
Dostoyevski öncelikle bir aydının “kalben Rus” olmasının önemine dikkat çekiyor. Aydın, halktan koptuğu için, ülkesinin gücüne inanmaz. Avrupalılaşma idealini bile Cumhuriyet’in devrimci kanadının gerçekleştirememesini, onların “kalben Türk” ol(a)mamalarıyla mı açıklamalıyız? Çoğu aydının özellikle 11 Eylül sonrasında Türkiye’yi ABD ve diğer güçler karşısında çaresiz varsaymalarının altında aynı aşağılık psikolojisinin izlerini görüyoruz: Ülkelerinin gücüne asla inanmıyorlar. AB ile müzakereler benzer bir psikoloji ile yürütülecek olursa, kısa vadede elde edilecek ekonomik ve stratejik kazanımlar ne olursa olsun, sonuç hüsrandır.
Türk milletinin manevî güzelliğinin farkında mıyız? Dostoyevski’nin dikkatimizi çektiği ikinci husus budur: “Bu güzellik doğrudan doğruya Rus milletinin gönlünde, halkın gerçeklerinde, bizim toprağımızda yaşamaktaydı.” Türk milletinin de gönlünde, bu ülkenin toprağında yaşayan güzellik nedir? Bu güzelliği yaşatan halkın hangi gerçekleridir? Ermeniyi “millet-i sâdıka” sıfatıyla yüzlerce yıl bağrında yaşatan; Kürtle Cizre’den Çanakkale’ye kadar her yerde iç içe duran; Rum ve Yahudi için tahayyülü bile imkânsız bir hürriyet yurdu olan Bu Ülke, Platonik anlamda Güzelliğin tecessümü değil midir? Avrupa yolculuğu bu güzelliği, Avrupa tarihinin meş’um bir parçası olan “etnik farklılaşma” adına bozacak mıdır?
“Puşkin’in sanat dehasına has diğer bir yönü, onun millî sınır tanımayan, evrensel anlayış ve diğer milletlerin dehalarıyla bir beden haline gelebilme, icabında onlardan biri olabilme yeteneğidir.” Dostoyevski, bir kanat darbesiyle bir anda ülke semasından dünya semasına yükseliyor ve “diğer milletlerin dehalarıyla bir beden haline gelebilme, icabında onlardan biri olabilme yeteneği”ni yüceltiyor. Özgüvenin önemine işarettir bu. Kendine saygısı ve inancı olan bir toplum, hiçbir sınır ötesi etkileşimden korkmaz. Hatta sınır tanımaz. Milliyet bilinci, insaniyeti dışlamak için değildir.
Dördüncü maddede Dostoyevski, bu “millî kalarak evrenselleşme” yeteneğinin sadece Puşkin’de değil, bütün Rus milletinde var olduğunu söylüyor. “Avrupa’ya benzeme emelimiz bütün aşırı hayranlık ve taşkınlıklara rağmen, temelde doğru ve gereklidir; ve artık halka mal olmuştur.” Biraz şaşırtıcı ve ilk bakışta ürkütücü gözükse de, Türkiye’de de durum farklı değildir. Yapılan anketler Türk halkının en az üçte ikisinin Avrupa ile bütünleşme yanlısı olduğunu gösteriyor.
Sonuncudan başlayarak, Dostoyevski’nin işaret fenerlerinin yolumuzu ne denli aydınlattığını görelim.
İktisat Değil, Maneviyat
Rus romancı, evrenselleşmeden öncelikle “Rusya’nın sonunda dünyaya yepyeni bir şeyler öğretmesini” anlıyor. Bu, pek tabiî, ilk bakışta saçma gözüküyor. Benzemek isteyen, kendisine benzetilene ne öğretebilir? “Bence iktisadî, ilmî ve içtimaî gelişmemizi tamamlamadan, kusursuz birer organizma olan Avrupa devletlerine yeni bir şeyler öğretmeyi rüyamızda bile göremeyeceğimiz düşüncesi çok daha saçmadır.” Bu satırları okurken iyice sıkılmaya başladığınızı hissediyor gibiyim. Bu hasta entelektüel ne demek istiyor? Ekonomi, bilim ve toplumsal örgütlenme alanlarında Avrupalılardan çok geride olduklarını kabul ettiği halde, Rusların hangi nitelikleriyle Avrupa’ya bir şeyler öğretebileceklerini iddia ediyor? Dosto’nun cevabı, Türkiye’nin de dinamik damarlarına işaret ediyor gibidir:
“Rus milletinin yeteneği ve dehası sayesinde bütün insanlığın birleşmesi ve kardeşçe sevgi içinde yaşaması ülküsünü; tezatları hoş gören, farklı görüşleri kabul eden, çelişkiler üzerinde durmayan rahat bir tutumu, belki de bütün milletlerden daha iyi benimseyebileceğini söylemek istiyorum. Bu iktisadî değil, manevî bir özelliktir.”
Dostoyevski’ye göre, Rus milletinin ekonomik ve toplumsal yönlerden Avrupa ile eşit bir duruma gelmeden “böyle yüce arzular” besleyemeyeceğini ileri sürmek saçmadır. “İnsan ruhunun manevî ve ahlâkî değerleri temelde iktisadî güce bağlı değildir. Ülkemiz fakirdir, düzensizdir ama, üst sınıflar dışında, tek bir vücut gibidir. Seksen milyonluk nüfusu, Avrupa’nın hiçbir yerinde bulunamayacak manevî bir bağla birbirine bağlanmış durumdadır. Zenginliklerle dolu Avrupa’daki bütün ülkelerin toplum yapısı ise zayıflamış bulunuyor. Bu ülkeler belki de yarın hiçbir iz bırakmadan yok olacak ve bunların yerini tamamen yeni, daha öncekilere hiç benzemeyen bir şeyler alacaktır. Avrupa’nın çöküşüne, toplamış olduğu hazineler de engel olamayacaktır.”
Türkiye, Avrupa ile bütünleşmeyi iki yüzyıllık “gerikalmışlık” psikolojisiyle ve bu durumdan çıkmanın bir yolu olarak değil; biriktirdiği zenginliğin kendisi için de, dünya için de felaket kaynağı haline geldiği bir medeniyet camiasına, bu yanlış konumunu her gün yeni baştan hatırlatan ve ona ihtiyaç duyduğu manevî netliği sunan bir yaklaşımla sürdürürse “diğer milletlerin dehalarıyla bir beden haline gelip, icabında onlardan biri olabilme yeteneğini göstermiş” olur. Onlardan biri olmayı, kendi manevî netliğini yitirmekle elde ederse, insanlık için büyük bir kayıp olur bu.
Daha önceki yazılarımızda da belirttik: Türk milletinin gerçekliği, uzun bir tarih boyunca, çok sayıda halkı hem bir arada tutma yeteneğini; hem de kendinden sayma yüceliğini göstermiş olmasıdır. Bunların birincisi siyasî, ikincisiyse manevî bir haslettir. Cumhuriyet yönetimi Avrupaî bir yaklaşımla bu siyaset ve maneviyatı dönüştürmek istemiş, fakat açıkçası yüzüne gözüne bulaştırmıştır. Avrupa’ya Avrupa’dan ödünç alınmış ve “millî birlik ve beraberliğimizi” bozucu anlayışlarla değil, “Türkün manevî güzelliğini” yansıtan temel gerçekliğini öne çıkararak girmeliyiz. Bunu ancak “kendi ülkesinin gücüne inanan” ve “kalben Türk” olan aydın ve yöneticiler başarabilir.
Kemal Tahir ve Türk Gerçekliği
Tarih, geçmişte yaşamış olduklarımızdan çok, gelecekte yaşamak istediklerimizi yansıtan bir kurgudur. Goethe için Napolyon “muhteşem bir şahsiyet” idi. Hegel, Fransız generali Jena’da gördüğü zaman, “evrensel ruh”un at üzerinde şehrin sokaklarında dolaşmakta olduğuna kanaat getirmişti. Modern tarihçiliğin üç üstadı (Ranke, Droysen ve Burckhardt) da Napolyon’un eser ve tesirini “o güne kadarki en büyük hadise” olarak resmediyorlardı. Bütün bunlar, Avrupalıların geleceğe yönelik tasarımlarını yansıtıyordu. Herşey, nihayette güçlü Avrupalı millî devletlerin kurulması için olup bitmişti!
Bizim tarihle münasebetimiz ise utangaçlık ve korku ile meşbûydu. Monteskiyö’nün hiçbir ilmî değeri olmayan “Doğu despotizmi” yaftasını düşünmeden benimsemiş, tarihten ne kadar koparsak “millî devletimizi” o kadar kolay kurabileceğimize inanmıştık. Kemal Tahir, bu kolaycılık ve sahteliği yüzümüze vuran ilk ciddî romancıdır. “Millî Devlet”in yıllarca sansürüne uğrayan Yorgun Savaşçı şu sarsıcı ifadeyle başlamaktadır: “Siz benim geçmişi aradığımı sanıyorsunuz. Yanılıyorsunuz. Ben sizin geleceğinizi aramaktayım.”
Devlet Ana’da ise, Marksçı kuramcıları şaşırtan bir tutumla, Osmanlı devletini sınıfsal baskı uygulayan bir aygıt yerine, kerim devlet olarak tavsif ediyordu. Romanın yazılış saikini ise şöyle açıklıyordu: “Altı yüz yıl geriye gitmemin sebebi, Anadolu Türk insanımızın temel cevherini tarihsel gelişiminin çok önemli bir dönemecinde tutup incelemek, meydana vuracağı özelliklerden, günümüzün ve geleceğimizin zorluklarının çarelerine sağlam dayanaklar bulmaktır. Bu çareler, Anadolu Türk insanını, Batı için geçerli kalıplara dökerek, yabancı genellemelerle açıklamaya çabalayarak bulunamaz.”
İnsanoğlu ya geçmişi mitleştirir, ya geleceği. Yapılması gereken, yaşanabilir bir gelecek için, yaşanmaya değer geçmiş tecrübeleri ilmin ışığında incelemektir. Resmî ideoloji yakın geçmişimizi bütünüyle karalamak, Batı tarihini ise bütünüyle yüceltmek suretiyle, sağlıklı bir gelecek tasarımını imkânsızlaştırdı. Kemal Tahir’in resmî ideolojiye bakışını Halit Refiğ şöyle özetliyor:
“Kemal Tahir, resmî ideolojiyi ‘bağımsız millî devlet’ esasından çıkarıp, ‘Batı’ya bağımlı toplum’ haline getirmeye çalışanlara, Kemalizmi de bu şekilde yorumlayanlara karşıydı. Ona göre Batı’nın göz kamaştırıcı zenginliği ve teknolojik gelişmişliği büyük bir sömürü düzeninin sonucuydu. Türkiye’nin Batıcıları Batı’nın dünya sömürüsüne iştirak edemedikleri için, devleti kullanarak iç sömürüye girişmişlerdi. Eğer resmî ideoloji, Atatürk adının arkasına sığınarak, devleti hırsız takımının ele geçirmesi ise, Kemal Tahir bu ideolojiye karşıydı.”
Romancıya göre, Osmanlı tarihinden alabileceğimiz en büyük ders, verimli fakat sömürüsüz bir toplum düzeninin mümkün olabildiğiydi. Bunun için, yabancılara, özellikle dış sömürü güçlerine değil, kendi insanımıza dayanmayı bilmeliydik. Emperyalizm, çevre niteliği taşıyan sözde millî devletlerin iktidar kadrolarının istekleriyle örtüşür. “Bu nedenle gerçek millî isteklerle emperyalist talepler çoğu zaman birbiriyle karışık bulunur, daha da korkuncu emperyalist oyunlar millî isteklerden daha millî görünür. Bu görünüşü sağlayabilmek için önceden hazırlanmış tabular kullanılır. Bütün tabular namussuzluktur.”
Kemal Tahir haklı: Bazen “emperyalist oyunlar millî isteklerden daha millî görünür.” AB’nin yeni bir sömürgeci kulüp olmaya can attığına kuşku yok; fakat Türkiye’yi mevcut dünya konjonktüründe Avrupa’dan uzak tutmaya çalışan milliyetçi görünümlü talepler, Amerikan patentli daha güçlü bir emperyal projenin parçasıdır. Kemal Tahirleri okumak, bu oyunları ve kendimizi yeniden keşfetmektir.
Paylaş
Tavsiye Et