DOĞU ile Batı, gelenek ile modernite ve merkez ile çevre arasında ‘yırtılmış’lığının bir tezahürü olarak Türkiye’de üniversitelerin, dünyanın diğer pek çok ülkesinden farklı bir biçimde, nevi şahsına münhasır bir misyonu ve statüsü olageldi. Neredeyse bir asırdır Batı’nın, modernitenin ve merkezin mümessili gibi faaliyet gösteren Türk üniversiteleri, tanımı gereği bilginin üreticisi olmaktan ziyade, tarihsel, dolayısıyla da özel ve konjonktürel bir bilginin aktarıcılığını ve muhafızlığını üslendi. Bu anlamda franchise sistemi ile faaliyet gösteren McDonaldslardan ya da Burger Kinglerden bir farkı kalmadı Türk üniversitelerinin. Sahip olduğu bu şahsiyetsiz statüyü devam ettirebilmek için ise üniversiteler yeri geldiğinde zorbalaşmakta ve var oluş gerekçeleri ile ters düşmekte bir beis görmedi. Bu otoriter ve tekelci duruş nihayet ve maalesef, 1980 askerî müdahalesinin ardından kurulan Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ile kurumsallaştı ve resmî bir hüviyet kazandı.
28 Şubat sürecinde Batı’nın, modernitenin ve merkezin yılmaz savunuculuğuna soyunan üniversiteler AK Parti iktidarında faaliyet alanını daha da genişleterek parlamenter muhalefetin yerini aldı. Bu da ‘ilginç zamanlar’ın diğer ilginçliklerini tamamlayan bir durum teşkil ediyor. Peki, üniversiteler, var oluş gayeleri ile çelişircesine, nasıl böyle otoriter ve tekelci olabiliyorlar? Rektörler ve YÖK temsilcileri, taşıyıcısı ve muhafızı oldukları bilginin son ürünü olan demokratik teoriyi ayaklar altına alırcasına, hangi hissiyat ve zihnî kabuller ile kendilerini halkın ve onun temsilcilerinin karşısında ve daha da garibi üstünde görebiliyorlar? Daha fazla bildikleri için mi? Kesinlikle hayır. Sadece ve sadece özel ve tarihsel bir bilgi ile mücehhez oldukları için. Diğer bir deyişle daha az bildikleri, karşısında oldukları geleneğin tarihinden ve dinamiklerinden bîhaber oldukları için. Ha bir de, tabii ki, sırtlarını ‘sağlam’ duvarlara yasladıkları için.
Tarihin Aklı
Rektörlerin (üniversitelerin) hiç de mütevazı olmayan bir biçimde kendilerini toplumun (halkın ve halkın temsilcilerinin) karşısında ve üstünde görmelerini sağlayan bu özel bilgi türünün arkasında ise yine özel ve konjonktürel bir tarih algılaması yatıyor. Tarih algılamasının insan davranışlarının üzerindeki etkisi genellikle göz ardı edilir. Ne var ki, bugünü anlamlı kılan çerçevenin ancak bir gelecek tasavvuru üzerine inşa edilebileceğini söylemek abartılı olmaz. Düşünce tarihi açısından gelecek algıları ise kabaca iki ana kategoriye ayrılabilir: Kadim algılamalar ve modern/seküler algılamalar. Kadim, yani modernite öncesi gelenekler için gelecek, genelde tarih-ötesi (metahistoric) bir mahiyet arz eder. Yani bugünü kuran gelecek, tarihin dışında, ötesinde bir gelecektir; Ahiret, Hades, Nirvana, Cennet ve Cehennem tasavvurları gibi. Bu tür gelecek tasavvurlarının tarihin dışında/ötesinde olması tarihin ya da tarih içerisindeki geleceğin mutlaklaştırılmasını engeller. Daha somut ifadelerle söylemek gerekirse, Ahiret tarihin bütün dönemlerine (tarihin sonu dâhil) eşit uzaklıkta olduğu için gelecek, geçmiş ya da bugün değer itibariyle birbirinin aynıdır.
Seküler modernitenin Avrupa’da yükselişi ile birlikte ise yeni bir tarih algılaması şekillenmiştir. Bilindiği gibi modern seküler dünya görüşü her türlü tarih-ötesi kurguyu reddeder. Bununla birlikte modernitenin de bugünü anlamlı kılacak bir gelecek tasavvuru vardır. Zaten geleceğe ilişkin bir algılama geliştiremeyen herhangi bir dünya görüşünün bugünü anlamlı kılması mümkün olmaz. Kadim geleneklerdeki gelecek kurgusunun kaynağı kutsal metinler, yani insanın ve tarihin ötesinden geldiğine inanılan bir bilgi olurken; modernitenin gelecek kurgusu insan merkezli bilgiye dayanır. Bu nedenle de kadim geleneklerden farklı olarak, seküler modernitenin gelecek algılaması geçmiş kurgusuna bağımlı olmuştur.
16. yüzyılda başlayan, ama 18. ve 19. yüzyılda kemale eren serüveninde modern Batılı zihin bizzat yaşayarak tecrübe ettiği yakın geçmişine dayanarak bir uzak geçmiş kurguladı. Sonra bu uzak geçmişe dayanarak tarihe bir yörünge tayin etti. Bu yörünge sayesinde de bir uzak gelecek öngördü. Nihayet, öngörülen uzak geleceğe referansla bugününü yeniden kurdu. Başka bir deyişle, geleceğe dair tasavvurunu oluştururken modernite doğrusal ilerlemeci tarih algılamasına dayanarak geçmişi yeniden yazdı, böylelikle de bugününü meşru kılabilecek bir gelecek inşa etti. Tarihin sonu tezlerinde işlenen gelecek işte bu gelecektir. Bilimin ve insan zihninin tekâmülünün tamamlandığı, yeryüzü cennetinin kurulduğu, “tanrının öldüğü”, insanoğlunun tanrılaştığı bir gelecek. Bu şekilde mutlaklaştırılmış geleceğin bugüne yansımaları ise korkunç oldu. Nitekim tarihin en kanlı yüzyılı olan 20. yüzyıla damgasını vuran ideolojilerin tamamı doğrusal ilerlemeci tarih algılaması üzerine inşa edilmişti. Bu ideolojilerin ve ideolojiler adına atılan adımların meşruiyeti de gelecekte kuracakları yeryüzü cennetinden menkuldü. Tarihin sonunda tanrılaşacağına inanan insanlar, bugünden kendilerini buna hazırlamaya başladılar. Rusya’da Stalin, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini bu uğurda milyonlarca insanı kurban ederken, gerekçeleri o ‘mükemmel’ geleceğin tesisiydi. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca, yani sömürgecilik diye bilinen dönemde, tüm Avrupa ancak böyle bir gelecek vaadi ile dünyanın geri kalan kısmının maddi ve manevi kaynaklarını sömürebildi. Bugün de Irak’ın kanını emmeye devam eden şey, Amerika’nın bu efsunlu gelecek vaadi değil mi?
Rektörlerin Aklı
Bu yoğun ve karmaşık, ama zorunlu açıklamadan sonra konumuza geri dönelim. Türkiye’de modern bilgiyi temsil ettiğini düşünen insanlar (mesela rektörler ve YÖK başkanı) kendilerinin özel bir statülerinin ve misyonlarının olduğunu düşünüyorlar; çünkü seküler modernitenin yukarıda anlattığımız tarih algılamasını benimsemiş durumdalar. Tıpkı Hitler’in, Stalin’in, Mussolini’nin ya da sömürge bakanlıklarının ve sömürülen milletlerin seçkinlerinin yaptığı gibi. Amaçların araçları meşru kıldığı bir zeminde, modern bilginin mümessilleri bugünkü hak hukuk tanımazlıklarını zihinlerindeki geleceğe referansla meşrulaştırabiliyorlar. Gelecekteki yeryüzü cennetinin anahtarı olan bilgi ile mücehhez olduklarına inandıkları için, kendilerinin bu bilgiye sahip olmayan insanlardan daha farklı bir ontolojik düzlemde yaşadıklarını düşünüyorlar. Başka bir ifade ile tarihin sonunda tanrısallaşacaklarına iman ettikleri için, bugünden tanrılık iddia edebiliyorlar.
Tarihin Aklı Değişti Ama Rektörlerinki Hâlâ Değişmedi
Doğrusal ilerlemeci tarih algılaması 18. ve 19. yüzyılın Avrupasının bir ürünüydü. Ne var ki, 20. yüzyılı görme bedbahtlığını yaşamış olan özelde Avrupalı, genelde ise Batılı zihnin bu konudaki duruşu radikal bir biçimde değişti. Zira, 16. yüzyıldan itibaren kümülatif bir şekilde gelişen modern bilgi Avrupa insanının tarihte eşine rastlanmayan bir yıkım yaşamasına neden oldu. Gelişen bilim ve teknolojinin neden olduğu kitlesel üretim ve tüketim, hızlı kentselleşme, kitle imha silahları, yıkıcı savaşlar, atomizasyon ve yabancılaşma insanoğlunun saadeti açısından tarihin hiç de ilerlemediğini, hatta Toynbee’nin iddia ettiği şekliyle, her bilimsel ve teknolojik ilerlemenin hayatın farklı alanındaki bir gerilemeyi beraberinde getirdiğini düşündürttü Batılı zihne. Bir yeryüzü cenneti öngören tarihsici gelecek tasavvurları, Karl Popper’in deyişiyle, tamamen iflas etti. Bugün geldiği noktada Batılı entelektüellerin ve seçkinlerin tarihsici tasavvurlarla toplumu değiştirme ve değişime direnenleri baskılara maruz bırakma gibi bir gündemleri yok artık. Hepsinden önemlisi de, sahip olduğu bilgiye dayanarak kendisini toplumun geri kalan kısmından daha üst bir varlık katmanında görene pek sağlıklı biri gözüyle bakılmıyor bir süredir Batı’da. Hatta Batılı entelektüeller, bir zamanlar geçmişin tozlu raflarında muhafaza edilmesi gerektiğini düşündükleri din ve gelenek ile de aralarındaki buzları kırmanın yollarını arıyorlar.
Hal böyle iken, Türkiye’deki merkezî seçkinlerin önemli bir kısmı hâlâ 18. yüzyıl Avrupasının tarih algılaması ile düşünmekte ısrarcı görünüyor. Doğrusal ilerlemeci bir tarihî sürecin sonunda ‘muasır medeniyet’ seviyesine ulaşılacağı rüyasından hâlâ uyanmamışa benziyor bu zevat. Israrcılar arasında en önde ise üniversiteler gidiyor. Bu yargıyı tüm üniversite üyelerine ya da rektörlerine teşmil etmek adil değil elbette. Ancak böyle düşünmeyenler, bunu açıkça kamuoyuna deklare etmedikleri müddetçe YÖK’ün yanında yanmaya devam edecekler. Modernite tarihinin bize öğrettiği bir gerçek var ki, o da mutlaklaştırılmış bir gelecek ütopyası üzerine kurulmuş tarihsici projelerin ne kadar zorba olabileceğidir. Hatırlanacağı üzere, 28 Şubat gibi hukukun rafa kaldırıldığı, halk üzerindeki baskının artırıldığı bir süreçte, tanımı gereği özgürleştirici bilgiyi üretmekle memur üniversiteler bu süreci meşrulaştırmakla kalmamış, bu hukuksuzluk sürecinin uygulayıcıları arasında en önde yer almışlardı. Çünkü rüyasını gördükleri gelecek uğruna bu tür usulsüzlüklere katlanılabilirdi. Aradan geçen sekiz yıllık sancılı döneme rağmen, bugün de üniversiteler Türkiye’deki toplumsal barışın, değişimin ve açılımın önünde en büyük engel olmayı sürdürüyorlar. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkiye’de yaygınlaşmaya başlayan modern tarih algılamasına dayalı ‘ilericilik’ ve ‘gericilik’ edebiyatı yok olmaya yüz tutmuşken, YÖK’ün önderliğindeki üniversite rektörleri bu modası geçmiş tartışmayı sürdürmenin yollarını arıyor. Bunu yaparken de sadece ve sadece komik bir duruma düşüyorlar. Aynen tarihî eser kaçakçılığı ve usulsüzlük yaptığı gerekçesiyle tutuklanan birini savunmayı, Cumhuriyet’i savunmakla özdeş saymaları gibi.
Paylaş
Tavsiye Et