Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2009) > Yüzleşiyorum > Örtü ve medya üstüne söylev
Yüzleşiyorum
Örtü ve medya üstüne söylev
Mustafa Özel
MO­DERN ça­ğın ilk kök­ten­ci­si Je­an-Jac­qu­es Ro­us­sea­u, ünü­nü 33 say­fa­lık bir ko­nuş­ma­ya borç­lu­dur: Bi­lim­ler ve Sa­nat­lar Üs­tü­ne Söy­lev. Bu­ra­da­ki bi­lim ke­li­me­si­nin ye­ri­ne med­ya­yı ko­yup met­ni ye­ni­den oku­du­ğu­muz­da, 18. yüz­yıl Ce­nev­re yurt­ta­şı­nın de­rin bir bil­ge­lik­le 21. yüz­yıl Tür­ki­ye’si­ni ha­ber ver­di­ği­ni ra­hat­lık­la gö­re­bi­li­yo­ruz:
“İh­ti­ya­cın do­ğur­du­ğu kral taht­la­rı­nı med­ya güç­len­dir­miş­tir. Ey dün­ya­nın ege­men­le­ri! Ga­ze­te­ci­le­ri se­vin, med­ya için ça­lı­şan­la­rı ko­ru­yun. Ey me­de­nî mil­let­ler, med­ya­yı bes­le­yin. Ey mut­lu kö­le­ler, o si­zin öze­ne be­ze­ne teş­hir et­ti­ği­niz ki­bar ve in­ce zev­ki on­la­ra borç­lu­su­nuz. Ara­nız­da­ki iliş­ki­le­ri pek tat­lı, pek ko­lay bir du­ru­ma ge­ti­rin. O yu­mu­şak huy­la­rı­nı­zı, me­de­nî şe­hir âdet­le­ri­ni­zi, kı­sa­ca­sı hiç­bir er­de­me sa­hip ol­ma­dan bü­tün er­dem­le­re sa­hip­miş gi­bi gö­rün­mek ma­ha­re­ti­ni on­lar sa­ye­sin­de el­de et­ti­niz!”
Ro­us­sea­u’nun ya­şa­dı­ğı çağ­da fe­oda­lizm ça­tır­dı­yor ve ye­ni bir dün­ya ku­ru­lu­yor­du. Kal­bi olan her in­san-dü­şü­nür gi­bi, o da hal­kı­nın bu ye­ni dün­ya­da in­san­ca bir ko­num al­ma­sı­nı ar­zu edi­yor­du. Bu­gün de ka­pi­ta­lizm ça­tır­dı­yor ve ye­ni bir dün­ya ku­ru­lu­yor. Fa­kat Türk­ler o dün­ya­da yer­le­ri­ni ala­mı­yor­lar. Çün­kü Ro­us­sea­u’ya nis­pet edi­le­bi­le­cek in­san-dü­şü­nür­le­ri yok! Her med­ya­tik Türk’ün ka­fa­sın­da ay­rı bir dün­ya res­mi can­la­nı­yor, kal­bin­de ay­rı bir dün­ya öz­le­mi tu­tu­şu­yor. Ço­cuk­la­rı­mı­zın, bel­ki hiç ge­rek­li ol­ma­dı­ğı hal­de çı­ka­rı­lan bir ya­sa­ya rağ­men üni­ver­si­te­ye ba­şör­tü­lü gir­me­si­ni “ka­ra göz­lük­lü aşi­ret”in is­ti­la­sı sa­yan “ami­ral ge­mi­mi­zin baş­ya­za­rı” ba­kın ne­ler ha­yal ede­bi­li­yor:
“Oy­sa ben ne­ler ha­yal edi­yor­dum. 100 yı­lın son­ra­sı­nın Tür­ki­ye’si­ni şim­di­den dü­şün­me­ye baş­lı­yor­dum. Me­se­la, Ça­nak­ka­le Bo­ğa­zı’nı. Onun et­ra­fın­da dün­ya­nın en muh­te­şem şeh­ri­ni kur­ma­yı. Şeh­rin adı de­ğiş­ti­ri­le­cek­ti. Adı Tro­ya ola­cak­tı. Bü­tün dün­ya­nın bil­di­ği, her­ke­sin her gün ko­nuş­tu­ğu bir isim. O ef­sa­ne is­me ya­kı­şan bir şe­hir ku­ru­la­cak­tı. Me­se­la, Efes an­tik ken­ti­nin et­ra­fı­nı dün­ya­nın en bü­yük cam fa­nu­su ile kap­lı­yor, onun et­ra­fın­da 21. yüz­yı­lın bir baş­ka muh­te­şem yer­le­şim ye­ri­ni ku­ru­yor­duk. O ye­ni şeh­rin adı da Efes olu­yor­du. Bir yan­dan ge­niş yol­lar­la de­ni­ze bağ­la­nı­yor, öte­ki ta­raf­tan Mer­yem Ana’ya, Sel­çuk’a açı­lı­yor­du. Ben son 20 yı­lı­mı bu ha­yal­ler­le ge­çir­dim. Rah­met­li Özal ba­na bu inan­cı ver­di. Pe­ki, şim­di bu umut­suz­lu­ğum ka­ram­sar­lı­ğa mı dö­nüş­tü? Bir haf­ta­da ka­ra göz­lük­lü­ler aşi­re­ti­ne mi il­ti­ca et­tim? Ha­yır, içim­de­ki iyim­ser hâ­lâ di­re­ni­yor. Ama bir ya­nım var ki, ona ma­ni ola­mı­yo­rum. Şaş­kın­lı­ğı­ma. Et­ra­fım­da olup bi­te­ne, ba­na de­mok­ra­si di­ye yut­tu­rul­ma­ya ça­lı­şı­lan o ek­se­ri­yet me­ga­lo­ma­ni­si­ne, o nob­ran­lı­ğın ar­ka­sın­da­ki sığ­lı­ğa ve za­val­lı mis­yon duy­gu­la­rı­na. Evet, bun­la­ra şa­şı­rı­yo­rum. Be­nim ha­yal et­ti­ğim Tür­ki­ye, bun­la­rı çok­tan aş­mış, uf­kun çiz­gi­si­ni bi­le geç­miş­ti. Oy­sa şim­di bu­gün ne­re­de­yiz. Ya ben if­lah ol­maz bir ha­yal­pe­rest­tim, ya on­lar ha­yal­ci­lik­ten, viz­yon­dan, ya­ra­tı­cı­lık­tan na­si­bi­ni al­ma­mış ger­çek­çi­ler. Ben Ça­nak­ka­le Bo­ğa­zı’nın et­ra­fı­na 21. yüz­yı­lın Tro­ya’sı­nı kur­ma­yı ha­yal edi­yor­dum, on­lar bü­tün Tür­ki­ye’nin üze­ri­ne tür­ba­nı ser­me­yi. De­mek ki fark­lı ge­mi­le­re bin­miş, fark­lı de­niz­le­re açıl­mı­şız.” (Er­tuğ­rul Öz­kök, Hür­ri­yet, 9 Şu­bat 2008)
Fi­ya­ka­lı bir ro­man­tiz­min giz­le­di­ği ka­tı bir rea­lizm. Bir baş­ka­sı ol­ma­ya can atan, bu baş­ka­sı­nın ken­di­ne ben­ze­me­yen­le­ri sü­rek­li bas­kı al­tın­da tut­ma­sı uğ­ru­na de­mok­ra­si­ye “ço­ğun­luk me­ga­lo­ma­ni­si” di­ye­bi­len, en ba­sit bir in­san hak­kı­nı ül­ke­nin ge­le­ce­ği­ni ka­rar­tan bir nes­ne ola­rak res­me­den sin­si bir ger­çek­çi­lik. Hür­ri­yet ad­lı bir ga­ze­te­de ya­za­cak­sı­nız, ama hür­ri­yet ve in­san hak­la­rı­nı “ka­ra göz­lük­lü­ler aşi­re­ti”nin sim­ge­le­ri sa­ya­cak­sı­nız. Dün­ya­nın her­han­gi bir şeh­rin­den, bi­raz in­saf sa­hi­bi her­han­gi bir ay­dın Tür­ki­ye’ye gel­se ve tüm bu söz­le­rin üni­ver­si­te­de tür­ban ser­bes­ti­si ne­de­niy­le sarf edil­di­ği­ni öğ­ren­se, her hal­de “Tro­ya’nın da, Efes’in de ca­nı ce­hen­ne­me!” der­di.
 
Türk Mo­dern­li­ği­nin İf­la­sı
Türk mo­dern­li­ği bir ah­lak ge­liş­ti­re­me­di. Mev­zu bu­dur! Ah­lak, nes­nel­lik ge­rek­ti­rir. Sa­de­ce baş­ka­la­rı­nın uya­ca­ğı ku­ral­lar­la bir ah­lak sis­te­mi oluş­tu­ra­maz­sı­nız. Ön­ce ken­di­ni­zin uy­ma­sı ge­re­ken il­ke ve ku­ral­la­rı be­lir­le­me­niz ge­re­kir. Cum­hu­ri­yet ay­dı­nı bu ba­kım­dan ka­tık­sız bir ah­lak­sız­dır ve bu du­rum 2000’le­re öz­gü de de­ğil­dir. Ah­met Ham­di Ba­şar’ın çi­çe­ği bur­nun­da ha­tı­ra­tı bu ger­çe­ğe ba­kın ne gü­zel ay­na tu­tu­yor:
1930 son­la­rı. Ser­best Fır­ka fes­he­dil­miş. Ata­türk, Kay­se­ri’ye git­mek üze­re An­ka­ra ga­rın­dan ha­re­ket et­miş­tir. Yol­da et­ra­fın­da­ki ay­dın ve ida­re­ci­le­re yö­nelt­ti­ği so­ru şu­dur: “Ser­best Fır­ka’yı fes­het­mek­le iyi mi et­tik?” Ser­best Fır­ka, Cum­hu­ri­yet Tür­ki­ye’si­nin ilk de­mok­ra­tik adı­mı. Halk fır­ka­ya öy­le­si­ne rağ­bet gös­te­ri­yor ki, Ata­türk bir­kaç ay için­de ge­ri adım atı­yor. Ata­türk’ün tav­rı­nı an­la­mak zor de­ğil. Bir nu­ma­ra ol­ma ko­nu­mu­nu kim­sey­le pay­laş­mak is­te­mi­yor. Asıl önem­li olan, ay­dın­la­rın tav­rı. On­lar ger­çek­ten ah­lak­lı ol­sa­lar, “özü sö­zü bir” bir yö­ne­tim kur­mak im­kân da­hi­li­ne gi­re­bi­lir­di.
“Ser­best Fır­ka’yı fes­het­mek­le iyi mi et­tik?” so­ru­su­na her­ke­sin ce­va­bı ay­nı­dır: Evet Pa­şam, iyi et­tik! Sü­rü­den ay­rı­lan sa­de­ce A. Ham­di Ba­şar’dır, fa­kat onun da ce­va­bı son ker­te­de dar sa­ha­da top çe­vir­mek­ten iba­ret­tir: “Eğer, de­dim, Ser­best Fır­ka’yı kur­mak­la iyi et­miş­sek kal­dır­mak iyi ol­ma­dı. Yok, böy­le bir fır­ka­yı kur­mak yan­lış idiy­se kal­dır­mak şüp­he­siz ki iyi ol­du.” Ba­şar, bu ka­rı­şık ce­va­bı şöy­le tav­zih edi­yor:
“Ser­best Fır­ka’nın ku­rul­ma­sı mem­le­ket­te ye­ni bir ham­le­ye, bir bün­ye in­kı­lâ­bı­na ih­ti­yaç ol­du­ğu­nu or­ta­ya koy­du. Her ta­raf­tan yük­se­len şi­kâ­yet­ler­le, bün­ye­miz­de­ki has­ta­lı­ğın ara­zı mey­da­na çık­mış ol­du. Bu ba­kım­dan fır­ka­yı kur­mak iyi ol­du. Fa­kat Ser­best Fır­ka bu has­ta­lı­ğa ça­re bu­la­maz; bi­la­kis has­ta­yı ölü­me gö­tü­rür. Onun prog­ra­mıy­la sa­vun­du­ğu fi­kir­ler, ya­ni li­be­ra­lizm, Tür­ki­ye’nin ge­ri bir Şark mem­le­ke­ti ola­rak kal­ma­sı, par­ça­la­nıp or­ta­dan kalk­ma­sı de­mek­ti. Ser­best Fır­ka’nın prog­ra­mı bun­dan bir asır ev­vel­ki ha­ya­ta ait­tir; o ka­dar ge­ri­dir. Hal­bu­ki Halk Fır­ka­sı in­kı­lap­çı vas­fı­nı ta­şır. Böy­le bir fır­ka­nın kar­şı­sı­na an­cak da­ha in­kı­lâp­çı fır­ka çı­ka­bi­lir. Bi­zim yap­tı­ğı­mı­zı da be­ğen­me­ye­rek da­ha ile­ri in­kı­lâp is­te­yen bir Fır­ka! Bu iti­bar­la ben de Ser­best Fır­ka’nın kal­dı­rıl­ma­sı ile iyi bir iş ya­pıl­dı­ğı­na ka­ni­im.” (A. Ham­di Ba­şar’ın Ha­tı­ra­la­rı I, Bil­gi Üni­ver­si­te­si Ya­yın­la­rı, 2007, s. 289.)
Bu ifa­de­ler­de­ki ah­lak­sız­lı­ğı gö­re­bil­mek için ne Ser­best Fır­ka yan­lı­sı ne de li­be­ral ol­mak şart. As­lın­da Ba­şar’ın li­be­ra­lizm tah­li­li­ne bü­yük öl­çü­de ka­tı­lı­yo­rum: Li­be­ra­lizm mak­ro düz­lem­de “güç­lü­le­rin ide­olo­ji­si”dir. Fa­kat bir oyu­nu ku­ra­lı­na uy­gun oy­na­ma­yan­la­rın hiç­bir de­ğer­le­ri yok­tur ki mil­let için de­ğer üre­te­bil­sin­ler. Li­be­ra­liz­min o gün­kü şart­lar­da ni­çin ül­ke­ye uy­gun ol­ma­dı­ğı­nı, slo­gan­la­rın öte­si­ne gi­den bir inan­dı­rı­cı­lık­la mil­le­te an­lat­ma­lı ve on­dan ruh­sat al­ma­lıy­dı­nız. Bu­nu yap­mak ye­ri­ne, ra­ki­bi­ni­zi tah­kir edip, “bu par­ti­nin prog­ra­mı bun­dan bir asır ev­vel­ki ha­ya­ta ait­tir, o ka­dar ge­ri­dir” di­ye ça­mur at­ma­nız, güç eli­niz­dey­ken ça­mu­ra yat­mak de­ğil de ne­dir?
 
Tür­ki­ye, İran Olur mu?
28 Şu­bat mü­da­ha­le­siy­le Tür­ki­ye’de sa­at­ler “tâ­bi” baş­la­rın açıl­dı­ğı, fa­kat “ser­best” fır­ka­la­rın ka­pa­tıl­dı­ğı gün­le­re ayar­lan­ma­ya ça­lı­şıl­dı. Bu des­po­tik tav­rın sim­ge­sel he­de­fiy­se ba­şör­tü­sü ol­du. Mü­da­ha­le­yi o gün bu­gün sa­vu­nan­la­rın en faz­la sı­ğın­dık­la­rı ge­rek­çe, Tür­ki­ye’nin İran ol­ma teh­li­ke­siy­di. Özet­le, eğer ba­şör­tü­lü­le­re ses çı­ka­rıl­maz­sa, sa­yı­la­rı ar­ta­cak ve (bu su­ret­le ik­ti­da­rı ele ge­çi­ren) ba­şör­tü­lü­ler, tıp­kı İran’da ol­du­ğu gi­bi her­ke­sin ba­şı­nı zor­la ka­pat­tı­ra­cak­lar­dı. On­lar bi­zim ba­şı­mı­zı ka­pat­tı­ra­ca­ğı­na, biz on­la­rın ba­şı­nı aça­lım! Bu sü­reç­te anah­tar rol oy­na­yan Yük­se­köğ­re­tim Ku­ru­lu (YÖK)’nun son baş­kan­la­rın­dan bi­ri­nin “seç­kin” bir hu­kuk pro­fe­sö­rü ol­ma­sı an­lam­lıy­dı. Çün­kü böy­le­si­ne sa­kat bir man­tı­ğı ka­muo­yu önün­de an­cak de­ne­yim­li bir hu­kuk­çu hak­lı­laş­tı­ra­bi­lir­di.
Ge­rek de­mok­ra­tik il­ke ve tea­mül­ler bağ­la­mın­da, ge­rek so­yut in­san hak­la­rı çer­çe­ve­sin­de böy­le bir tav­rın sa­vu­nul­ma­sı im­kan­sız­dır. Do­la­yı­sıy­la, kar­şı tez­ler­le çü­rü­tül­me­si­ne de ih­ti­yaç yok­tur. Za­ten ya­sak­çı­lar hak­lı ol­ma­dık­la­rı­nı bi­li­yor ve so­rul­du­ğun­da sa­de­ce kor­ku­la­rı­nı di­le ge­ti­ri­yor­lar. O hal­de bu kor­ku ze­mi­ni­ni bi­raz deş­mek­te ya­rar var.
İran’ın se­kü­ler ay­dın­la­rın­dan bi­ri sa­ya­bi­le­ce­ği­miz As­hraf Za­he­di’nin bir­kaç ay ön­ce ya­yım­la­nan bir ma­ka­le­si, İran’da ge­rek Şah ge­rek Hu­mey­ni dö­nem­le­rin­de ör­tü üze­rin­den ne­ler ya­pıl­mak is­ten­di­ği­ni ve bu­nun na­sıl uy­gu­lan­dı­ğı­nı an­la­ma­mı­za ışık tu­ta­bi­lir. (“Con­tes­ted Mea­ning of the Ve­il and Po­li­ti­cal Ide­olo­gi­es of Ira­ni­an Re­gi­mes”, Jo­ur­nal of Midd­le East Wo­men’s Stu­di­es, 3/3, Fall 2007) Ka­dın sa­çı­nın “top­lum­sal bir me­saj ilet­ti­ği­ni ve be­lir­li bir kim­lik ta­şı­dı­ğı­nı” be­lir­ten Za­he­di, ka­dın sa­çın­da iç­kin bir cin­sel­lik ol­ma­mak­la be­ra­ber, geç­miş­te ve gü­nü­müz­de ço­ğu top­lum­la­rın ka­dın sa­çı­nı cin­sel­leş­tir­dik­le­ri­ne dik­kat çe­ki­yor.
Ba­şör­tü­sü­nün uzun bir ta­ri­hi var ve İs­la­mi­yet ör­tü­yü icat et­miş de­ğil. Asur, Bi­zans ve Sa­sa­nî im­pa­ra­tor­luk­la­rın­da ba­şör­tü­sü bir pres­tij ve sta­tü sim­ge­siy­di. Yük­sek top­lum ta­ba­ka­la­rı­na men­sup ka­dın­lar, sı­ra­dan in­san­la­rın “kir­li” ba­kış­la­rı­na ma­ruz kal­ma­mak için ör­tü­nü­yor­lar­dı. Bir sı­nıf ve­ya züm­re im­ti­ya­zıy­dı ör­tü: Asur ya­sa­la­rı köy­lü ka­dın­la­rın, kö­le ve fa­hi­şe­le­rin ba­şör­tü­sü tak­ma­la­rı­nı ya­sak­lı­yor­du. Ör­tü­nün bi­çi­mi de­ğiş­se de, te­mel amaç ay­nıy­dı: Ka­dın sa­çı­nı er­kek ba­kı­şın­dan uzak tut­mak. Ya­hu­di ve Hı­ris­ti­yan ka­dın­la­rı da ba­şör­tü­sü ta­kı­yor­du. Fa­kat bu ge­le­nek­te ör­tü sta­tü ve pres­tij­den zi­ya­de, al­çak­gö­nül­lü­lü­ğü sim­ge­li­yor­du.
Za­he­di’ye gö­re, İs­lam ön­ce­si Arap top­lu­luk­la­rın­da ba­şı­nı ört­mek yay­gın de­ğil­di. İs­la­mi­yet’in mi­la­dî 7. asır­da­ki zu­hu­ru sı­ra­sın­da, ba­şör­tü­sü âde­ti Gre­ko-Ro­men, Ya­hu­di, İran, Bi­zans ve Bal­kan kül­tür­le­rin­de mev­cut­tu. Müs­lü­man­lar ör­tü­yü fet­het­tik­le­ri top­lum­la­rın kül­tür­le­riy­le iliş­ki için­de be­nim­se­di­ler. Ge­rek Kur’ân’da­ki emir­ler, ge­rek ule­ma­nın yo­rum­la­rı, İs­la­mi­yet’te de ba­şör­tü­sü­nün al­çak­gö­nül­lü­lük­le bağ­lan­tı­lı ol­du­ğu­nu gös­te­ri­yor.
İran­lı­lar ba­şör­tü­sü­nün bir “ge­ri­lik” işa­re­ti ol­du­ğu­nu 19. yüz­yıl­da keş­fet­ti­ler. Av­ru­pa’yı ge­zip do­la­şan Fars ay­dın­la­rı, bu top­lu­mun ile­ri git­miş­li­ği­ni bü­yük öl­çü­de ka­dın­la­rın eği­tim­li ve sos­yo-po­li­tik ge­liş­me­le­re an­ga­je ol­du­ğu­na yor­du­lar. Bu eği­tim­li ve so­rum­lu ka­dın­la­rın hep­si de ba­şı açık idi­ler. İran top­lu­mu­nu çağ­daş­laş­tır­ma­ya ça­lı­şan bu ıs­la­hat­çı ay­dın­la­rın gö­zün­de ba­şör­tü­sü (ge­nel­de, ka­dın be­de­ni­ni “hap­se­den” her tür­lü gi­yim) bir bas­kı, fa­na­tik­lik ve ge­ri­lik işa­re­ti ol­du.
 
Ata­türk ve Rı­za Şah
Is­la­hat­çı­la­rın ör­tü ve­ya ka­dın odak­lı re­form ça­ba­la­rı, Rı­za Şah dö­ne­min­de (1925-41) kök­ten­ci bir uy­gu­la­ma­ya dö­nüş­tü. Ata­türk’ten esin­le­nen Şah, uy­gu­la­ma­da o ka­dar sert dav­ran­dı ki, as­ker­ler so­kak­ta­ki ka­dın­la­rın ba­şı­nı zor­la aç­ma­ya baş­la­dı­lar. Ör­tü­nün ken­di­le­ri için “say­gın­lık, ko­run­ma, er­dem ve onur” an­la­mı­na gel­di­ği çok sa­yı­da ka­dın, “ken­di­le­ri­ni ör­tü­süz ade­ta çıp­lak” his­set­tik­le­rin­den, ev­le­rin­den bi­le çık­maz ol­du­lar. Baş­ta öğ­ret­men­ler ol­mak üze­re, ba­şör­tü­süz ça­lış­ma­yı red­de­den çok sa­yı­da ka­dın iş­siz kal­dı. Böy­le­ce Rı­za Şah, dip­çik dar­be­le­ri al­tın­da İran ka­dı­nı­nı mo­dern­leş­tir­di! Ba­şör­tü­süz ka­dın, mo­dern İran’ın sim­ge­siy­di ve il­gi­li ya­sa­nın yıl­dö­nüm­le­ri tan­ta­na ile kut­la­nı­yor­du.
Hu­mey­ni dev­ri­min­den son­ra­ki ge­liş­me­le­ri an­lat­ma­ya ge­rek var mı? İs­lam Dev­ri­mi’nin şi­ar­la­rın­dan bi­ri “otan­tik Müs­lü­man ka­dın”ı or­ta­ya çı­kar­mak­tı. Otan­tik, Ba­tı­lı ol­ma­yan­dı ve Şah­lar ne yap­tıy­sa ter­si­ni yap­mak ge­re­ki­yor­du. Şek­len ter­si ya­pıl­dıy­sa da, yön­tem ola­rak du­rum fark­lı de­ğil­di: Dev­rim­ci­ler, Ba­tı­cı ıs­la­hat­çı­la­rın yap­tık­la­rı­nı ay­nen tek­rar edi­yorlardı. Bu se­fer ör­tü­süz ka­dın­lar “ka­mu­sal alan”dan uzak­laş­tı­rı­lıp mar­ji­nal­leş­ti­ril­di­ler.
Ro­us­sea­u ça­ğı­mız­da ya­şa­say­dı, bütün bu dev­rim­ci­le­ri ay­nı ka­ba ko­yar ve hep­si­ni (gü­cün em­rin­de­ki) med­ya­nın il­ke­siz­leş­tir­di­ği bir sü­rü sa­yar­dı. “Hiç­bir er­de­me sa­hip ol­ma­dan bü­tün er­dem­le­re sa­hip­miş gi­bi gö­rün­mek ma­ha­re­ti­ne” sa­hip bir sü­rü. Ve on­la­ra der­di ki: “Med­ya­nın dav­ra­nış ve ey­lem­le­ri­mi­zi he­nüz ka­lıp­la­ra sok­ma­mış ve duy­gu­la­rı­mı­za yap­ma bir an­la­tım ver­me­miş ol­du­ğu za­man­lar âdet­le­ri­miz ka­ba ama do­ğal­dı. İn­sa­nın ya­pı­sı o za­man da­ha iyi de­ğil­di; fa­kat in­san­lar bir­bir­le­ri­nin ru­hu­nu ko­lay­ca an­la­dık­la­rı için en­di­şe­siz ya­şa­ya­bi­li­yor­lar­dı… Bu­gün kim­se ken­di de­ğer­le­ri­ni sa­yıp dök­mü­yor, ama baş­ka­sı­nın de­ğe­ri­ni dü­şür­me­ye ça­lı­şı­yor.”
Er­tuğ­rul Öz­kök hak­lı: “De­mek ki fark­lı ge­mi­le­re bin­miş, fark­lı de­niz­le­re açıl­mı­şız.” On­la­rın bin­di­ği ge­mi, il­ke­le­ri ol­ma­yan ve baş­ka­la­rı­nın de­ğer­le­ri­ni dü­şür­me­ye ça­lı­şan­la­rın ge­mi­si. Bu Ül­ke’nin “âdet­le­ri ka­ba ama do­ğal” in­san­la­rı ne o ge­mi­le­re bi­ne­cek ne de o de­niz­le­re açı­la­cak­lar. Tro­ya on­la­rın, Ça­nak­ka­le bi­zim ola­cak!

Paylaş Tavsiye Et