“İçki yasakları, içki tüketimini azaltacağına azdırır” diye akıl vermiş Sn. Başbakan’a.
Kim?
Kısmen adaşım Ertuğrul Özkök.
Benim soyadım da Tuğrul ya.
Bu yüzden büyük yazar kısmen adaşım olurlar.
Akıl vermenin yanında bir de teklif sunmuş:
“Gelsin, alkolün zararlarını anlatan bir kampanya başlatalım.
Bu kampanyaya ben de gönüllü olarak katılacağım” demiş.
Teklifi yaptığı aynı yazıda iki satır sonra, “Eğer bu ülkede demokrasi varsa, belediyelerin içki yasağı koyma hakkı olmamalı” yargısında bulunmuş.
“Dinî yasakların bulunduğu İran’da durum ne?” sorusunu sorduktan sonra kendisi cevaplıyor:
“Sokaklarda bir şey yok.
Ama bir de evlerin içine girip durumu görün” diyor.
Belediye tesislerinde içemediği için herhalde soluğu İran’daki evlerde alıp gönlünce içiyor.
Herhalde, dedim.
Çünkü İran’a gidip orada içip içmediğini bilmiyorum.
Ama “evlerin içine girip durumu görün” diye kesin konuştuğuna göre kendisi biliyor.
Kesin İran’daki evlerde de içiyor.
“Bize olan öfkenizin yüzde onunu, belediyelerinizdeki bu işgüzarlıklara çevirseniz, inanın mesele kalmayacak.
Eğer gerçekten samimi iseniz, çok kolay anlayacaksınız” diye bağlamış yazısını.
“Alkolün zararları hakkında kampanya yapalım” diye lafa girip nefes almadan, “‘Belediyelerdeki içki yasağını kaldırın’ demenin neresi samimiyet?” diye kızabilir belki Sn. Başbakan.
Ama ben, naçizane, meslektaşımı destekleyeceğim.
Alkolün zararları hakkında konuşabilecek kendisinden daha yetkin bir kimse olmadığına da herkesle bahse girerim.
Belki farkına değilsiniz ama Sn. Yazar kampanyasını tek başına başlattı bile.
Ona bu çabasında destek olmak sadece boynumun borcu değil, meslek etiğimin de gereğidir.
KAMPANYA
Şu satırlar bu kampanyanın işaret fişeği değil de nedir?
“Güzel bir akşam yemeği yemişimdir.
Mutlaka iki-üç kadeh çok güzel şarap içmişimdir.
Her defasında kendimi beyaz bir koltuğun üzerinde bulurum.
Orada öyle hareketsiz saatlerim geçer.
O hareketsizlik derin bir meditasyona dönüşür.
Bütün bu mutluluklar için Allah’a şükrederim.
O müthiş Şiraz şarabı için.
Puccini, Mahler, Beethoven, Mozart, Bach için.
Bir an kendimi ağlarken bulurum.
Üç saniye sonra kontrol edemediğim gülmeler başlar.
Benim Allah’a şükretmem kendini böyle ispat eder.
Hayata teşekkür, böyle anlarda ‘Ene’l-Hak’ haykırışı haline dönüşür.
Şükreden varlığınız, şükredilenin kendisi olur.”
Şimdi lütfen elinizi vicdanınıza koyun.
Ve düşünün.
Kim, insanın içtikten sonraki halini bundan daha iyi tasvir edebilir.
Bilinçsiz bir şekilde kendini her defasında beyaz bir koltuğun üstünde bulmak.
Hareketsiz, uyuşuk, ne yapacağını bilmez halde kalakalmak.
Ne dediğini bilmez hale gelmek.
Ağzından çıkanı kulağı duymamak.
Kontrolsüz ağlama nöbetleri.
Onu takip eden gülme ve kahkaha nöbetleri.
İçerek Hallac-ı Mansur’un makamını geçmek.
“Heyt be, tanrı mıyım neyim!” hezeyanları.
“Madem ki tanrıyım, içkiyi kendime helal kıldım.
Kim ne karışır!” tavrı.
ZAVALLI
Mükemmel bir ironi.
İç parçalayıcı bir alt üst oluş.
Ontolojik kimlik karıştırması.
Biliyorum yukarıdaki üç ifade alkolün Sn. Yazar üzerindeki etkilerini tarif etmek için yetersiz kaldı.
Tabii bu bir kabiliyet meselesi.
Herkes benim gibi hasbelkader bir köşe sahibi olabilir.
Ama bu her köşe sahibinin güçlü kalemi olduğu manasına gelmiyor.
Onun için yüksek müsaadeleriyle kendisinin alkollü halinin tasviri için yine kendisinin edebi ifadelerinden birini kullanmak istiyorum.
Sn. Ulaştırma Bakanı’nın hanımı hakkında kullandığı şu ifadeyi:
“Bakanın eşi hakkında söyleyebileceğimiz tek şey vardı:
Bir zavallılık görüntüsü…
O da eleştiri değil, olsa olsa acıma duygusu olurdu.”
Bakın.
Gördünüz mü; üç kısa cümledeki o, insanı allak bullak eden vurguyu?
Bold karakterler yazarın kendi tercihi.
Hanımefendi beylerin yanında sofraya oturmadı diye tercih edilen tarz bu.
Gönlü yüce yazar acıyor.
Acımasa eleştirecek.
Belki acıtma yazmıştır, belki t harfi yanlışlıkla düşmüştür.
Onu da bilemiyorum.
Yoksa fotoroman kültürümüzdeki “benden nefret et, ama bana acıma” klişesini mi bilmeyecek Sn. Yazar.
İran’daki evlerin içinde ne içildiğini bilecek de, bu klişeden mi haberi olmayacak?
Her ne ise konumuz o değil.
İçtiği zamanki halini tasvir eden en güzel ifade, kanaatimce kendi yazdığıdır.
“İçtiği zaman hakkında söyleyebileceğimiz tek şey vardı:
Bir zavallılık görüntüsü…”
Son cümleyi biraz modifiye edip kampanyanın ana sloganı haline getirmeyi teklif ediyorum.
“Eleştirmiyoruz. Acıyoruz.”
Belediye tesislerindeki içki yasağı kaldırılmalı.
Girişlere Sn. Yazar’ın içkili halinin kendi kaleminden tasviri asılmalı.
Altına büyük harfler ve bold karakterle “Eleştirmiyoruz, Acıyoruz” yazılmalı.
Sn. Yazar’ın sağ kolunun işaret parmağını göğsünün üstüne koyarak “Ene’l-Hak” derkenki büyük boy fotoğrafını da basarsak, isterseniz içkileri bedava dağıtın, kimsenin bir damla içeceğini sanmıyorum.
Bu kampanyanın tutması halinde Sn. Yazar’a her hafta sonu İran’a bedava gidiş-dönüş uçak bileti imkanı sağlanmasını THY yetkililerinden istirham ediyorum.
Sn. Yazar gerçekten samimi ise kampanyanın bu şekilde yürütülmesi teklifimi geri çevirmeyecektir.
Neden geri çevirsin ki!
“İçmeyin, benim gibi olursunuz” kampanyasını zaten başlatmış.
Benim teklifim, birkaç küçük teknik ayrıntı.
O kadar.
Bir başka meslektaşımı daha desteklemek istiyorum.
ASİMETRİ
Cengiz Çandar da kısmen adaşlarımdan bir diğeridir.
Çandaroğulları’nın günümüzdeki en şöhretli temsilcisidir.
Kıvrak zekası, oynak kalemini bilmeyen bir kişi bile yoktur bu memlekette.
Kaleminin ne kadar oynak olduğuna dair kaç örnek verdim bu köşede.
Bilmeyenler bilsin, tanımayanlar tanısın diye.
Baktım Aralık ayında Sn. Çandar televizyonda.
“ABD ile Türkiye arasındaki ilişki asimetrik bir ilişkidir ama panelistimiz sanki eşitler arası bir ilişkiden söz ediyor, bu nasıl iştir?” diye soruyor.
Panelist “iki ülke arasındaki ilişkinin asimetrik olduğunu bilmek için uzman olmaya da, gazeteci olmaya da gerek yok” diye cevap verdi.
“Ama asimetrik ilişkiyi ‘bir etken ülke var, bir de edilgen ülke’ şeklinde anlamlandırmak doğru değildir” diye ekledi.
“Asimetriyi birinin tamamen aktif, diğerinin tamamen pasif olması olarak okumak da doğru değildir” dedi.
Gazeteci meslektaşımdan, heyhat, gık çıkmadı.
Nefesimi tutup heyecanla bekledim.
“Efendi-uşak ilişkisi de değildir” diyecek mi diye.
Yok, öyle bir laf etmedi.
Yoksa televizyonun kapısına dayanacaktım.
“Öyle olsa, ne zararı var?” diye.
Olsa olsa “‘Katil uşak mıydı’ diye sorsalardı ne cevap vereceksiniz?” diyebilirdi o panelist.
Meclis Başkanı da ayrı telden çalmış.
“Bakmayın öyle birkaç gazetenin, birkaç köşesindeki kalemşorlara.
Onlar Amerikan üniforması giymiş, kendini Türk zanneden insanlardır” demiş.
Değerli kısmen adaşım Sn. Özkök bu lafa çok alındığını belirten bir yazı kaleme aldı.
Sn. Çandar’dan bir ses, nefes çıkmamıştı ben bu yazıyı kaleme alana kadar.
Ben de alındım.
Çünkü tezkere çıkmalı diye çok çabalamıştım.
Ama en çok Sn. Başkan’ın itirafı beni yaraladı.
“Kimyasal silah istihbaratının yanlış olduğunu kabul ediyorum” demiş.
Halbuki meslek hayatımın en güzide yazılarını o konuda yazmıştım.
Biz yazarların kaderi bu mudur?
Gelen vurur, giden vurur.
Mümin vurur, gâvur vurur.
SON SÖZ
Hayatta en hakiki simetri, asimetridir.
Paylaş
Tavsiye Et