Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Yüzleşiyorum
Ne tahammül ne sefer
Mustafa Özel
BU yazıyı sonucu belli seçimden bir gün önce yazmaya başlıyorum. Öyle görünüyor ki AKP %50 dolayında bir oyla, tıpkı merkezdeki gibi yerel yönetimlerde de üçte ikilik bir ağırlığa sahip olacak. Milletten alacağı yeni destek, kurmaylarının ifadesiyle AKP’yi “yeni ufuklara” kanatlandıracak. Hangi ufuklara?
 
Yüzlerde bize dair bir ima
Okuyacağız eve dönerken
Mağrur bir edâ için
Hayır henüz erken
Türküler söyleyecek değiliz
Uğruna arza dağıldığımız
Dâva ocağımızda sönerken
 
AKP kendi müspetinden çok, rakiplerinin menfiliği yüzünden iktidara ‘konan’ bir hareket. CHP’nin menfiliğinden DP, 27 Mayıs’tan AP, 12 Eylül’den ANAP nasıl çıktıysa, 28 Şubat’tan da AKP öyle çıktı. Önceki hareketlerin hiçbiri fikre dayanmıyordu, herhangi bir fikre de dönüşemediler. Pragmatik zihniyetlerin ürünüydüler; vurgunculuğun pazar yeri oldular. Ahmet Hamdi Başar 74 yıl önce Serbest Fırka’nın önce İzmir’de, ardından bütün yurtta gördüğü alâkayı değerlendirirken, “Hiçbir parti bu kadar az çalışarak, az zamanda bu kadar başarı kazanmış olamazdı” diyor. “Bu hareket yokuş aşağı kendiliğinden giden bir motörün hareketine benziyordu. Motör ancak fren için çalışmalıydı. Hakikaten Fethi Bey, fırkasının gördüğü bu alâkadan şaşırmış, onu frenlemeğe uğraşıyordu.”
 Frenlenemeyen fırka Gazi duvarına çarpsa da yirmi yıl sonra (İzmir’de Fethi Bey’i karşılayan kâfilenin içinde bulunan Adnan Menderes liderliğinde) hükümet oldu. Elli üç yıl sonra Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde yine hükümet oldu. İktidar olup olamayacağını ise göreceğiz. Son cümleyi medyatik niyet ve üslûpla söylüyor değilim. Türkiye’nin demokrasi tarihini yazan Prof. Kemal Karpat, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi’nde (2003/2) kendisiyle yapılan enfes söyleşide, son elli yılda iktidar koltuğuna oturanları şöyle tasvir ediyor: “Hangi partiden gelirse gelsin, ana babası ne olursa olsun, bir kere idare edenlerin grubuna geçtikten sonra, bazen derin devlet dediğimiz şeylere de hakim olan o kitlenin içine girdikten sonra, o adam geldiği yeri, geçmişini unutuyor, hakim kültürü kabul ediyor.” Hakim kültür, hakim zümrenin kültürüdür. Kendisine oy vermese de Bakırköy’ün, Şişli’nin, Çankaya’nın kültürü.
 
biz şehre indik diye lağvedildi savaşlar
gelinlik kızlar ortalıktan çekildi
kurulmaz oldu pazarlar
berberler kepenk indirdi
vebaya yaklaşır gibi
külrengi bir yüzle geldi
cepheden arkadaşlar
bir kusur mu belirdi inancımızda?
kitaplarımıza hurafe mi karıştı
yeni bir yalvaç mı var ortalıkta
yahut söylenmemiş bir bahar?
 
Bugünü Yaşar, Yarını Düşünmez, Dünü Hatırlamayız!
Elli yılda, Türk toplumunun karşısında “daimî bir korkuluk gibi duran” devlete karşı beş defa zafer kazanan (DP, AP, ANAP, RP, AKP) siyasî hareketlerin ayakta kalamamasını sadece devletin baskın gücüyle açıklamak yeterli değildir. Bunu, siyasî hareketleri başarıyla üretebilen bir toplumun, aynı başarıyla siyasî fikir üretememesiyle açıklamak daha doğrudur. Karpat’a göre bunun kökleri Osmanlı’da aranmalıdır: “Osmanlı her bakımdan hem içte, hem dışta siyaset ustası olmasına rağmen, bu ustalığını kaleme almamıştır. Biz maalesef felsefeci değiliz. Biz mücerret düşünemiyoruz. Bizde müzisyen yetişmiştir, tarihçimiz vardır; ama gerçek manada filozofumuz yok. Biz pratik insanlarız. Gözle görülür, elle tutulur şeylerle ilgileniriz. Onun için biz daima bugünü yaşarız, yarını düşünmeyiz, dünü hatırlamayız.”
 
bir gemi çatabilseydik eğer
atamız Nuh gibi
tufanı seyretmeye değer
derdik, oyuna girmeye değer
bir gemi çatabilseydik eğer
karada kalmaya değer derdik
suların heyecanında yitmeye
saat eriştiğinde gitmeye değer
bir gemi çatabilseydik eğer
kemiklerimizden oyardık gövdesini
ve derin düşünmenin sesini
saklardı küpeşteler
Seçimden bir hafta önce, İstanbul’da bir ilçenin başkan adayının kahvaltısındaydık. Genç adayı sıkıntıdan ter basmıştı. Belli ki o da üniversite yıllarında “dâva delisi” idi. Şimdi bıyıksız erkekler korosunun orta yerinde, kelimelerle oynamanın sıkıntısını gizlemeye çalışıyordu.
 
Memleketi kurtaracaklardı. Hoca ne demişti? “Sizler dâvanın yılmaz erlerisiniz, bu dâva sizlerin omuzunda yükselecek.”
Gençtiler, pırıl pırıldılar. Başlarında ne yeller esiyordu kimbilir? Memleket kendisine sahip çıkacak, bu çilekeş insanları tutup kaldıracak, şu çorak toprakları yeşertecek nesillere muhtaçtı. Yaz sıcakları bastırıp herkesler plajlara, kızlı oğlanlı toplantılara koşarken onların içinde dâvanın sönmeyen ateşi…
 
Koroya bilge mimarın 1994 Nisanındaki bir sözünü hatırlatıyorum. Tayyip Erdoğan birkaç hafta önce İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmuştu. Bir grup arkadaşla ziyaret ettiğimiz bilge, bize kırk yıldır bütün belediye başkanlarına danışmanlık yaptığını, filanca başkanın hırsız, falancanın ise hırsız olmadığını; fakat hırsızların falanca döneminde belediyeyi daha fazla soyduklarını söyledi. “İstanbul’un bütün kara şeytanları şu an bembeyaz kanatlar takarak Tayyip Bey’in etrafında dönmeye başlamışlardır. İşin kötüsü, şeytanlarla cephe savaşı yapamazsınız. Mücadeleyi ancak ince siyasetle kazanabilirsiniz.” Başkanlığı aşağı yukarı kesin gözüken çakır delikanlıya bunları hatırlatıyorum. Yine de alkışlanıyor, mahçup ve tedirgin, yerime oturuyorum. Zafer yakın!
 
Mektebini bitiren gidiyordu.
Dâvayı kucaklayıp gidiyordu, öyle sanıyordum, başka türlü olamazdı.
İmtihanları sıklaşanların ayakları kesiliyordu. Sonra hocalar. Her sonbahar, onlardan bir ikisini Edirnekapı’ya, Sahrayı Cedid’e, Karacaahmed’e uğurlayıp geliyorduk. Kendileri gidiyordu, kitapları raflarda, sesleri dershanelerin, konferans salonlarının köşelerinde tozlanıyordu. O sandalyelerin yetişmediği, konuşmaların ayakta alkışlandığı, geç vakitlerde kızarmış gözler, terli kırışık alınlar, sıkılmış yumruklarla yeminlerin verilip alındığı salon neden gittikçe tenhalaşıyordu?
 
İrtica Değil, Ricat!
AKP’nin seçim zaferi en az dört boyutta mülahaza edilmelidir. İlk ve en önemli boyut, yukarıda alıntıladığım Kemal Sayar’ın şiiri ile Mustafa Kutlu’nun hikâyesinde ifadesini bulan, siyasî zafer uğruna insanların ‘dâva’dan ricat etmesidir. “Anadolu’nun kurtuluş savaşının ruh cephesinde henüz yapılmamış olması” kimseyi ürpertmiyor artık. Diğer boyutlar daha siyasî ve sosyolojiktir: AKP’nin devlet partisi CHP karşısındaki zaferi, “sağcı” partilere karşı zaferi, “solcu” oluşumlara karşı zaferi. Seçim haritasına bakarsanız, CHP’nin ülkenin batısını, solcu oluşumların güneydoğusunu tuttuğunu, sağcıların ise şurada burada birkaç ilde öne geçebildiklerini görürsünüz.
AKP’nin CHP karşısındaki ezici üstünlüğünün kaynağını Kemal Karpat’ın tanık olduğu şu olayda yakalayabiliriz: 1960’larda araştırma için gittiği Erzurum’da partileri ziyaret edip başkanlarıyla görüşüyor. “CHP merkezine gittim. Söyledik profesör filan diye. Kapıcı tak tak vurup girdi, içeri alındım. Baktım büyük bir masa, adam tek başına oturuyor. Kravatlı. Konuşmaya başladık. Adam cehaletten, şundan bundan yakınmaya başladı. Derken köylünün biri kapıyı vurup içeri girdi. ‘Beyefendi, bir ricam var’ demeye kalmadan, ‘Çık dışarı ulan!’ dedi başkan. ‘Buna kim izin verdi, meşgulüm görmüyor musun? Çık dışarı!’ dedi. Adamı attı. Demokrasi buydu. Sonra Yeni Türkiye Partisi ile Adalet Partisi’ne gittim. Orada halk öyle kaynaşıyordu ki, kimin müdür, kimin parti başkanı olduğu belli değil. İşte fark bu, dedim.” CHP hâlâ aynı kafayı taşıyor olmalı ki, seçim gecesi parti genel sekreter (veya yardımcısının) yaptığı ilk resmî açıklama kırk yıl öncesini hatırlatıyor gibiydi: “Halkımız AKP’ye gerekli uyarıyı yapmamıştır. Tercihini yanlış kullanmıştır!” Ne idrâk, ne irfan!
AKP’nin merkez sağ partilere karşı üstünlüğünün kaynağı, bu partilerin giderek, CHP’leşmelerinde aranmalıdır. Nedir CHPleşmek? Ahmet Hamdi Başar, Atatürkle Üç Ay’da bunu inanılmaz güzellikte tasvir ediyor: İstanbul’da CHP’nin işe aldığı liman işçileri bile CHP’ye değil Serbest Fırka’ya oy vermektedir. “Çünkü bu amele Halk Fırkası namına istismar ediliyor. Amelenin bir cemiyeti vardır. Bu cemiyet onları korumak, hastalarına bakmak, muhtaçlarına yardım etmek için kurulmuştur. Amele yevmiyelerinden kesilen %5’ler buraya verilir. Cemiyetin başına Halk Fırkası tarafından bir reis, idare heyeti azası ve kâtip diye bir takım adamlar konmuştur. Reis 400 lira, azalar ikişer yüz lira aylık alırlar. Amelenin bıraktığı %5’ler bu maaşlara bile yetişmediğinden, yardım işini mecburen Liman Şirketi kendi üzerine almış, Cemiyet sadece bir yeyinti yeri olmuştur.”
Sadece, havasını bilinçle teneffüs edegeldiğim 1980 sonrası dönemi hesaba katarak, önce ANAP, sonra DYP ve MHP’nin yönetime gelmesinden sonra, şu veya bu derneğin değil, âdeta bütün memleketin nasıl bir “yeyinti yeri” haline geldiğini hayret ve şaşkınlıkla izledik. “Hortumculuk” kavramı, Türk siyasetinin dünya siyaset literatürüne armağanıdır! Denizin bittiği, iç ve dış borçların milli geliri geride bıraktığı bir uğrakta, AKP bir yandan yeyintinin hesabını sormak, bir yandan da yeni bir yeyinti cemiyetine dönüşmemek niyet ve duasıyla yönetime ‘fırlatılmıştır.’ Refahyol hükümeti kurulduğunda Türkiye’nin en büyük işadamı, “merak etmeyin Türkiye refahlaşmayacak, Refah Türkiye’leşecek” demişti. Türkiye’leşmek, sahte ideolojik örtüleri sıyırırsak, yeyinti sofralarına karışmamak, yeyicilerin tekerine çomak sokmamak demektir. AKP’lilerin ‘değiştik’ iddiasının, takiyye ise eğer, kime karşı takiyye olduğunu zamanla göreceğiz.
Son boyut, AKP’nin solcu oluşumlara karşı zaferinin anlamlandırılmasıdır. Solculuk Türkiye’de sınıfsal bir temel bulamayınca, ya CHP tarzı devletçiliğe, yahut ayrılıkçı ırkçılığa dönüşüyor. AKP’nin zaferi, halkın bir iki şehir dışında bu hareketlere prim vermediğini kanıtlıyor. Almanlarla Fransızların, İtalyanlarla İspanyolların Avrupa kimliği (İbn Haldun’un tabiriyle, Avrupa asabiyesi) altında bütünleşmeye çabaladıkları bir uğrakta, Mezopotamya toplumlarının Türk, Arap, Kürt tarzında ayrı yollar tutturarak; aralarındaki anlaşmazlıkların çözümü için Texas’tan kovboylar ithal ederek ayakta kalmaları mümkün değildir. Varolmak, kolektif çabayla tarihin malzemesi olmaktan kurtulmakla mümkündür.
 
Batı’da Hazır Fikir Yok!
AK Partinin başarı şansı nedir? Başarıdan maksat, tıkanmış bir sistemin rehabilitasyonu ise, 1.5 yıllık performansın bu hususta ilgilileri rahatlatmış olduğu söylenebilir. Fakat başarı ile, çetin bir uğrakta, bir milletin yeniden tarih sahnesinde belirmesine önayak olunması anlaşılacaksa, o zaman AKP’nin hangi yerli fikrin tezahürü olduğu ortaya konmalıdır. Küresel sistemin egemenlerine atıfla geliştirilen “muhafazakâr demokratlık” ideolojisi tarihî bir iddiayı değil, daha ziyade konjonktürel bir teslimiyeti yansıtıyor. Nurettin Topçu, “muhafazakârlık bir milletin mukaddesatına, cemiyetin iradesi demek olan tarih içinde kazanılmış bütün ruh varlığına sahip olmasıdır” diyordu. “Muhafazakârlık millette, dinde, ahlâkta, ekonomide, siyasette, bütün içtimaî hareketler sahasında, o hareketlerin dayandığı temellerin muhafazası demektir.”
Kemal Tahir de benzer bir yaklaşımla, Türkiye’de sol partileşme ve gruplaşmanın fikir temelli olmadığından yakınıyordu: “Türkiye’de gruplaşmalar hiçbir zaman fikirler üzerinde, Türkiye’de eylemi taşıyacak ana fikirler üzerinde olmamıştır. … Bütün fikirler sümmettedarik gelen fikirlerdir. Katiyen Türkiye’nin gerçeklerini belirlemez fikirlerdir. Her biri bir parça gerçek taşıyor pek tabii, fakat bunu sistemleştirecek ne bir insan yetişti, ne de bir grup çalışması yapılabildi. Her gelen dergi bize yeni fikirler getirecekti ve bizim, Batı’dan hiç farkımız olmadığı için aynen kullanacaktık onları. Vakta ki Batı’da bizim için hazır fikir olmadığı anlaşıldı, kıyamet koptu. … Sartre söylemiş diye koştuk, Althusser söylemiş diye koştuk. Müslümanlıkla sosyalizmin karşılaştırmasını bile Garaudy’nin saçma sapan kitabından öğrendik. Müslümanlık, içinde yaşadığımız mesele, bizzat evimizdeki mesele. Ne zaman ki Batı’da hazır kalıp olmadığı anlaşıldı, o zaman tabii çil yavrusu gibi dağıldı hazırkalıp adamlar. Kimi askerlerin kayışına yapıştı, kimi dışarıdan el peyda etmeye uğraştı.”
Ne dindarlar Nurettin Topçu’ya kulak verdiler, ne sosyalistler Kemal Tahir’e. 12 Eylül darbesi solu dağıttı; 28 Şubat dindarları. Birinciler çoğunlukla reklam ve medya sektörünün paha biçilmez elemanları oluverdiler. Her iki sektör de hayal gücüne büyük önem veriyordu ve sosyalist ütopya temrinleri solcularımızın muhayyilesini bilemişti. Devrim sloganlarını çabucak marka sloganlarına dönüştürdüler. Dindarlar ise bıyıklarını kestiler ve bilardo oynamaya başladılar.
 
Istakanı bula tebeşire
Görünmeyecek kadar uzakta kalsın
Artık âşere-i mübeşşere
Dursun durduğu kadar ırakta
Kudüs, Bağdat ve Kahire
Akşam dolar hesaplarıyla gelsin uykumuz
Sabah katılmayı düşünelim yenilikçilere
Medyadan takip edebildiğimiz kadarıyla, başta Sayın Başbakan olmak üzere bütün AKP kurmaylarının seçim sonrasındaki ana meselesi, sistemin dahilî ve haricî efendilerini tedirgin etmeden “siyasî yelpazenin merkezine yerleşmek”ten ibarettir. Yerleşince ne olacak? Kendilerine ait bir fikri olmayan 20’nci yüzyıl sosyalist ve ulusal kurtuluşçu hareketlerin akıbeti ortada. ‘Hele bir iktidara gelelim, birazcık da kalkınalım, sonra özgürlük ve eşitliğe dair sorunlarımızı çözeriz’ dediler. Hiçbir şeyi çözemediler ve hiçbir iz bırakmadan tarihin çöplüğüne atıldılar!
 
İbret alın, ey akıl sahipleri!

Paylaş Tavsiye Et