Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2009) > Kapak > “Adalet tanrıçası” nasıl çıldırdı?
Kapak
“Adalet tanrıçası” nasıl çıldırdı?
Bekir Berat Özipek
BU ülkede Adalet Tanrıçası’nın gözleri hiçbir zaman bağlı değildi. Terazisi hatalı, ölçüsü tartısı “adamına göre”ydi. Bu günahkâr tanrıça, normal zamanlarda hukuka duyduğu sevgiden söz eder; ama onu hep aldatırdı. Özellikle de kritik zamanlarda, yani hukukun ona en çok ihtiyaç duyduğu anlarda gözünün yaşına bakmaz, terk ederdi.
Ama bütün bunları yaparken görüntüyü kurtarmaya özen gösterir, üstüne laf getirmemeye çalışırdı.
Sonra bir şeyler oldu. Tanrıça perdeyi hepten yırttı.
Şimdi onu, elindeki bozuk teraziyi de atmış, kolları sıyırıp, hukukla saç saça baş başa kavga ederken görüyoruz. Artık onun hanımefendiliğinin de tanrıçalığının da, itibarının da sıfırlandığı, ona duyulan güvenin son kırıntılarının da yok olduğu bir aşamadayız.
Buraya nasıl geldik? Şimdi hangi tanrıça kurtaracak bizi?
 
Kerameti Kendinden Menkul “Kuvvetler Ayrılığı”
Türkiye’de yargı hiçbir zaman demokratik hukuk sistemlerindeki gibi “kuvvetler ayrılığı”nın bir ürünü olmadı. Çünkü bizde sahici bir kuvvetler ayrılığı hiç olmadı.
Kuvvetler ayrılığı, yasama, yürütme ve yargının üçünün de meşruluk kaynağını ve toplumdan almasını, sonra birbirini denetlemesi demek. Bizde ise yargı, hukuki bakımdan meşruluk kaynağını toplumdan değil kendisinden aldı; kendi kendisini üreten bürokratik bir kurum oldu. 1950’de çok partili hayata geçişle birlikte, yasama ve yürütme erkleri demokratik seçim süreçleriyle oluşturulurken, yargı kurumuna dokunulmadı. Yargı erki, tek parti dönemindeki haliyle muhafaza edildi.
Sonra köprülerin altından çok sular aktı, darbeler, muhtıralar, anayasalar yapıldı; ama yargının temel yapısı ve işlevi niteliksel anlamda değişmedi. Yani o hiçbir zaman demokratik bir erk haline getirilmedi. Yüksek yargı organlarının üyeleri hiçbir demokratik rejimde rastlanmayacak biçimde, seçimle değil, kendi kendisini atama yoluyla göreve geldi.
 
Türkiye’de Yargının Ekonomi Politiği
Yargının bu “bize özgü” yapısı, demokratik görünümlü oligarşik nitelikli sistemin doğal bir sonucuydu. Yargının asıl işlevi de, hukuku değil, kendisinin de içinde yer aldığı zümreyi ve onu siyasi düzeyde garanti altına alan rejimi korumaktı.
Daha açık ifade etmek gerekirse, Türkiye’de yargı hiçbir zaman sınıf/zümre-bağımsız olmadı. Aksine, Türkiye’deki egemen zümreyi “bürokrasi+devletçi sermaye+eşraf” şeklinde üçlü bir sacayağına indirgeyecek/oturtacak olursak, yargı bürokrasisi hep bu zümrenin bir parçası olarak işlev gördü; hukuktan çok içinde yer aldığı zümrenin çıkarlarını toplumun geri kalanına karşı korumaya çalıştı, hala da çalışıyor.
Bu çerçevede yargı bürokrasisinin, kendisinin de içinde yer aldığı zümrenin siyasetteki temsilcisi olan CHP’ye özel bir yakınlık göstermesi normal. Böylesine sınıf/zümre-bağımlı bir yargının CHP dışındaki partilerle anlaşamaması; özellikle de DP’den ANAP’a ve AK Parti’ye kadar “Çevre”den gelen bütün partilerle çatışması da öyle. Siyasetin alanını daraltmaya, bürokrasininkini genişletmeye çalışması da.
Yani Türkiye’de adalet tanrıçasının hukukla başının hoş olmamasının çok anlaşılır ekonomik ve sınıfsal sebepleri var. Kemalist ideoloji de, bu ekonomik ve zümrevi çıkarları meşrulaştırmaya yarıyor. Bunun anlamı şu: Türkiye’de yüksek yargının hukuka ve evrensel standartlara aykırı kararlar alması ve adalete zarar vermesi, sadece bir zihniyet sorunu değil. Sadece evrensel hukuktaki gelişmeleri izleyememekten veya mesleğin gerektirdiği bilgi donanımındaki yetersizlikten kaynaklanan bir durum da değil. Bu, yargının Türkiye’deki temel işlevinin, yani egemen zümrenin ayrıcalıklı konumunu koruma işlevinin doğrudan bir sonucu. Yani yargının hukuk bilmemesinin ve hukuku çiğnemesinin gayet anlaşılır maddi sebepleri var. Resmi ideoloji bu gerçeği perdelemeye yarıyor (yani “biz evrensel hukuku bilmediğimizden değil, Kemalist olduğumuzdan böyle karar veriyoruz. Bu ülkede irtica var, bölücüler var, öcüler var, sizi korumak için” gibisinden). Açıkça “egemen biziz, demokrasinin ayrıcalıklarımızı aşındırmasını istemiyoruz” diyemediklerinden, ideolojiye sığınıyorlar.
Uzun sözün kısası, yargının hukuka aykırı kararları, esas olarak onun ideolojik niteliğinden gelmiyor; tersine, yargının ideolojik niteliği, onun sınıfsal/zümrevi çıkarlarını gizlemeye/izah etmeye/meşrulaştırmaya çalışmasından geliyor.
 
O gerçek bir tanrıça değilmiş!
Belki diyeceksiniz ki, bütün bunlar, öteden beri Türkiye’deki yargı sorununun tezahür biçimleri olarak mevcuttu. Öyleyse ne oldu da son yıllarda yüksek yargı yaygın biçimde tartışılan çok daha ciddi, hatta acil bir sorun haline geldi?
Bunun Türkiye’deki ekonomik ve siyasi iktidar mücadelesi ve güçler dengesindeki değişme ile doğrudan ilişkisi var. Şöyle ki; çevreden gelen siyasi partilerin tek başına iktidar olmadığı, siyasi iktidarın bölünmüş ve hükümetin iktidarının sınırlı olduğu zamanlarda veya darbe dönemlerinde yargı çok ön planda değildir. Ama ne zaman ki çevreden gelen güçlü bir iktidarla karşılaşır, o zaman nispeten örtük olan siyasi rolü, çok daha aleni hale gelir. Böyle zamanlarda yargı, çok daha açık bir biçimde siyasi iktidarlarla kavga etmeye başlar. Geçmişte DP’nin, Özal ANAP’ının ve bugün de AK Parti’nin yaşadığı sorun bundan başkası değil. Çünkü her üç iktidar da, “Çevre”nin güçlü bir biçimde iktidarı denetlediği ve dolayısıyla -merkezi bürokrasi dahil- ayrıcalıklı zümrenin egemenlik alanının daraldığı siyasi dönemleri ifade eder. İşte bu dönemlerde yargı, “normal zamanlar”da takmaya özen gösterdiği nezaket maskesini atıp, doğrudan kavganın içine dalar. Yani güneşli havalarda “her maslahatın vechi şer’isi bittaharri bulunabilir” geleneğine uyarak, alacağı kararın kitaptaki yerini bulan ve siyasi kararlarını hukuk retoriğiyle başarılı biçimde kamufle etmeye özen gösteren, dolayısıyla tarafgirliğini bir ölçüde gizleyebilen yargı, hava bozduğunda görüntüyü kurtarmakla falan uğraşmaz. Bu hep böyledir.
Ama içinde bulunduğumuz dönemde yargı bundan çok daha fazlasını yapıyor. Şimdi tanrıça büsbütün çıldırmış görünüyor. Artık alacağı kararın kitapta yerini bulmaya da çalışmıyor, kitapta tam tersi yazsa bile, onu bir tarafa atıp, “adeta ben yaptım oldu, bizde böyle!” diyor. Anayasa Mahkemesi “türban kararı”ya parlamentoya ait yetkileri gasp ediyor, HSYK görünür bir gerekçeye dahi sığınmadan Ergenekoncuları yargılayan savcıları hedef alıyor.
Ama bütün absürtlüğüne rağmen, anlaşılabilir ve açıklanabilir bir durum bu.
Bunun neden böyle olduğunu anlamak için, içinde bulunduğumuz sürecin mevcut ayrıcalıklı zümre tarafından nasıl algılandığını anlamaya çalışmamız gerek.
Oradan bakınca, AB sürecinde mevcut iktidarın gerçekleştirdiği reformlarla, ayrıcalıklarını koruyan sistemin çözülme trendine girdiği, askeri bürokrasinin hala darbe veya muhtıra yoluyla bu gidişi engelleyemediği, örgütlü büyük sermayenin mevcut iktidara çok güvenmemekle birlikte halinden memnun olduğu, toplumun da üç vakte kadar bu iktidardan vazgeçecek gibi görünmediği gibi bir görüntü ortaya çıkıyor.
Aslında abartılı bir görüntü bu; ve belki de boşuna bir korku. Çünkü bu ülkede adaletsizliği kurumsallaştıran oligarşik yapı hiç de öyle korktukları kadar zayıf değil. Ama biraz gerçek, biraz paranoya, yukarıdan bakılınca böyle bir görüntü var. Türkiye, oligarşiden demokrasiye geçiş sancıları çekiyor ve ayrıcalıklı zümre iktidarını kaybetmemek için artık bütün kozlarını oynuyor.
Herkesi zorunlu olarak “şeffaflaştıran” bir süreç bu. Artık arada bir yerde durup, muğlak sözlerle durumu idare etmek mümkün değil.
İşte yargı bürokrasisinin, açıkça anayasaya ve hukukun temel ilkelerine aykırı kararlar almaya başlamasının sosyal ve siyasi arkaplanı böyle özetlenebilir. “Eski Sınıf”, demokrasinin daha ulaşılabilir bir hedef haline geldiğinden korktukça, yargı çok daha açık ve pervasız biçimde ve tartışmasız bir siyasi aktör olarak devreye giriyor. Özellikle askeri bürokrasi ve CHP’nin yetmediği yerde ve “bu kadar da olmaz” dedirtecek kadar aşikar biçimde… Artık çoğu kez Hürriyet’in bile yapılanlara hukuki kılıf bulmaya çalışmadığı, bunun yerine haberi yorumsuz geçiştirdiği bir durum bu.
 
Yeni Bir Tanrıça Gerek…
Yargıtay’ın Dink’i mahkum eden kararı, Oran ve Kabuğlu’na hakareti meşru gören kararları, Şemdinli, HSYK’nın Sarıkaya’yı meslekten ihracı… Ve tabii ki bir mahkemenin kendi hakimleri tarafından yıkılışını ifade eden ve “artık başka sorum yok hakim bey” dedirten Anayasa Mahkemesi’nin “367 Kararı”… Yargının, en gözü kapalı avukatının bile artık onu yüzü kızarmadan savunamayacağı kadar kendi itibarını tahrip ettiği bir dönemdeyiz. Yargı açısından bütün izahların tükendiği dokunaklı bir durum bu… Ama böyle bir yargının egemen olduğu ülkede yaşayan bizler açısından hiç kuşkusuz çok daha trajik ve güvensiz bir durum söz konusu. Çünkü bu aşamadan sonra ortalama vatandaşın yargıya güvenmesini beklemek mümkün değil.
Tek avuntumuz, artık bu aşamadan sonra bu yargıyla ülkenin yoluna devam edemeyeceğinin bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmış olması. Yüksek yargıyı demokratikleştirecek anayasal reform artık kaçınılmaz. Demokratik rejimlerdeki örneklerine uygun biçimde yargıyı ideolojik değil hukuki bir temelde yeniden inşa edecek, kuvvetler ayrılığına gerçekten uygun ve yüksek yargı organlarının üyelerini demokratik süreçlerle göreve getirecek bir sistemi kurmak için acele etmek gerek. Çünkü kuşatılmışlık hissiyle her an kendi görev alanını daha fazla genişletme eğilimi taşıyan, artık Ergenekon savcılarını alma talebinde somutlaştığı gibi gözünü karartmış görünen ve “Türban Kararı”nda görüldüğü gibi TBMM’ye ait yetkileri bir yorum yoluyla üstüne alan bir yargı ile karşı karşıyayız. Müdahale edilmezse, bunun bir adım sonrası, oligarşinin yargı bürokrasisi üzerinden tam egemenlik kurduğu düzendir (“jüristokrasi” böyle bir aşamanın korkunçluğunu çağrıştırmak için yeterli değil).
Artık büyü bozuldu, yanılsama sona erdi. Bu andan sonra itibarı yerlerde sürünen bir tanrıçaya inanç kimseden beklenemez. Büyünün bozulduğunun kendisi de farkında olan ve adaletin cennetinden kovulmuş olmanın bütün hırçınlığını taşıyan bu tanrıçadan kurtulmak zorundayız.
Elbette riskli bir durum bu. Sokrates de “kente yeni tanrılar getirmek”le suçlanmış ve cezalandırılmıştı. Ama bizim işimiz o kadar da güç olmayabilir; çünkü kentte bu tanrıçaya inanan kalmadı. Hala onun ardında duranlar ise onu “adalet” değil “savaş tanrıçası” olarak gördüklerinden duruyorlar.

Paylaş Tavsiye Et