DERVİŞİN fikri ile zikri arasında ilgi kuran atasözünün pek güzel imlediği gibi, dil, düşüncenin en dolaysız ifade aracıdır. Sözcüklerine bakarak insanların eğilimleri, öncelikleri, memleketleri, bilinçaltları, karakterleri, duyguları, söyledikleri ve de söylemedikleri hakkında fikir sahibi olmak mümkün. Yukarıdaki dörtlüğe bakacak olursak, söz, bazen başı kestiren, bazen de savaşı kesen bir kudrete sahip; hatta zehri yağ ile bal mesabesine çıkarabiliyor.
Birden çok sözcüğün art arda dizildiği belirtisiz tamlamalar, dilbilgisi derslerinde her zaman sorun olmuştur. Bu siyaset için de böyle; hele ki içinde “sorun” sözcüğü geçiyorsa, tamlamalar daha bir sorunsallaşır ve çözümleri de çok boyutlu, kompleks bir süreç gerektirir. Örneğin, Ermeni Sorunu tamlamasında sorun olan, bizatihi Ermenilerin kendisi midir; yoksa ortada Ermenilere ait bir sorun mu bulunmaktadır? Bu, onların işlediği bir fiilden mi kaynaklanmaktadır; yoksa onlara karşı işlenen bir fiil mi sorunu doğurmaktadır? Ya da başörtüsü sorunu dendiğinde, başörtüsünün kendisi, varlığının tabii sonucu olarak bir sorun özelliği mi taşımaktadır; yoksa sorun, onu sorun olarak gören, onun dışındaki bir iradeyle mi ilgilidir?
Dilin esnekliğinden ve ondaki boşluklardan kaynaklanan tamlama sorunlarını şimdilik bir kenara bırakarak, biraz da sorunlu tamlamaların siyasetteki konumuna eğilelim. Bugün Başbakan’ın en yetkili ağız sıfatıyla “Kürt Sorunu” deyiverdiği mesele, bu adlandırmaya kavuşuncaya kadar geçmişte pek çok tamlamaya malzeme oldu. Uluslararası boyutuyla 20. yüzyıl başlarının en fazla kafa yorulan konusu olan Şark Sorunu, -tıpkı Araplar, Arnavutlar ve (Jön)Türkler gibi- Kürtlüklerini Garplılardan öğrenen Kürtlerin bulunduğu coğrafyanın paylaşımına odaklanmıştı. Yani aslında –belirtili tamlama kullanırsak- bu, Şark’ın Sorunu değil; müstevlilerin kendi aralarındaki hesapları nedeniyle bir bölgenin onlar açısından sorun olarak görülmesiydi. 1908’de başlayan bir sürecin sonunda Türk elitlerin, Avrupa’da en son kurulan büyük ulus-devletler olan Almanya ve İtalya’dan yaklaşık 50 yıl sonra, Cumhuriyet’i kurmasıyla, Şark Sorunu’nun içe bakan yönü belirginleşti. Çünkü ulus, devleti değil; devlet, ulusu inşa ediyordu ve bunda doğal olarak yukarıdan aşağıya işleyen militer bir yapı söz sahibiydi.
Adı Kendinden Sorunlu
Bugün gelinen noktada, Avrupa’daki son ulusal birlikten yarım asır sonra uluslaşmaya başlayan Türklerin, yaklaşık bir asır ardından Kürtler de uluslaşma sürecinde bulunuyor. Ulusçuluğun Balkanlarda, Kafkaslarda ve Orta Doğu’da yol açtığı baş döndürücü parçalanma süreciyle kıyaslandığında, şimdiki domino etkisinin içte pek yavaş işlediği bile söylenebilir. 1980’lerde PKK’nın terör eylemleriyle ivme kazanan bu süreç, resmî erkânın dilinde “PKK Sorunu”, “Terör Sorunu”, hatta -belki farkında olmaksızın- biraz daha ileri giderek, “Güneydoğu Sorunu” gibi coğrafi bir tanım dahi kazandı. Parçalanmaya direnen bir yapının, kendine ait bir bölgeyi bu denli açık bir ifadeyle “sorun” olarak tanımlaması bir bakıma bir dışlaştırma idi. Ancak burada dilbilgisi açısından olmasa da, siyaset açısından meselenin halline dair en çarpıcı(!) izah, dönemin Cumhurbaşkanı Evren’in şu sözlerinde bulunabilir: “Kürt yoktur; Dağ Türkleri vardır.” (Evren’in sözlerinin, “Dağ Türkleri”ne niçin Kürt dendiğine açıklık getiren devam kısmını Anlayış’ın kapağında görebilirsiniz).
Madem tamlamaları siyaseten de sorunlu kabul ediyoruz, o halde onları ayrıştırarak basit bir düz mantıkla bir sonuca varmaya çalışalım: Ortada bir sorun var; ama bunun adını “Kürt Sorunu” koyamıyoruz. Çünkü “Kürt yok; dağ Türk’ü vardır.” O halde bu bir “Dağ Türk’ü Sorunu”dur. Dağ Türkleri de doğal olarak Türk oldukları için bu bir “Türk Sorunu”dur. Bu yarı şaka yarı ciddi çıkarım, bu ülkede 1908’den beri söz sahibi olanların Türklük vasfını öne çıkaranlar olduğu gerçeğiyle birlikte düşünüldüğünde, tam bir ciddiyet arz eder. Zira vazifeyi alan mesuliyeti de yüklenir.
Savaşı Kesecek Söz
Bu topraklarda Kürtlüğün siyasî bir tavır olarak ortaya çıkışı, bunu kolaylaştıran pek çok haricî etkenin yanı sıra, esasında Türklüğün ortaya çıkışıyla birlikte oldu. Osmanlıda Kürt yoktu; çünkü Osmanlıda Türk de yoktu. Daha doğrusu her ikisi de vardı; fakat ayrı taraflar şeklinde değil, etnik kökenlerinin üstünde yer alan bir bütünün alt birimleri olarak aynı tarafta bulunuyorlardı. Bugün bilinçli ya da bilinçsiz bir yorumla, bu bütünleyici üst kimlik reddediliyor, ihtimal dışı tutuluyor ya da “Abdülhamit, bu kartı halife olarak oynamıştı; İslam coğrafyasında kopmaları önleyebildi mi?” gibi bilgiç soru/yargılarla istihzaya uğruyor. Dinin, etnik yapıları yok saymadan ortak toplumsal bilinç inşa eden bir üst kimlik olarak benimsenmesi ile onun “siyasal bir kart” olarak kullanılması arasında herhalde “Dağ Türk’ü” ile “Kürt” kadar fark olsa gerek.
Ne yazık ki, bugün “Türk Sorunu” Başbakan’ın sürpriz çıkışına rağmen, ulusçuluk çizgisi doğrultusunda yolunu bulmuş ve bu çizgi ikiye ayrılmış görünüyor. Basiretsiz yöneticiler arasında, konuyu “29. Kürt İsyanı” diye tanımlayıp sadece güvenlik eksenli önlemleri yeterli görenler olsa da, acıdır ki, Türkler ile Kürtlerin arası tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar açıldı. Bu, Türklerin “Türk”; Kürtlerin de “Kürt” oluşlarını varlıklarının olmazsa olmaz koşulu şeklinde görmelerinden beri böyle oldu. Belki 20. yüzyılın son çeyreğine girilirken bile, etnik bir aidiyet olarak Kürtçülüğe taraftar olanlar sadece bir kısım Kürt elit ve siyasîleri idi ve Kürt milliyetçiliği, halk içinde pek de dikkate alınacak ölçekte değildi. Ancak şimdilerde, etkisi her zaman hissedilmiş olan haricî faktörlerin de şiddetlenmesiyle, bir zamanlar “bizi bir arada tutan bağ” olan o üst kimlik belirsizleştirildi; bir toplumun büyük çoğunluğu kendisini öncelikle “Kürt” olarak tanımlamaya başladı. Hatta Kürt solu denilen akım bile, solculuğun en dibe vurmuş örneklerinden sayılabilecek olan Türk “Ulusolculuğu”nun kötü bir karşı kopyası olmaktan öteye geçemedi.
Şimdiye kadar söylenen sözler, yapılan tarafgir tanımlar yüzünden yeterince “baş kesildi”; artık bize Yunus’unki gibi “savaşı kesecek” bilgece bir söz gerekiyor. Bu saatten sonra bu sözü söylemesi gerekenler, öncelikle ve sadece Müslüman olmayı önemli sayanlar olmalıdır.
Paylaş
Tavsiye Et