DÜNYA ekonomisi içindeki göreceli rolü ve küreselleşme trendleri ile etkileşimi bağlamında Çin incelenirken, kuşkusuz hatırda tutulması gereken ilk nokta, gerek nüfus gerekse askerî-siyasî ağırlık itibarıyla global sistemin ana aktörlerinden olan bu devasa ülkenin uluslararası ekonomik arenada başat bir aktör olarak ortaya çıkışının ancak son yirmi yılda gerçekleşmiş olmasıdır. Karizmatik lider Mao’nun inşa ettiği taşra eksenli sosyalizmin ve hem kapitalist Batı Bloğuna, hem de Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen savunma eksenli dış siyasetin bunda önemli rol oynadığı şüphesizdir. Nitekim Deng Xiaoping’in Çin Komünist Partisi’nin kontrolünü ‘de facto’ olarak ele geçirdiği 1978 yılından sonra başlatılan liberalizasyon süreci 1984, 1991 ve 1994 yıllarında stratejik uygulama değişikliklerine maruz kalsa da, ilk planda belirlenen dört özel ekonomik bölgeden başlayarak neredeyse tüm Çin coğrafyasının dış yatırımlar ve global sermaye ile irtibatına zemin hazırlamış oldu.
Çin’de iç siyaset ve yönetici elit gruplar arasındaki güç dengelerinin ortaya çıkardığı dinamikler, uluslararası ekonomi politikteki dalgalanmaların ürettiği imkanlar ya da kısıtlamalar tarafından şekillendirilerek reform sürecinin yönünü ve hızını belirledi. Post-Maoist dönemde Komünist Parti’nin erimeye yüz tutan sosyal tabanını ve ideolojik doktrinasyon zeminini göz önünde bulunduran yönetici elitler, hâkim sosyalist retoriğin etkisini nispeten dizginleyerek dünya kapitalizmi ile kontrollü bir ilişkiye girme metodunu tercih ettiler. Bunu, hem ekonomik yapının canlandırılıp jeo-stratejik verilerin daha anlamlı kullanılması, hem de istihdam ve refah artışı yoluyla iç siyasette meşruiyet kazanılması için bir araç olarak gördüler.
Bu bağlamda pragmatik bir yönelimle başlatılan ve nihayet 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyeliği ile kurumsal anlamda perçinlenen ekonomik reform stratejisi, ortaya koyduğu hızlı kalkınma performansı ve ticaret hacmindeki artış sonucu özellikle Pekin, Şangay (ve elbette ki Hong Kong) çevresindeki özel bölgelerde yaşayan toplumsal kesimlerin yaşam standartlarında önemli iyileşmeler sağladı. Bu durum, komünist tek-parti rejimine karşı yükselebilecek potansiyel sosyal tepkileri de bir anlamda törpülemiş oldu. Belki de bu yüzden ortodoks komünist liderlerin endişe ile işaret ettiği ekonomik reform/siyasî reform problematiği Tiananmen Meydanı’ndaki dramatik sahnelerle sınırlı kalıp geniş tabanlı bir sosyal harekete dönüşemedi.
Ekonominin uzun süre mutlak devlet kontrolü altında kaldığı pek çok ülke gibi Çin de son derece verimsiz ve hantal bir kamu sektörünün idare ettiği ekonomik yapının reformu noktasında ciddi problemler yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Gerek merkezî, gerekse yerel yönetimlerdeki birimlerin reform süreci hız kazanmaya başladıktan sonra global sermayeye karşı gösterdikleri son derece sıcak ve proaktif yaklaşımın altında yatan ana sebeplerden biri de bu hiç şüphesiz. Kamu sektöründeki verimsiz işletmelerin elden geçirilip modernize edilme zorunluluğu, bu işletmelerde çalışan milyonlarca işçinin sosyo-ekonomik olarak mağdur edilmemesi önceliği ile birleşince, yabancı sermayenin ortaya çıkan yatırım açıklarını kapatması hem siyasî pragmatizm, hem de ekonomik rasyonalite açısından en risksiz metot olarak benimsenmiş oldu.
Ancak dünya ekonomisine kontrollü adımlarla yaklaşan Çin gibi devasa bir aktörün izlediği tedricî entegrasyon stratejisi, uzun süre, global mekanizmaların izin verdiği ölçüde seçici ve tek taraflı bir zeminde gerçekleşti. Diğer bir deyişle, ana jeo-stratejik ve sosyo-ekonomik dengelerin sarsılma endişesinin bulunmadığı sektörler ve faaliyet alanlarında küreselleşme rüzgarını maksimum verimle arkalarına almayı uman ve bunun için özellikle Güneydoğu Asya’daki rakiplerine karşı son derece agresif taktikler uygulayan Çin yönetimi, global ekonomide ortaya çıkabilecek krizlerden negatif olarak etkilenmemek ve çalışan nüfusunun mevcut yaşam standartlarını riske etmemek için aynı zamanda korumacı tedbirleri elden bırakmadı. Örneğin, ihracat sektörlerinin desteklenip özellikle teknolojik ‘know-how’ getiren dış yatırımcıların teşvik edilmesi ile verimsiz devlet teşekküllerinin sübvanse edilmesi ya da finansal sistemin büyük ölçüde spekülatif ‘sıcak para’ girişlerine kapalı tutulması aynı anda uygulanabildi. İç piyasasının büyüklüğü ve rakipsiz ucuz işgücü potansiyeli dolayısıyla Batılı sanayileşmiş ülkeler nezdinde kısmen müsamahalı bir yaklaşımla karşılanan Çin pragmatizmi, 1990’ların sonlarına gelindiğinde gittikçe artan ticarî entegrasyon ve Çin kaynaklı ürünlerin piyasayı kaplamasının doğal bir sonucu olarak, komünist rejimden kayıtsız ekonomik liberalizasyon isteyen uluslararası baskıların yoğunlaşmasına sebep oldu.
Geriye dönülüp bakıldığında, 1993’ten bu yana en fazla dış yatırım alan gelişmekte olan ülke unvanını kimseye kaptırmayan ve gerek ABD, gerek Avrupa Birliği, gerekse Japonya’ya karşı (çokuluslu şirketlerin şirket-içi alımlarına rağmen) artan bir ticaret fazlası bulunan Çin’in tek taraflı korumacılığa dayalı ticaret stratejisini artık uzun süre devam ettiremeyeceği anlaşılıyordu. Benzer ihracata dayalı büyüme stratejilerini 1960’lı ve 70’li yıllarda uygulayan Japonya, Kore ve Tayvan gibi ülkelerin kendi piyasalarını Batı sermayesine açma noktasında 1980’lerde maruz kaldıkları baskılar ve 1985’te Japonya’nın Amerika ile imzaladığı Plaza Anlaşması’ndan 1997-98 Asya Finans Krizi’ne uzanan yolda yaşadıkları sıkıntılı ekonomik liberalleşme deneyimleri Çinli liderlerin hafızalarından elbette ki silinmiş olamaz. Bu yüzden ‘Global Rekabet Oyunu’nu bir süre daha kendi şartlarında oynamak istemeleri yadırganmamalı. Ancak 1990’ların ilk yarısından itibaren gerek artan uluslararası baskılar, gerekse Avrupa ve Kuzey Amerika’da başlayan ileri bölgesel entegrasyon trendlerinin etkisiyle Çin yönetiminin heyecanla sarıldığı GATT/DTÖ süreci 2001’deki üyelik anlaşmasının ardından artık geri dönülmesi güç bir noktaya ulaşmış bulunuyor.
Bundan sonraki dönemde DTÖ üyeliğinin getirdiği legal ve kurumsal yükümlülükler ile dominant neoliberal politik yaklaşım da göz önüne alındığında, tek taraflı korumacılık enstrümanlarının çoğunun kullanımdan kaldırılmak zorunda kalınacağı kesin. Deng Xiaoping’in ünlü sözünde ifade ettiği gibi “Çin şu ana kadar hızla akan bir nehirden tereddütlü bir şekilde karşıya geçen birinin yaptığı gibi, önce nehrin dibindeki taşları hissedip ondan sonra yavaş adımlarla ilerliyordu”. Oysa DTÖ katılım şartlarının tam olarak uygulanmaya başlayacağı 2005 tarihinden itibaren artık böyle ihtiyatlı bir yaklaşıma imkan kalmayacak; çünkü DTÖ katılım senedi ve ilgili reform politikalarının uygulama programları önceden belirlenmiş bir dizi adımı Çin’deki karar mekanizmalarına bir anlamda empoze etmiş olacak. Önlerine konan şablona uymazlarsa yönetici elitler global ekonomik aktörler ile çatışmayı, hatta belli başlı piyasalardan tecrit edilmeyi göze almış olacaklar. Eğer reform paketlerini harfiyen uygularlarsa, kendi sosyo-politik hareket alanları epeyce daralacak ve Güneydoğu Asya ülkelerinde yaşandığı gibi post-liberalizasyon krizler ve takip eden siyasî meşruiyet problemleri söz konusu olabilecek. Sonuç olarak, DTÖ üyeliğinin tam işlerlik kazanması ve ticaret politikalarının Batı normlarına uydurulması, Çin’in global kapitalizm ile gerçek anlamda yeniden yüzleşmesinin kapılarını açacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et