Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2004) > Dünya Siyaset > Modern savaş, sınır tanır mı?
Dünya Siyaset
Modern savaş, sınır tanır mı?
Halis Kaya
1914 ÖNCESİNDE devasa bir şekilde gelişmiş endüstrinin ve teknolojinin muhtemel bir savaşta nasıl sonuçlara yol açabileceğine dair tahminler ekseriyetle yanılmıştı. Çünkü Batılılar, bilimsel bilginin ve yeni buluşların yıkım gücüne uygulanması sayesinde geliştirilen yeni silahları kontrol etme kabiliyetine sahip olduklarını düşünüyorlardı. Ayrıca uzun ve büyük savaşların “uygar milletlerin” arasında vuku bulmayacağına olan inançları, “modern rasyonel akla” olan güvenleri sayesinde pekiştirilebiliyordu. Dönemin hakim bilim anlayışı ya da paradigması olan pozitivizm, varlığın ve oluşun hemen hemen bütün boyutlarını bilgisi ve denetimi altına alma iddiasını adım adım gerçekleştirmekte olduğunu ilan ediyordu. Bu bilimsel zihniyet yapısı arka plan olarak alındığında, savaş öncesinde Batı dünyasının büyük ve tahripkar bir savaşın yaşanabilmesi konusunda sahip olduğu yanılsamacı özgüvenin nedenleri de açıklığa kavuşturulur.
Savaş başladığında, taraf ülkelerin yaşanacak olana benzer boyutta bir savaş tecrübeleri olmadığından, savaşın kısa ve zaferle biteceğine dair inanç, tereddüde mahal bırakmayacak derecede hakimdi. Savaş konusundaki tahminler, yaşanan felaketlerle örtüşmedi ve büyük güçler arasındaki uzun savaşlar hem dünyayı kana boğdu, hem de savaşlar esnasında ve sonrasında bilimsel bilgi ve yeniliklerin savaş endüstrisinin geliştirilmesi için seferber edilmesine yol açtı. Çünkü yaşanan savaş tecrübesi, Batılı ülkelerin sahip oldukları sistemin ve ilkelerin bekledikleri gibi sürekli en iyiye doğru ilerleyen bir yapıya sahip olmadığını ağır bir şekilde kanıtlamıştı. Yaşanılan durum ise, bu ülkelerin ‘savaştan korunma imkanına sahip oldukları’ şeklindeki eski düşüncelerini tam tersine çevirerek, onları ileride ulusal çıkarlarını ve uluslararası sistemdeki konumlarını tehlikeye düşürebilecek savaş ihtimallerine karşılık yoğun bir silah endüstrisi ve teknolojisi üretmeye yönelik politikalar geliştirmeye yöneltti. Bu yöneliş, yarattığı bütün olumsuz sistemik zorunluluklar ve tahripkar sonuçlarına rağmen bugüne kadar sınır tanımaksızın varlığını sürdüregelmiştir.
Ünlü tarihçi Hobsbawm, Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasından ikincisinin ertesine kadar geçen on yılları Avrupa toplumunun “Felaket Çağı” olarak adlandırıyor. Bu felaketin boyutunun ne derecede olduğunu belirtmek içinse, zeki tutucuların bile bu toplumun yaşayıp yaşamayacağı konusunda bahse girdikleri anların mevcudiyetinden bahsederek örneklendiriyor. Bugünden bakılıp sonuçlarıyla beraber değerlendirildiğinde, bu büyük felaketin nedenleri ve açık göstergeleri; yaşanan ilk büyük savaş, 1929 Büyük Ekonomi Buhranı, faşizm iktidarının güçlenmesi, İkinci Dünya Savaşı ve bütün bunlar atlatılabildiğinde İkinci Dünya Savaşı’ndan bir süper güç olarak çıkabilme başarısı sağlamış olan Sovyetler Birliği’nin alternatif bir sistem olarak tehlike saçıyor oluşuydu. Bu Felaket Çağı’nı, 19’uncu yüzyıl Batı uygarlığının çöküşünü temsil eden Birinci Dünya Savaşı’yla başlayan ve Batı’nın aydınlık görüntüsünün her an yerini bırakabileceği öteki karanlık yüzünün yaşanmış bir tecrübesi olarak değerlendirebiliriz. Aslında siyasi tarihe bakıldığında her iki yüzün de birlikte nasıl ta bugüne kadar taşınabilmiş olduğunun açık bir vesikasıyla karşı karşıya geliriz. 1492 yılından itibaren, büyük savaş olarak değerlendirilen, en az 250 bin insanın öldüğü Otuz Yıl Savaşları, Veraset Savaşları ve Napolyon Savaşları, Batı dünyasının kendi yapısı içerisinde gerçekleştirmiş olduğu savaşlardır. 20’nci yüzyıla gelindiğinde ise, fizik ve kimya dâhilerinin bilimsel başarılarıyla geliştirmiş oldukları yeni silahlar, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında milyonlarca insanın hayatının sonunu hazırlamak için yeterli derecede tahripkarlığa sahipti. İnsanlık, Batı’nın yaratmış olduğu uygarlığın en kesin kanıtı olarak düşündüğü ve ilan ettiği bilimin başarısı olan teknoloji tarafından öğütülerek tüketiliyordu.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın bir güç merkezi olarak dünya politika sahnesinden çekilmesinin ardından ABD, Batı dünyası adına küresel politik ve ekonomik sistemin düzenleyicisi olarak tarih sahnesinde ön plana çıktı. Karşısında ise demir perdeyle çevrelenmiş, demokrasi ve özgürlük ilkelerinin düşmanı Sovyetler Birliği vardı. Alternatif iki sistemin temsilcileri arasında yarım asra yakın bir süre boyunca devam etmiş olan Soğuk Savaş, her iki tarafın da yoğun bir şekilde silahlanma yarışında geri kalmama mücadelesi vermesini beraberinde getirdi.
ABD, Sovyetler’in akıbeti konusunda açık bir fikre sahip olmamakla birlikte, Soğuk Savaş sonrasına dair de yeni barışçı ve çoğulcu bir plan oluşturmuş değildi. Bunu yapabilme imkanına sahip olduğunu söyleyebilmek de pek kolay değildir. Zira yarım asra yakın bir zaman dilimi boyunca oluşturulmuş savaş sanayisini, uluslararası kuruluşları, uluslararası ilişkiler literatürünü, tek süper güç olma amacını, oluşan yeni koşullar doğrultusunda ve gereğince dönüştürmek ve mümkün olmadığında bunların kimisinden feragat etmek oldukça uzak bir seçenek olarak duruyordu ABD’nin önünde. Bunun neticesi olarak yeni düzen oluşturmak yerine, Ahmet Davutoğlu’nun “uzun ateşkesler dönemi” olarak adlandırdığı bir döneme geçildi. Bu dönemde Balkanlar, Doğu Avrupa, Kafkaslar, Orta Asya ve Orta Doğu’daki kırılmalar, nihai sistem konusunda planlar netleşinceye kadar geçici antlaşmalarla sarıldı. Doğu Avrupa kıta açısından sahip olduğu stratejik konum nedeniyle, AB ile entegrasyon sürecine alınarak istikrara kavuşturuldu. Ancak ABD, Körfez Savaşı vesilesiyle Orta Doğu’ya yönelik stratejilerini diri tutma yoluna giderek bölgenin geleceği konusunda sürekli olarak inisiyatifi gerçekleştirmenin vesilelerini aradı. 11 Eylül olaylarının ardından ABD, Afganistan ve Irak’ta askerî işgaller gerçekleştirerek Orta Doğu’da giriştiği sıcak savaş üzerinden dünyanın diğer önemli aktörlerine karşı yeni bir soğuk savaş başlatmış oldu. Bu seferki metot, sıcak savaş üzerinden sürdürülen soğuk savaş metoduydu. Bugün tehdit algılaması, güvensizlik duygusu ve kaygılı gelecek planları, dünya siyasetini etkisi altına almış durumdadır ve her alanda yaşanan korkunç rekabet, sıcak savaşların tetikleyicisi olmak bakımından son derece tehlikeli bir durum olarak karşımızda durmaktadır.
Bugün itibarıyla gelinen noktada, ABD önderliğinde oluşturulmuş ittifak güçleri, gerçekleştirdikleri katliam ve işgallerin gayri hukukî ve insanlıkla bağdaşmayacak eylemler olduğu anlatılarak ikna edilebilecek gibi görünmüyorlar. Bu savaşın karşısında yer alan herkes, özellikle İslam dünyasının müntesipleri bütün imkanlarını seferber ederek uygulanmak istenen tahripkar projelerin gerçekleşemeyeceğini işgal güçlerine göstermelidirler. Bununla birlikte, bugün yaşanan, potansiyel tehlikenin oldukça küçük ölçekli neticeleridir. Bunun sebebi, bugün savaş yöntem ve araçlarının kendisine karşı kullanıldığı ülkelerin bu saldırıya düşük düzeyli askerî karşılık verebilme imkanına sahip olmalarıdır. Savaşın asıl boyutu, ileri kapitalist ülkelerin sınırsız menfaat hırslarının ileri savaş güçlerini birbirlerine yönelttiklerinde ortaya çıkabilecektir. Bu ihtimalin bize uzaklığı, Birinci Dünya Savaşı’nın gerçekleşmeden önce sahip olduğu gerçekleşme ihtimaliyle aynıdır.

Paylaş Tavsiye Et