En ulvî değerler, kendilerini değersizleştiriyor. / Nietzsche
İNSANI hak sahibi bir varlık olarak tanımlamak, modernitenin kendini idrak edişi ile yaşıt. Kant’ın sapere aude! düsturunu selamlarken söylemek istediği şey siyasete tercüme edildiğinde, en yakın ifadesini “hak sahibi olduğunu bil” çağrısında bulur. 18’inci yüzyıl Avrupası’nda bilme cesaretini göstermek, insanın başka hiçbir makama borçlu olmadığı bir kısım haklar ile mücehhez olduğu bilgisinden ayrı değildi. Ne var ki, insana hak isnad ederken o hakkın menşe ve mebdeini göstermek, o günden bu yana ağır bir iddiayı yüklenmek anlamına geldi. Doğa, akıl, kimi zaman da ruh, insana isnad edilen hakların mebdeiyyet problemini çözmeye aday ilkeler olarak öne sürüldü. Lakin modernite küreselleşip tarihî metropolünden uzaklaştıkça, tarihî önermelerinden de uzaklaşmak zorunda kaldı. Bugün hem doğa, hem akıl, hem de ruh, modernite açısından insan haklarını temellendirebilecek birer esas olmaktan uzak.
İnsan Haklarının Setrettiği
İnsan haklarının tarihsel kökeni, Nietzsche’nin söylediği anlamda bütün değerlerin değersizleştiği tarihi momentte bulunabilir ancak. Heidegger’in düştüğü şerh ile nihilizmi Garb’ın sinesinde büyüyen acı meyve, Batı medeniyetinin tarihî serüvenine yön veren hâkim ilke olarak alırsak, insan haklarının, bütün değerlerin değer yitimine uğradığı, geleneksel dünya görüşlerinin tesirini yitirdiği modern uğrakta son bir reçete olarak sunulduğunu fark ederiz. Fakat giderek insan hakları da kendini değersizleştiren bir sözde değerler sistemine dönüşür. Öyleyse insan hakları ve onun kurumsal temsilcisi olma iddiasındaki AİHM’in başörtüsüne dair son kararını, aslında Avrupa’ya ilişkin bir semptom olarak okumalıyız. Aslında insan haklarının setrettiği gerçek, Avrupa’nın tarihî-felsefî önermelerinin sınırına dayandığı; onları temellendirme kudretini giderek yitirdiği, bu önermelerin ‘ötekine’, hususen İslam’a ilişkin açılımlarını gerçekleştirmede gösterdiği zaafiyettir. İnsan haklarının sağladığı tesettür altında gördüğümüz, Avrupa’nın sınırlarıdır.
Tüm bunlardan varmak istediğimiz saded makamı, felsefî altyapısı zayıflamış insan hakları doktrininin artık bir yana bırakılması gerektiği değil. İstediğimiz, insan hakları fikrinin berhava edilmesi olmamalı. İnsan haklarının asgarî esprisini öne çıkarmak ve ona bizden bir istikamet katmak daha sıhhatli açılımlar sağlayabilir. Özellikle Avrupa’da yaşayan Müslümanların artık bu konularda daha ciddi angajmanlara girmesi, Avrupa kültür ve düşünce hayatında polemiğe girebilecek bir dil geliştirebilmeleri gerek. Avrupa’nın açmazlarını yüzüne vurmak, başörtüsü turnusolunda insan hakları fikriyatının nasıl çözüldüğünü izah etmek, Batı’nın ikircikli halini ayan kılmak için bir dil lazım. Doğu da Batı da Allah’ın ise, her yerde söyleyecek sözümüz olmalı.
Kimin Adaleti? Hangi Rasyonalite?
MacIntyre’ın başka bir bağlamda sorduğu bu soru, başörtüsü konusunda karar alma noktasında bulunan merciler için de anlamlı. AİHM’in kararı kimin adaletini temsil ediyor? İnsan hakları hangi rasyonalitenin ürünü? Hak davasının hakkanîliğini nasıl tesbit edeceğiz? Esasen Batı-dışı dünya, insan haklarının kültür bağımlı karakterine uzun zamandır vurgu yapmaktadır. Fakat bu son karar bunun da ötesinde yeni bir gerilim alanına işaret ediyor. Şöyle ki: Batı-dışı toplumlar her daim insan hakları doktrininin kültür bağımlı olduğuna işaret ederek, hususi şartların, yerel koşulların ve kültürel farklılıkların insan haklarının yorumlanışında dikkate alınması gerektiğini vurgulamıştır. Bu bakımdan insan haklarının evrenselliği-yerelliği, yerel koşullara uygunluğu hep tartışma konusu olmuştur. Şimdi bu son kararı alırken AİHM tam da bunu yaptığını, yerel koşulları dikkate aldığını söylemektedir. Bu, aslında Batı-dışı toplumlar için yeni bir gerilim alanına işaret etmektedir. İlkin insan haklarının Batı modernliğine koşut evrenselliği iddiası bir problem iken, şimdi yerel şartların yorumu yeni ve belki daha hassas bir mesele olarak karşımıza çıkmıştır. Peki yerel olanın temsilcisi ve yorumcusu kimdir? AİHM başörtüsü davasını karara bağlarken gerçekten Türkiye’nin kendine mahsus şartlarını mı dikkate almıştır? Başörtüsünün uluslararası bir konu haline geldiği bu yeni bağlamda insan haklarına nasıl yaklaşacağız?
Bizce ‘hak’ fikrinin asgarî esprisi, mağduriyeti önlemek, haksızlığa maruz kalan kimse(ler) için bir emniyet alanı oluşturmaktır. Hem iktidarın, hem çoğunluğun taarruzlarına karşı insanlara bir hakkaniyet zemini sunmak, güçlü karşısında zayıfa müstakil bir adalet mercii sağlamaktır. Bu açıdan değerlendirdiğimizde AİHM yerel koşulları hakkaniyet, adalet ve mağduriyet kıstasları açısından yorumlamak yerine, kurulu düzeni temel referans olarak almıştır. Başörtüsü davasının hangi bağlamda cereyan ettiğini tahlil etmek, mağduriyetin hangi tarafta olduğunu anlamaya çalışmak yerine, kamusal gücün iddialarını, kurulu düzenin abartılı kaygılarını, paradigma muhafızlarının paranoyasını referans almakla yetinmiştir. Böylece felsefî zemini giderek kırılganlaşan insan hakları doktrininin uygulamada da meşruiyet alanını daraltmıştır. Mahkemenin Türkiye’deki laiklik anlayışına yaptığı atıf, Türkiye’deki bürokratik oligarşinin dilinden düşmeyen ‘kamusal alan’ vurgusuna benzer gerekçeleri dillendirmesi ve başörtüsünü “dini sembollerin kamusal alanda kullanımı” gibi sığ bir zeminde tartışması, AİHM’in bu ciddi hak ihlalini tamamen asker-sivil bürokrasinin tartıştığı düzeyde ele aldığını göstermektedir. Böylece AİHM başörtüsü davasını Türkiye’deki statüko bendelerinin adaletine ve bürokratik rasyonaliteye teslim etmiş, tam da Avrupa’nın küresel bir güç olma arayışına girdiği böyle bir konjonktürde Müslümanlar nezdinde kendi meşruiyetine bir kez daha halel düşürmüştür. Yine mahkemenin, halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan Türkiye gibi bir ülkede üniversitelerdeki bazı İslamî grupların diğer din ya da ideolojilerin müntesiplerine baskı uygulayabileceği ve bunun başörtüsü yasağını haklılaştırdığı şeklindeki kanaati, mevhum bir tehlikeden hareketle somut bir haksızlığı meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Esasen bugün Avrupa’yı bürüyen ahlakî ve hukukî biçimselciliğin en temel problemi, somut bağlamlarda ortaya çıkan somut haksızlıklara ilişkin hakkanî reçeteler geliştirme esnekliğini gösterememesidir.
Aslında insan haklarının çoğu zaman hegemonya arayışındaki pragmatik siyasi merkezler tarafından joker bir kavram olarak kullanıldığını gördük. Müdahaleci ve hegemonik siyasetin truva atı oldu insan hakları. Ya da ahlakî retorikten stratejik cephane yaratmanın aracı. Son karar bir kez daha insan hakları fikrinin Avrupa-içi siyasete kurban edildiğini gösteriyor. Eğer Avrupa kendi içinde, genelde İslam, özelde başörtüsüne ilişkin çelişkiler yaşamasaydı, Leyla Şahin davası bu şekilde neticelenmeyebilirdi. Çok kültürlü niteliği giderek artmakta olan bir Avrupa’nın İslam söz konusu olunca sergilediği bu çelişki, telaş ve kısıtlılıklar, yalnızca Müslümanlar için değil, belki daha çok Avrupa için zor zamanların habercisidir. Zira Hegel’in köle-efendi metaforundan ilham ile söylersek, mağdurlar ile efendiler arasındaki “tanınma mücadelesinin” tarafları arasında uzun vadede kazanan, efendiler değildir. Evet, hiçbir tarihsel sistem ‘ötekiliği’ tümüyle içeremez. Fakat bu bir mazeret değil, bir işarettir; tarihsel sistemlerin istikametini gösteren bir işaret. ‘Ötekiliği’ mümkün mertebe içermeyen hiçbir tarihsel sistem, ömrünü sürdüremez. Zamane Avrupası o mertebenin hayli gerisinde. Avrupa ülkeleri küreselleşme yolunda yeni adımlar attıkça, çokkültürlülüğe ilişkin sınırlılıkları daha bir gün yüzüne çıkıyor. “Tanınma mücadelesinin” bugünkü bayraktarları olan Müslümanlar, her bakımdan bu sınırlamalarla yüzleşmeye hazır olmalı.
Paylaş
Tavsiye Et