Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2004) > Türkiye Siyaset > Kamusal kasvet
Türkiye Siyaset
Kamusal kasvet
Ahmet Okumuş
ŞAHSİYET, mekana muhtaçtır. Özne, mekanda hayat bulur. Ferdin kendini mekanda var kılması, özneliğin ispatıdır. Öyleyse kamusal mekandan tecrit, özne(l)liği/şahsiyeti inkar etmenin modern yoludur. Zira modern zamanların imtiyazlı mekanı, kamusal alandır. Hal böyle ise, kişiyi belirli kamusal varoluş biçimlerinden alıkoymak neye işaret eder? Özneliğin iptaline! Peki müslümanlar için kamusal alan özneliğin zorunlu bir unsuru mudur? Belki hayır. Fakat modern zamanlarda kamusal varoluş, en temel hayat faaliyetlerinin yapısal unsuru haline gelmiştir. Müslümanların talep ettiği, kamusal alanda ne pahasına olursa olsun bulunmak ve görünür olmak değil, nâmeşru yasak ve kısıtlamaların olmadığı bir imkan olarak kamusal alanın yeniden inşasıdır.   
 
Kamusuz Cumhuriyet ve Kamusallığın Estetiği
Başı kamusal alanla dertte olan tek toplum biz değiliz. Siyasî sistemlerinin nispî bir istikrara ve belirli bir asgarî normatif konsensüse ulaşmış olduğunu düşündüğümüz Batılı ülkelerde bile kamusal alanın ideal biçimi üzerine ciddi teorik tartışmalar sürüyor. Batı modernliği açısından artık dünya görüşlerinin çoğulluğu ve özde uzlaştırılamazlığı, değer sistemlerinin birbirleriyle telif edilemezliği bir apaçıklık olarak kabul edildiğinden, muhtelif dünya görüşlerinin kamusal alanda toplumsal tesanüde zarar vermeden nasıl bir arada bulunabileceği sorusu önemini koruyor. Özellikle Kant çizgisindeki fikir adamlarının temel ilgilerinden biri bu. Farklı dünya görüşlerinden insanlar olarak aynı siyasî ünitenin içinde nasıl bir arada yaşayacağız? Örneğin, toplumsal çeşitlenmeyi “çoğulluk olgusu” diyerek sabit ve apaçık bir olgu düzeyine çıkaran Rawls, bu problemi Kant’ın “aklın kamusal alanda kullanımı” ilkesine müracaatla çözmeye çalışır. Aklın kamusal alanda kullanımı, yani toplumsal meselelere çözüm ararken yapılacak tartışma ve müzakereler, hem içerik hem de usul açısından belirli kayıtlar altına alınmalıdır. İçerik itibarıyla toplumun (siyasî) adalet tasavvuru ve asgarî konsensüse dayalı siyasî değerlerle tahdit edilmesi gereken kamusal akıl, usul itibarıyla temel mantık ilkeleri, ispat ve delillendirme yöntemleriyle sınırlanmalıdır. Rawls bunu Amerika bağlamında yapmaya çalışırken, Habermas Kant’ın mezkur prensibini Avrupa bağlamında yorumlar ve aklın kamusal kullanım alanını, yani siyasî müzakere sahasını, asgarî içtimaî konsensüsü de tartışmaya açacak şekilde genişletir.   
Tekrar edersek; kamusal alanın ideal ve meşru biçimi dünya çapında bir mesele. Fakat Türkiye bu konudaki yönelimi itibarıyla tam bir istikamet problemi yaşıyor. Özellikle devlet seçkinleri katında kamusal alan hâlâ 30’ların dünyasına özlem ile bir ideolojik filtre mekanizması olarak görülüyor. Oysa yukarıda yalnızca iki örnek ile işaret etmeye çalıştığımız dünyada kamusal alan, tarafların mümkün olan en geniş katılımla siyasî-toplumsal süreçlere nasıl iştirak edebileceği vurgusu ile tartışılmakta. Bu bakımdan Türkiye’de asker-sivil bürokrasinin kamusal alan tasavvuru ciddi bir istikametsizlik problemi ile malûl. Steril, resmî ideolojinin abus çehresinin hakim olduğu dar bir alan, bizde aranan. Oysa kamusal alan cumhurun alanı olabildiği müddetçe özgürlük hayat bulur. Devlet seçkinleri nezdinde şahit olduğumuz “kamusal alan” iptilası, aslında cumhur ile olan problemlerinin dışa vurumudur. Kamusal alan ısrarı, kamu ile olan problemin izharıdır.
Halihazırdaki kullanılış biçimiyle kamusal alan, siyasî seçkinler için yeni bir kavramsal idol. Tanpınar’ın deyimiyle bir “mucizeli kelime”. Ya da İsmet Özel’den mülhem, bir “iri söz”. Hakikî içerik ve derinliğinden çok, söylem gücü ile iş gören bir ideolojik aygıt. Türkiye’de öteden beri tanık olduğumuz merkezin ötekileştirme stratejilerinden biri. Cumhurun reisi olmak yerine, reisin cumhurunu kurgulama projesinden vazgeçmeyenlerin ve kendilerini ilim hayatımıza yaptıkları katkılar ve yetiştirdikleri talebelerden çok bürokratik konumları ile tanıdığımız bir kısım üniversite mensubunun yeni sığınağı “kamusal alan”. Devlet seçkinlerinin cumhuriyetin başından beri Türkiye’yi duçar ettiği “gardrop modernleşmesi”nin yeni sahası. Baloları, kutlamaları ve davetleri bir aidiyet testi gibi sunmaya alışık bu zümre için kamusal alan, ideolojik mensubiyetin sınandığı, aidiyetin tescillendiği, sembolik modernliğin icbar edildiği bir düzlem. Resepsiyonlar, gardrop modernliğinin bugünkü uzantıları. Zira cumhuriyet eliti, muasır medeniyetin icaplarını kamusal alanda görmeyi sever. Onlara kalırsa medenîlik, kamusal alanda ifa olunur.
 
Kamusal Alanın Eşiğinde, Siyasetsizliğin Kıyısında
Yakın siyasî tarihimizin öncelikli meselelerinden biri ve belki en önemlisi, son on yılda yaşanan siyasetsizleşme sürecidir. Gündelik siyasetin bin bir görünüm altında kendini hissettirmesine rağmen aslında yaşanan, siyasî alanın giderek daralması (depolitizasyon) ve meşru siyaset etme vasıtalarının aşınması olmuştur. Aşırı politizasyonla aşırı depolitizasyon arasındaki gerilim, bu süreçte de kendini göstermiş ve sonuçlarını vermiştir. Aşırı politize olmuş/edilmiş, “uzlaşmasız siyaset”in egemen olduğu bir toplum, siyaset ötesi ve güç eksenli müdahalelere açıktır. Bu müdahalenin öznesi, çoğu zaman parlamento dışı unsurlardır. Fakat parlamento dışı müdahale, siyasal yaşamın diğer uca, yani “siyasetsiz uzlaşma”ya kaymasına neden olur. Bu aldatıcı konsensüs, aslında gerçek anlamda çözümlenmemiş problemlerin tekrar günışığına çıkana dek dondurulmasına varır. Geçen on yılda siyasî aktörlerin (özelde partilerin) bile paradoksal olarak nominal unsurlara indirgenerek siyasetsizleştirilmesi (depolitizasyon), bu bağlamda partilerin fonksiyonel hizmet birimleri haline getirilip uzun dönemli ve esaslı iddialardan görece arındırılması, siyasî ufkun ne denli daraldığının göstergesidir.
Son seçimlerin ardından siyasetin az da olsa normalleştiğini ve siyaset alanının önceki on yılın aksine görece genişlediğini söylemek mümkün. Bunda bir tek parti iktidarının varlığının payı büyük. İstikrarsız koalisyonların ocağında kaynayan siyasî-iktisadî krizlerin aşılması yolunda önemli bir adım aslında bu. Siyasî gelenek oluşumunu engelleyen söz konusu krizler, sürekli siyasetin düşük düzeyde kurumsallaşmasına neden olmuş, çoğu zaman patronaj ilişkilerini beslemiştir. “Liyakatsiz sadakat” bu ortamda siyasî birlikteliğin, ama aslında lider sultasının motoru olmuştur. Fakat Türkiye’deki siyasetsizlik sorununun aşılması, tek parti iktidarından çok, belki böyle bir iktidarın da katkısı ile girişilecek bir kamusal alanın yeniden inşası süreci ile mümkündür. Mevcut iktidar bu istikamette adımlar atarsa, asıl önemli dönüşümü gerçekleştirmiş olacaktır. Aksi halde kamusal alanın bir filtre mekanizması olarak dayatılması, Türkiye’deki vatandaşlık kültürünün yaralanmasına yol açmaktadır. Her kesimin devlet içinde devlet olmaya çalıştığı, her zümrenin sistemik boşluklar yaratarak var olmaya çalıştığı bir devlet, inkırazın eşiğinde demektir. Böyle bir tablo karşısında devlet seçkinlerinin bu kesim ve zümreleri krizin müsebbibi olarak görmeleri, kendi körlüklerini ve krizi derinleştiren bir yaklaşımdır. En meşru talepleri sistemik duvarlara çarpan her kesim, kaçınılmaz bir biçimde devlet içinde devlet oluşturmaya sürüklenecektir. Kısacası “kamusal kasvet” dağılmadıkça, bu siyasî kültürü dönüştürmek mümkün olmayacaktır.

Paylaş Tavsiye Et