TÜRKİYE’NİN son dönem tartışmaları, şairin “kavrayamam haller içinde halim” deyişini hatırlatıyor. Olup bitenleri anlamakta ciddi zorluklar yaşadığımız dönemler bunlar. Dünyada ve Türkiye’de olup bitenlere sıhhatli ve dengeli tahliller getirmede zorlandığımız dönemler. Yeni bir eşiğe yaklaştığımızı hissediyoruz. Belki de daha şimdiden bir eşikte olduğumuzu. Kıymeti bilinirse, eşikte olmak ve eşikten bakmak yeni açılımlara kapı açıp, yeni meydan okumalara hazırlar. Otantik tecrübeler, sahici duyuşlar, en bize ait deneyimler, eşiklerde belirir. Yeri gelmişken söyleyelim, modern insan, eşik tecrübesi giderek azalan insandır. Kadim kültürlerin binbir ritüel ve törensel kutsama ile kendilerine bağlandığı eşik tecrübeleri giderek gündelik hayatın tiranlığında silikleşiyor. Filozof Waldenfels’e göre, eşik tecrübesi namına bize kalan, neredeyse yalnızca uyuyakalmak ve uyanmak. Doğum, ölüm ve evlilik gibi birçok tecrübe artık pek de eşik tecrübesi olarak, yani arada oluşa tanıklık ettiğimiz süreçler olarak yaşanıp deneyimlenmiyorlar. Arada oluş, yani Eflatun’un metaxy’si, Gazali’nin dehliz’inde olmak; ya da büyük insanlık dramına, beşerin kadim öyküsüne ortasından dalıvermek.
Tüm bunları modernliğin bizim nahiyemizde yaygın olan bayat eleştirilerine bir yenisini eklemek için söylemiyorum. Zaten modern insan tekinin eşik tecrübesi giderek azalsa da tarih, insan kümelerini yeni eşiklere taşıyan bir olumsallık içinde akıp gidiyor. Meseleyi varoluşsal düzeyden çekip, insanlık durumumuza ilişkin bir değini olmaktan çıkarıp, güncelimize yaklaştırırsak, bunu daha bir berrak görebiliriz. Güncelimizi belirleyense asla salt siyasal olan değildir; ama aynı zamanda fikrî ufuklarımızdır.
Fikrî ufuklar söz konusu olduğunda İslami kesimin talihi diğerlerinden pek de farklı olmadı. Geçen yirmi-otuz yılda söylediklerimizin sınırlarına ulaşmış bulunuyoruz. “Söyleyecek sözümüz var” diye ortaya çıkmışken, çabucak söylemsel sınırlarımıza gelip dayandık. Bugün Türkiye’de hiçbir sosyo-entelektüel çevrede istikrarlı bir ilerleme, bir ufuk genişlemesi kaydedilmiyor. Bu nedenle olsa gerek her kesim kendini sosyal pedagojilerle iş görmeye alıştırır oldu.
İslami kesim 80’lerde ve kısmen 90’larda yaptığı entelektüel hamlelerin efsununu çabuk yitirdi. O dönemlerde sıklıkla yapılan İslam bilimi, gelenek, İslam iktisadı ve anti-psikiyatri gibi örnek nice tartışma nereye bağlandı, hangi yeni deryalara açıldı, hangi toprakta tutunup filiz verdi takip edemiyoruz. Bu demektir ki bir dönemin anlı şanlı fikrî söylemleri kültürel bir entropi içinde yitip gitti. 28 Şubat mıydı tüm bu nefes tıkanıklığının sorumlusu? Elbette o meşum dönemin tahripkâr etkileri bizde bir takat sorunu yarattı. Fakat dönüp neyi talep ettiğimize, neyin peşine düştüğümüze bir daha bakmamız gerekir. “İslami kesim” diye kendisinden söz etmeyi adet ettiğimiz kesimin bir sosyal psikolojik profili çıkarılsa, manzaranın içimizi ferahlatacağını sanmam. Evet, ortada utanmadan ve usanmadan ülkede psikolojik harekât uygulayan odaklar var. Her türden esaslı inkişafın önünü tıkayan… Fakat bir hocamın Osmanlı elitinin son dönem temayüllerine ilişkin tespiti bize de ışık tutacak nitelikte: “Nedense Osmanlı, Versailles Sarayı’nın şaşaasına kendini çabuk kaptırmış.”
Aslında başından beri sahici bir ‘biz’i arıyorduk. Lakin sahih bir ‘biz’ arayışına dalmışken zamanla evrensellerimizi terennüm etmekten geri düştük. Nitekim bu sahihlik arayışının İslami entelektüalizm muhitinde gelip dayandığı son keşif de Türklük oldu. Oysa medeniyetle yola çıkmıştık. Lakin onu da giderek cılızlaşan bir kimlik siyasetinin kurbanı olmaktan kurtaramadık. Bugün elimizdeki sahihlik söylemleriyle neye davet edildiğimiz hâlâ müphem olsa da neye karşı bilenmeye çağrıldığımız aşikâr. Gizli-açık bir kuşatmaya karşı direnmeye çağrılıyoruz. Ruhlarımızın, dimağlarımızın, giderek vatanlarımızın kuşatılmasına karşı direnmeye. Küresel kapitalizmiyle, oryantalizmiyle, hegemonik söylemleriyle, silahlı-silahsız işgalleriyle hayat dünyamızı kolonize eden güçlere karşı bir duruş alabilmeye çağrılıyoruz. Bunu anlamak zor değil. Fakat bu çağrı, artık daha özenli bir dili gerektiriyor, zira evrensellerimizi berraklaştırma gayretini yedeğine almayan her yerlicilik namzedi söylem, sahibinin elinde patlayacaktır. Özellikle bugün dünya ve Türkiye Müslümanlarının sosyolojisi bunu gözümüze sokmaktadır.
Yeni bir eşiğe yaklaşıyorsak eğer ve fikrî ufuklarımız bulandıysa, yeni bir okuma ve bilgilenme denemesine atılmamız, yeniden fikir işçiliğine soyunmamız gerekir. Yeni bir okuma sürecine girmeliyiz, ama bu 80’lerdeki ve 90’lardaki gibi bir hakikat arayışının parçası olmalı, bugünkü gibi kariyerist rüzgarlar altında bir okuma değil. O dönemler, her şeye rağmen bir bilgilenme, bir fikrî inkişaf, özgüven ve eleştiri dönemiydi. Hemen hiçbir ana tartışma bir yere bağlanmadıysa da, ciddi ve derinlemesine bir öğrenme, bir ihya tecrübesi olarak yaşandı o dönemler. Benzeri bir inkişaf; fikri hür, vicdanı hür insanlar elinde bir inkişaf, bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz şey. İşte tam da bu nedenle tüm enerjimizi, heyecan ve taleplerimizi, siyasete teslim edemeyiz. İşte bu nedenle, kendimizi, kurumlarımızı, hatta fikriyatımızı siyasetten gereğince kıskanmasını bilmeliyiz.
Paylaş
Tavsiye Et