TÜRKİYE’DE başörtüsüne ilişkin tartışmalar her beş on senede bir seviye kaybederek tekrarlanıyor. Başörtüsüne ilişkin medya ortamındaki ilk tartışmalardan biri olan TRT’deki Ali Kırca’lı, Bahriye Üçok’lu programı bulup izleyenler, tartışmanın daha sahici, daha insani, hatta paylaşıma daha açık yürüdüğünü hissedecektir. Bugünse aynı konu etrafında sürdürülen tartışmalar aslında yeni cehaletin siyasallaşmasına işaret ediyor. Türkiye’nin yeni kutuplaşması, aslında zannedildiği gibi laik-İslamcı, Türk-Kürt ayrımları üzerinde değil; İslami, sol ve hatta kısmen ülkücü çevrelerin belirli öbeklerinde gördüğümüz okuyan, düşünümselliği güçlü unsurlar ile kitlesel çapı daralan-genişleyen bir yeni cehalet kümesi arasında beliriyor. Bu kümenin en çok tutunduğu zemin de bazılarının biraz da kıvançla takdim ettiği “facebook Atatürkçülüğü”.
Fakat bu ayrışmayı sürekli müphem kılacak bir AKP hadisesi karşısındayız. AKP’nin güçlü varlığı, siyasi yelpazede tüm konumların yeniden tanımlanmasını zorluyor. Sağdan sola her tonda siyaset, bir pozisyon belirleme sürecinde. Başörtüsü tartışmaları bu dip akıntıyı açığa vuran güçlü bir etki yarattı. Liberal-sol entelektüellerin son dönemde yaptıkları “üçüncü yolcu” çıkış, aslında siyasal pozisyona dair bu netlik arayışının bir işareti. Belki de bu vesileyle yeni bir sol siyasete alan açılabileceğini düşündüler. Fakat bunun için yanlış bir tartışmayı, kalkış noktası seçmiş yahut bu kalkış noktasına tersten yaklaşmış oldular. Seyrettiğimiz, siyasi açılımdan çok, siyasi patinaj oldu.
Neoliberalizm karşısında hissedilen mağlubiyet ve bunu alt edecek bir siyasal dinamiğin olmayışı, solun en büyük açmazı. Bu durumu aşmak için siyasal olanın özerkliğine dayalı bir politik duruş geliştirme, yeni bir Makyavel momenti yakalama çabasının yoğunlaştığına şahit oluyoruz sol düşüncede. Oysa Türkiye’de siyasalı sürekli gizlendiği yerden tutup çıkaran başörtüsü meselesinde izlenen tavır, bu çabanın kendi iç çelişkilerine takıldığını gösteriyor. Yani tam da siyasalın kendini bize açtığı yerde, sol siyasetin bir ucu onu kapatmaya duruyor. Tam da siyasalın zahir olduğu yerde, sol siyasetin bir tonu onu gölgeliyor.
Yakın dönemde siyasal pozisyonda netlik arayışının diğer bir adresi de DTP oldu. Partinin öne çıkan isimlerinden Aysel Tuğluk, başörtüsünün Madrid’den gündeme düştüğü ilk haftalarda kaleme aldığı “Geri Dönüş” (3 Şubat, Radikal2) başlıklı bir yazıda Kemalistlere, solculara ve muhalif aydınlara seslenerek, siyasal dinciliğe, İslami milliyetçiliğe karşı birleşme çağrısı yaptı. Hem de taktik bir yakınlaşma değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tecrübesinden de dersler ve örnekler devşiren, daha derin ve stratejik bir yakınlaşma. Bu çağrıyı yaparken Tuğluk ılımlı İslam’ın bir imparatorluk projesi, yani bir ABD işi olduğunu eklemeyi de ihmal etmiyor; kültürel İslam’ın siyasal hemcinsine karşı desteklenmesi gerektiğini de. Aslında Tuğluk, söylediklerinin tam da o imparatorluk projesinin akıl yürütme biçimiyle yer yer ne denli örtüştüğünü göremiyor. ABD’nin İslam dünyasına dönük büyük stratejisinin temel parametrelerini veren RAND’ın Cheryl Bernard (Civil Democratic Islam: Partners, Resources and Strategies, 2005) imzalı meşhur raporunu okumuş olanlar, orada da benzer bir stratejinin ABD hükümetine salık verildiğini, yani kültürel İslam’ın desteklenip, siyasal İslam’ın bitirilmesinin önerildiğini hatırlayacaklardır. Şu farkla ki, RAND ve ABD için Nakşîlik, Gülen cemaati gibi yapılar da kültürel İslam’ın bir parçası iken, Tuğluk onları da siyasal İslam içinde eritiyor. Böyle olunca da kültürel olandan ne kastedildiği ve geriye ne kaldığı pek anlaşılmıyor.
Tuğluk’unki aslında bir Jön Kürt projesi hissi uyandırıyor. Cumhuriyet’in kuruluş dönemine atfı aslında çok önemli; fakat anlaşılan o dönemden çıkartılabilecek en önemli derslerden birinin, İslam konusunda sergilenen politikaların aymazlığı olduğunu unutuyor. Bütünü içinde alındığında Tuğluk’un çağrısında sanki kuruluşun görece toparlayıcı ve muhtelif kesimleri kapsayıcı niteliğinden çok, daha sonra üzerine giydirilen dışlayıcı ve yabancı tavra bir kapı aralama söz konusu. Taktik anlamda ise AKP’nin Kürt seçmen ve problematiği üzerinde bir nebze artan gücünü, Kemalist bir payanda ile zayıflatma güdüsü açık. Tabii Kemalistler Jön Kürtler ile taktik düzeyle sınırlı kalmayacak bir yoldaşlığa soyunur mu bilemeyiz.
Bir yönüyle tüm bu olup bitenler aslında siyasi alanda yeni bir söylem çeşitlenmesine işaret ediyor. Bu kendi başına verimli bir gidiş belki. Sol, İslami kesim, Kürt siyaseti, milliyetçilik; hepsi yeni bir çeşitlenme sürecinden geçiyor. Bu söylem çeşitlenmesinde yaşanan tıkanıklıkların bize gösterdiğiyse, toplumsal sorunları büyük paketler ya da bohçalar halinde tartışmayı zorunlu saymanın da her konuda ilkeler düzeyinde konsensüsü zorlamanın da siyaseten verimsiz olduğu. Her konuda ilkesel konsensüsü zorlamak gerekmediği gibi, tekil konularda farklı ilkelerden kalkıp benzer siyasetleri gütmek de mümkün. Her bir konu bir diğerinden farklı incelikte tahlil ve tartışmayı gerektirebilir.
Bu bağlamda başörtüsü konusu giderek Türkiye’de siyasalın kendini faş ettiği bir problematik haline geldi. Siyasette, sistemin tarihsel önermelerinin zafiyetini, bu ülkenin temel tezatlarını örtmekten çok, açık eden bir rol kazandı. İçinde birkaç zamansallığı taşıyan, her bir zamansallık üzerinden birikmiş ve gecikmiş yüzleşmeleri buyur eden bir mesele. Cumhuriyet, 1980 sonrası dönem, 28 Şubat ve hatta 11 Eylül gibi en az dört “eksen zaman”ın yoğurduğu başörtüsü meselesi, farklı zaman derinliklerini kendinde toplayan, politik zamanın en fazla katmanlandığı, zaman-yoğun bir problematik. Bu nedenle Türkiye’de siyasalın en fazla açıldığı, tazyikle yüzeye çıktığı bağlamı sunuyor bize. Başörtüsü konusunda alacağınız tavır, ya politik zamanı kaçırmanıza neden olur ya da onu tutmanıza. Sizce Türkiye’de kaç mesele bu politik zaman-yoğunluğa sahip?
Paylaş
Tavsiye Et