UZUN vadeli küresel stratejiler geliştirebilme ve bunları uygulayabilme kapasitesine sahip olabilmek, büyük devletlerin ayırt edici vasıflarından biridir. Devlet politikası haline getirilen bu stratejiler farklı iktidarlar tarafından, üzerinde kısa vadeli taktik değişiklikler yapılmak suretiyle uygulanır. ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde, dünyadaki enerji kaynaklarını kontrol etme ve rakip güçlerin hareket alanını daraltma çerçevesinde geliştirdiği askerî ve siyasî stratejileri bunun en etkili örneğidir. Bu bağlamda Bush döneminde izlenen politikaların, 11 Eylül sonrası yaşanan bir sapma olarak değil de ABD’nin hegemonya kurma stratejilerindeki yeni bir aşama olarak görülmesi gerekir. Ancak ABD bile olsa büyük devletlerin stratejilerini zora sokan bir unsur vardır; halkların tercihleri... Bireyin davranışları nasıl yüzde yüz öngörülemezse, halkların davranışları da her zaman öngörülemez. Kararlı bir liderin etrafında toplanan bilinçli bir halk, en detaylı stratejik planları zora sokabilir. Tıpkı Latin Amerika’nın İspanya sömürgeciliğinden kurtuluşuna öncülük eden Simon Bolivar’ın ülkesi Venezüella’da olduğu gibi…
Venezüella’da Devlet Başkanı Hugo Chavez’in görevini sürdürüp sürdürmeyeceğini belirlemek üzere 15 Ağustos’ta düzenlenen referandum, sıradan bir siyasi olayın ötesinde bir gelişmeydi. Latin Amerika’nın siyasi tarihinde bir ilk teşkil eden bu referandum, dünya ekonomisi açısından da büyük önem taşıyordu. Petrol fiyatlarının son 21 yılın en yüksek seviyesine çıktığı bir dönemde, dünyanın en büyük beşinci petrol üreticisi olan Venezüella’nın istikrarı, Irak’taki durum ve OPEC’in sınırlı kapasitesi yüzünden zaten endişeli olan petrol piyasaları için vazgeçilmezdi. Chavez’in seçimi kaybetmesi halinde Chavez yanlısı petrol işçileri greve gidebilir ve bu da Venezüella’daki üretimi aksatabilirdi.
Ancak korkulan olmadı ve seçimleri ilk defa kazandığı 1998’den itibaren, neo-liberalizm karşıtı söylemi, bağımsız dış politikası ve kapsamlı sosyal programları yüzünden hem ABD’nin, hem de ülkedeki elitlerin tepkisini kazanan Chavez, kendisini iktidardan indirmeye yönelik bu üçüncü meydan okumadan da zaferle ayrıldı. 25 milyon nüfuslu ülkedeki kayıtlı 14 milyon seçmenden oylamaya katılan 8,5 milyon kişinin %59’u Chavez’in görevinde kalması yönünde oy kullanırken, aksi yönde oy kullananların oranı %41’de kaldı.
Kendisi de eski bir asker olan Chavez, Nisan 2002’de yönetimine karşı düzenlenen darbeyi başarısızlığa uğratmasından sonra dünyanın en popüler liderlerinden biri haline gelmişti. Aralık 2002 ile Ocak 2003 arasında, devlet petrol şirketi PDVSA (Petroleos de Venezuela S.A.) çalışanlarının grevini de kırmayı başarmıştı. Petrol gelirlerinin yoksullar için kullanılması yüzünden ekonomik çıkarları zedelenen orta ve üst sınıflar da bunun üzerine Chavez’e karşı ellerindeki son silaha sarıldılar: Referandum. 1999’da yenilenen Venezüella Anayasası’na göre, görev süresinin yarısını tamamlayan tüm seçilmişlere karşı, seçmenlerin %20’sinin dilekçe vermesi halinde referandum düzenlenebilmektedir. Chavez karşıtları bu amaçla Kasım 2003’te bir dilekçe kampanyası düzenlediler. Toplanan imza sayısı, referandum için gereken asgari sayısı olan 2,4 milyonun oldukça üzerindeydi. Ancak Chavez yanlılarının itirazı üzerine Ulusal Seçim Komitesi bir inceleme yaptı ve bu imzaların sadece 1,8 milyonunun geçerli olduğunu ilan etti. Chavez karşıtlarının bu kararı Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi ve mahkemenin de imzaları geçerli sayması üzerine, gerginliği azaltmak için bir ara formül bulundu. Ulusal Seçim Konseyi Mayıs sonunda, geçersiz saydığı imzaların sahiplerine, imzalarını onaylamaları için beş gün tanıdı. Sürecin sonunda referandum için gerekli imzanın toplandığı ilan edildi ve referandum tarihi olarak 15 Ağustos belirlendi. Görev süresi 2007’de dolacak olan Chavez’in kaybetmesi durumunda derhal seçimlere gidilecekti.
Bu referandum, muhalefet tarafından diktatörlükle(!) itham edilen Chavez’in liderliğindeki Venezüella demokrasisi için bir test niteliği taşıyordu. Soğuk Savaş döneminde Şili, Arjantin, Kolombiya gibi Latin Amerika ülkelerinde kanlı darbeler, askerî yönetimler ve iç savaş yaşanırken Venezüella bu sürecin dışında kalmayı başarmıştı. İki partili siyasi bir sistemin kurulduğu 1958’de demokrasiyle tanışan Venezüella’da, petrol gelirlerinin küçük bir azınlık içinde dönmesine sebep olan, buna rağmen genel olarak istikrarlı işleyen bir dönem yaşandı. Ancak 1990’larda yönetici elitlerin yolsuzluklarının iyice artması ve halk desteğinden yoksun programların uygulanması, geleneksel politikalara karşı ülke çapında büyük bir tepki doğurdu ve alternatif politik hareketlere kapı açtı. Etnik olarak Kızılderili oluşunun ve alt sınıflardan gelmesinin inandırıcılığını artırdığı Chavez de, “Bolivarcı Devrim” adını verdiği ve mevcut sosyal yapının değiştirilmesini savunan söylemiyle iktidara gelmeyi başardı.
Chavez, okuma-yazma kampanyaları düzenlemek, işsizlikle mücadele etmek, fakirler için bedava ilaç ve ucuz yiyecek sağlamak gibi muhalifleri tarafından popülist(!) olarak tanımlanan politikalarla, şimdiye kadar yok sayılan alt sınıfların desteğini kazandı. Yükselen petrol fiyatlarının ülkenin gelirini artırması, Chavez’in işini kolaylaştırdı. ABD’nin, Kuzey ve Güney Amerika kıtalarını kapsayan bir serbest ticaret bölgesi oluşturulması ve Venezüella’nın komşusu Kolombiya’ya milyarlarca dolarlık askerî yardım yapılması gibi Latin Amerika politikalarına açıkça karşı çıktı. Küba ile yakın ilişki kurdu, Bush yönetimin terörle mücadele politikasını ve Afganistan ile Irak’a savaş açmasını şiddetle eleştirdi. Ancak Venezüella bu arada ABD’ye petrol satmayı da sürdürdü. Bu şartlar altında gidilen bir referandumu Chavez’in kazanması hiç de şaşırtıcı değildi. Üstelik muhalefet bölünmüştü ve Chavez’in karşısına etkili bir aday çıkaramamıştı.
Referandumun ilk sonuçları, 16 Ağustos sabahı, Ulusal Seçim Konseyi Başkanı Francisco Carrasquero tarafından açıklandı. Bu açıklamadan sonra Miraflores Sarayı’nın etrafında toplanan binlerce taraftarına sarayın balkonundan seslenen Chavez, zaferini şu sözlerle değerlendirdi: “Venezüella halkı konuştu ve halkın sesi Tanrı’nın sesidir.” Ancak Chavez’in yeni bir başlangıç çağrısı yaptığı muhalefet, Chavez ile aynı fikirde değildi. Muhalif 27 partiyi bir araya getiren şemsiye örgüt “Coordinadora Democratica”nın sözcüsü Henry Ramos, bu sonuçları kategorik olarak reddettiklerini ve hükümetin hile yaptığını ilan etti; ki bu da aslında beklenen bir davranıştı. Ancak muhalefet bu sefer yalnız kaldı. Carter Center Başkanı ABD eski başkanlarından Jimmy Carter ile OAS başkanı Cesar Gaviria, muhalefetin isteği üzerine, rastgele seçilen 150 oy verme merkezinde denetleme yaptılar. Ve 21 Ağustos’ta referandumda hile yapılmadığını ve sonuçların geçerli olduğun ifade ettiler. Bunun üzerine ABD Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yaparak, dünyanın geri kalanının yaptığı gibi sonuçları kabul ettiklerini açıkladı. Chavez’den hiç hoşlanmayan New York Times ve Washington Post gibi Amerikan gazeteleri bile muhalefetin sonuçları kabul etmesi gerektiğini söyleyen, Chavez’in referandum sonrası sergilediği sakin tutumu öven ve laf arasında Chavez’e bundan sonra ABD ile uzlaşmasını tavsiye eden makaleler yayınladılar.
Birçok gözlemci tarafından Latin Amerika’nın gelmiş geçmiş en yetenekli ve etkili politikacılarından biri olarak görülen Chavez’in bundan sonra atacağı adımlar, tüm dünya tarafından izlenecektir. Acaba Chavez akılcı ve cesur politikalarını sürdürecek mi, yoksa örneğini çok gördüğümüz pragmatist uygulamalara mı yönelecek?
Paylaş
Tavsiye Et