SEBEPLERİ, ana dinamikleri ve gelecekteki yansımaları üzerinde rivayetler muhtelif olsa da, şurası su götürmez bir gerçek ki, Avrupa “derin bir kriz”in tam ortasında. Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlangıcına da şahitlik edecek AB Dönem Başkanlığı’nın Lüksemburg’dan İngiltere’ye devri, Avrupa kulübünü son yıllarda sarsan en derin sancılar ve ateşli anlaşmazlıklar içinde gerçekleşti. Bunda baş aktörün İngiltere Başbakanı Tony Blair olduğuna şüphe yok. Çoğu maalesef yüzeysel kalan yorum ve değerlendirmelerin Avrupa içinde hâlihazırdaki çekişmeyi bir eski-yeni, liberal-sosyal, ulusal-küresel çatışması olarak takdim etmeleri dahi, İngilizlerin kamuoyunu etkileme taktiklerinin amacına ulaşmış olduğunu gösteriyor. Elbette ki, AB kurumlarını kilitleyip başat ülke liderlerini son zamanların en yüksek tonda eleştirilerini yöneltmeye zorlayan gelişmelerin, son on-on beş yılda uluslararası ekonomi-politikte yaşanan gelişmeler ve istikrar temelli AB kompaktının sosyal maliyeti yüksek değişim baskılarına direnmesi ile alakası büyük. Ancak “neden şimdi?” sorusuna cevap verirken, bir taraftan İngiliz İşçi Partisi’nin piyasa dostu “üçüncü yol” yaklaşımının, sosyal yardım sistemleri finansman baskıları altında çatırdayan Avrupa’ya yansıtılmasının; diğer taraftan ise ekonomik durağanlık ve sosyal yabancılaşmadan dolayı liderlik konumu zayıflayan Franko-Germen ittifakının İngiliz-Kuzey ve Doğu Avrupa ekseni tarafından Atlantikçi bir doğrultuda tehdit edilmesinin değerlendirilmesi gerekiyor.
İlginç bir anekdotla başlayalım: Avrupa Parlamentosu’nda yeni dönem başkanı olarak selefi Juncker’e oranla oldukça soğuk bir atmosferde sunuş konuşması yapan Tony Blair’e karşı en sert tepkiler, doğal müttefiki olması beklenen sol partilerden geldi. Sosyalist sözcü, Avrupa bütünleşmesini “Tour de France” diye bilinen meşhur bisiklet yarışına referansla betimlerken; ortak pazardan siyasî birliğe giden yolda İngiltere’nin Schengen, avro, sosyal yönetmelik gibi konularda hep en arkalardan gelmeyi tercih ettiğini, ama ani bir atakla yarış liderlerine verilen “sarı formaya” talip olduğunu ve bunu öncelikle hak etmesi gerektiğini hatırlattı. Bu arada İşçi Partisi lideri, kendisini Avrupa’nın yeni siyasî lideri olarak takdim ederken, en olumlu tepkileri liberaller ve muhafazakârlardan oluşan sağ bloktan aldı. Zaten yakın zamanda Almanya’da ve ardından Fransa’da yaşanacak görev değişikliklerinden sonra Blair-Merkel-Sarkozy troykasının Chirac-Schröder-Blair troykasına göre çok daha uyumlu bir görüntü vereceğine kesin gözüyle bakılıyor. Blair’in yüksek pragmatizmine ve konjonktürel fırsatları kaçırmama noktasındaki başarısına bakıldığında, sosyal demokrat görünümlü liberal siyasî yaklaşımını sağ siyasî hareketlerle barıştırmasında şaşılacak bir yan yok. Yine şaşırılmaması gereken konu, AB gibi dünya üzerindeki en derin bölgesel bütünleşme girişimini temsil eden ve siyasal, sosyal, ekonomik kurumları ile tam bütünleşme istikametinde hızla ilerleyen bir örgütün, “büyük vizyon” ya da model tartışmaları altında gizlenmiş çıkar hesapları ve hegemonik güç oyunlarıyla nasıl kolaylıkla kilitlenebildiği.
Aslında AB Anayasası hakkında Fransa ve Hollanda’da yeterli hazırlık ve halkla ilişkiler egzersizleri yapılmadan gerçekleştirilen ve hüsranla sonuçlanan referandumların ve 2007-2013 bütçesi üzerindeki anlaşmazlıkların kendi başlarına kriz sebebi olmaktan ziyade, Avrupa liderliğine damgasını vurmak için fırsat kollayan İngiltere ve Blair’e uygun ortamı hediye ettiğini söylemek daha doğru olur. Kendisini ilk günden beri bir “dünya lideri” olarak gören ve bunu gerçekleştirmek için Bush yönetimiyle stratejik yakınlaşmanın siyasî riskini dahi üstlenen Blair, AB’yi bir Truva atı taktiğiyle içeriden değiştirme idealine de yaklaşmış bulunuyor. Üstelik Almanya’da Schröder’in, Fransa’da ise Chirac’ın “topal ördek” muamelesi gördüğü, siyasî meşruiyetlerinin tabana vurduğu bir ortamda, Avrupa’daki liderlik misyonu Blair’in gelecek seçimlerden önce ayrılma sözü verdiği başbakanlık koltuğunda bir süre daha kalmasının ya da AB’de üst düzey bir pozisyona yumuşak geçiş yapmasının yolunu açabilir.
AB içinde oluşmaya başlayan bloklar, İngiltere, İsveç, Hollanda ve yeni AB üyesi 10 ülkenin kahir ekseriyeti ile Fransa-Almanya ve merkezî Avrupa eksenini karşı karşıya getirecek gibi görünüyor. Bu anlamda referandum yenilgisini kamuoyunun dikkatinden düşürmek için karşı atak yapıp, İngiltere’nin 1984’ten beri faydalandığı katkı iadesini tartışmaya açan Chirac, hem kendi kamuoyunda zor durumda kaldı, hem de Avrupa’da eriyen etkinliğinin sonucu olarak, Blair’in zamanlamalı taarruzuna zemin hazırlamış oldu. “Yaşlı” Chirac’a karşı, yirmi yıl önce kotarılan ve artık adil olmayan bir kaynak iadesini cansiperane savunan “genç” Blair’in, üç yıl önce kendisinin de altına imza attığı Ortak Tarım Politikası’nı eleştirirken ya da Avrupa’da ekonomik reforma dayalı bir canlanmadan bahsederken samimiyetine inanmak da mümkün değil. Özellikle Avrupalı parlamenterler, imalat sektöründen çoktan elini eteğini çekmiş bulunan, finans ve servis sektörlerindeki müreffeh iş gücü ile kenar hizmetlerde karın tokluğuna çalışan işçi gücünü birleştiren İngiliz sisteminin Avrupa’daki sosyal standartları ve yaşam kalitesini ciddi ölçüde kötüleştireceğinden ve seçmenleri isyan ettireceğinden endişeli. Aslında İngiltere’de cari olan ekonomik modelin de, Margaret Thatcher’ın demir yumruğu altında ufalanan sendikalar, işçi hakları ve esnek istihdam rejimi dışında Avrupa’daki refah devleti modellerinden çok da bir farklılığı bulunmuyor. Mesele, Avrupa’da iktidar olan siyasîlerin, küreselleşme, uluslararası rekabet gücü, esneklik söylemleri ile özellikle büyük şirketleri gözetip işçiler, çiftçiler ve sabit gelirli toplum kesimlerini karşılarına alabilecek siyasî güce sahip olmamalarında kilitleniyor.
Diğer bir deyişle, küresel sermayenin ulus-devletler ve bölgesel örgütlerin politika belirleme mekanizmaları üzerinde gittikçe artan ağırlığı ve alternatif ekonomik çekim merkezlerinin yükselişiyle baskı altına giren sosyal refah rejimlerinin daraltılması, önümüzdeki dönemde Avrupa’da yaşanacak çatışmanın ana eksenini oluşturuyor. Soyut modellerle olaya yaklaşılması çok verimli değil; çünkü sıkça övülen Anglosakson sisteminde istihdamda esneklik, işsizliği azaltıyor. Ancak ortaya çıkan çoğu geçici ya da part-time iş imkânları birçok Avrupalı’yı tatmin edecek düzeyde değil. Ayrıca işçi başına üretkenlik ve kamu hizmetlerinin kalitesi bakımından Kıta Avrupası, Britanya’dan çok önde. Bu bakımdan siyasî meşruiyet ve ekonomik durağanlık sorunlarını kendilerine has, ama büyük ölçüde acılı reçetelerle aşabilecek olan AB’nin Franko-Germen ekseni, bu konjonktürel zayıflamayı aşıp birliği küresel anlamda ekonomik ve siyasî bir güç haline getirme noktasında yol alabilir. Aksi halde, Blair ve muhtemel halefi Gordon Brown tarafından savunulan 1960’ların EFTA’sı çizgisinde bir ticarî birliğe yönelen dağılma süreci, Türkiye gibi aday ülkelerin işlerini nispeten kolaylaştıracak; ancak birliğin küresel sistemin cari ve yükselen güçleri nazarındaki ağırlığını ciddi olarak azaltacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et