TÜRKİYE keşfedilmiş petrol ve doğal gaz kaynakları açısından da, bilinen kömür kaynakları açısından da çok sınırlı bir zenginliğe sahiptir. Dünya petrol ve doğal gaz rezervleri sıralamasında Türkiye ilk ellide yer almaz. Kömür rezervleri söz konusu olduğunda da, dünya kömür rezervlerinin ancak %0,46’sına sahip olan Türkiye’nin durumu pek iç açıcı sayılmaz. Güneş ve rüzgarın alternatif enerji kaynakları olarak kullanılır hale gelmesi içinse daha uzun süre beklemek gerekiyor. Türkiye’nin bir petrol denizi üzerinde yüzdüğü ya da olağanüstü kömür zengini olduğu iddiaları ciddi bir veri ya da yaklaşıma dayanmıyor. Nitekim Türkiye için umut olabilecek büyüklükteki bir kömür rezervi (Afşin-Elbistan bölgesi) maalesef kalite açısından fakirdir ve daha çok bir termik santral yakıtı olabilecek standarttadır. Bu olumsuz tablo daha uzun bir süre Türkiye’nin net enerji ithalatçısı olarak kalmasını zorunlu kılıyor. Uzun vadede Türkiye’nin karşılaşacağı zorlukların başında da bu hazin gerçek bulunuyor.
Bununla birlikte petrol ve doğal gaz kaynakları açısından fakir olan Türkiye, mümkün taşıma ve nakil yolları açısından zengin bir potansiyele sahip. Bu açıdan Enerji Bakanlığı’nın, enerji politikasının bir parçası haline getirmiş olduğu Türkiye’yi bir “enerji koridoru” yapma seçeneği Türkiye açısından göz ardı edilemeyecek imkanlar sunuyor.
Elektrik Üretimi Problemi
Türkiye’nin enerji problemini daha anlaşılır kılmak için birincil enerji kaynakları açısından değil de, elektrik enerjisi üretimini esas alan bir değerlendirme yapmak daha yararlı olacaktır. Türkiye’nin 2005 yılında tüketmiş olduğu elektrik enerjisi yaklaşık olarak 160 milyar kilovat/saat (kWh)’tir. Ekonomide kriz ya da şiddetli bir durgunluğun olmadığı yıllarda elektrik enerjisi talebinde bir önceki yıla göre artış (büyüme oranıyla önemli ölçüde doğru orantılı olarak) %7 gibi yüksek seviyelere çıkabilmektedir. Gelişmekte olan ekonomiler için yadırganmayan bu durum, Türkiye’de enerji üretim yatırımlarının devam etme zorunluluğunu gösteriyor.
Elektrik üreten ilk santralin Tarsus’ta 1902 gibi erken bir tarihte kurulduğu Türkiye’de 1980’lere kadar elektrik üretimi hidrolik ve kömür yakıtlı termik santraller vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Bugün bile Türkiye’nin özellikle ve öncelikle değerlendirebileceği kaynakların su ve kömür olduğu göz önüne alındığında bu tercihin yanlış olmadığı görülür. Ne var ki, bu santrallerin ille de ve yalnızca devlet eliyle yapılmak ve işletilmek istenmesi ciddi hantallıklar ve işletme hataları doğurmuştur.
Bu alandaki büyük kırılma, Türkiye’deki tarihi ancak 1987’ye kadar geri giden doğal gazın elektrik üretiminde kullanımıyla ortaya çıkar. 1997’de birden bire, Türkiye’nin gelecek yıllarda büyük bir enerji açığıyla karşılaşacağı tartışmaları başlar. Dönemin siyasîlerine, Türkiye’yi bekleyen mukadder enerji açığı vurgulanarak bu açığın ancak doğal gazla karşılanabileceği çare olarak sunulur. Buna ilaveten enerji konusunda Türkiye’de yakın gelecekte yüksek talepler olacağını varsayan bir doğal gaz talep projeksiyonu hazırlanır ve buna dayanılarak da aynı yıl Mavi Akım doğal gaz alım anlaşması imzalanır. O yıllarda Türkiye’de doğal gaz için gerekli altyapının çok sınırlı olduğu dikkate alındığında, kontratlarla taahhüt edilen alım miktarlarının yüksekliği şaşırtıcıdır. Mavi Akım’dan çekilecek olan gaz her yıl tedricî olarak artacak ve 2010 yılında 16 milyar metreküpe ulaşacaktır. Böyle yüksek miktarların kullanımı taahhüt edilince de, sanki bu gaza kullanım yeri aranmış ve en kestirme yol olarak da, doğal gazla çalışan elektrik santrallerinin (kombine ve kojenerasyon santralleri) yapımı görülmüştür. Dahası doğal gaz santrallerinin çoğu Yap-İşlet-Devret ya da Yap-İşlet modeliyle (yerli-yabancı) özel sektör tarafından yapılmış ve Hazine tarafından bu girişimcilere ürettikleri elektriğin satın alınması garantisi verilmiştir. Tüm bunların neticesinde 1987 yılında yaklaşık 500 milyon metreküp doğal gaz kullanan Türkiye, 2005 yılında yaklaşık 27 milyar metreküp doğal gaz tüketir hale gelmiştir. Bilinen bir gerçek vardır ki, o da doğal gazın kullanılacağı en yanlış yerin elektrik üretimi olduğudur. Bu, elektriği en pahalı biçimde üretmektir. Sonuçsa sanayinizi enerji girdisi maliyetinin yüksekliği nedeniyle rekabet edemez hale getirmektir. Rusya bile, onca doğal gaz kaynağına rağmen doğal gazı elektrik üretiminde kullanmamaktadır.
Türkiye’nin İhtiyacı Nükleer Enerjidir
Türkiye’nin imkanları ortada. Bir tarafta rüzgar ve güneş potansiyeli de dahil olmak üzere enerji kaynakları var. Ayrıca, coğrafyasının kendisine sunduğu “enerji koridoru” olma imkanına sahip. Ama bütün bunlar onun görünür gelecekte “net enerji ithalatçısı” konumunu değiştirebilmesi için yeterli görünmüyor. Dahası, tüm yerli kaynaklarını kullansa dahi, enerji yatırımları hızlandırılamamış olduğu için, Türkiye’nin en geç 5-6 yıl sonra enerji arzında ciddi problemlerle karşılaşacak ve normalde düşünmeyeceği seçenekleri tercihe zorlanacak olması tartışılmaz bir gerçektir.
Arz güvenliği bağlamında ve kaynak çeşitliliği açısından Türkiye’nin nükleer enerji seçeneğine yönelmesi hayatî derecede önemli görünüyor. Bunun ötesinde ziraat ve tıp gibi alanlarda da nükleer enerjinin kullanılıyor olması, bu alanlarda büyük açılımları beraberinde getirecektir. Dolayısıyla elektrik üretim amaçlı nükleer santral sahibi olmak, diğer birçok alanda da katkı sağlayabilecek bir deneyim olacaktır.
Petrol Bitiyor, ya Sonra?
Petrol arzındaki mevcut istikrarsızlık dışında konuyla ilgili birçok kişinin üzerinde mutabık kaldığı şey, ‘ucuz petrol’ devrinin kapanmış olduğudur. Özellikle ulaşım söz konusu olduğunda, petrol vazgeçilemezliğini bir süre daha koruyacak gibi görünüyor. Onun yerine ikame edilebilecek kaynakları kullanacak olan teknolojilerinse, ticarî ve rekabet edebilir hale gelebilmek için uzun zamana ihtiyacı var. Hidrojen enerjisi için bu süre 25-30 yıl olarak tahmin ediliyor. Ayrıca yerli kaynak her halükârda daha ucuz, arz güvenliği açısından da daha güvenlidir.
Elektrik enerjisi üretimi ve ısınma amaçlı enerji konusunda, önümüzdeki on yıllar içerisinde yenilenebilir kaynakların (su, güneş, rüzgar, jeotermal, biyokütle, vd.) önemi ve rolü hem yerli oluşları, hem de çevre etkileri itibariyle artacak gibi görünüyor. Önümüzdeki yirmi yılda fosil yakıtların (kömür, petrol, doğal gaz, vd.) yerini önemli ölçüde yenilenebilir kaynakların aldığına tanık olacağız.
Rüzgar enerjisi tüm dünyada gelecek vaat ediyor. 2010’lu yıllarda rüzgar enerjisinden muhtemelen daha çok söz edeceğiz. Türkiye de bu sürecin dışında kalmayacaktır. Bugünkü veriler ışığında Türkiye’nin 10.000 (bir tahmine göre 80.000) MW kurulu güç için rüzgar potansiyeline sahip olduğu ifade ediliyor. Elektrik İşleri Etüt İdaresi tarafından Türkiye’nin çok ayrıntılı bir rüzgar atlasının çıkartılıyor oluşu önemli bir altyapı hazırlığıdır.
Jeotermal enerjisi de Türkiye’nin yabancısı olmadığı bir enerji; bugüne kadar daha çok kaplıca turizmi ve bir ölçüde de ısınma amaçlı kullanıldı. Bugünlerde ise, jeotermal kaynaklardan elektrik enerjisi elde etme çalışmaları sürüyor. Elektrik enerjisi üretimi açısından yaklaşık 500 MW kurulu güç için uygun jeotermal kaynağa sahip olduğumuz tahmin ediliyor. Isınma söz konusu olduğundaysa bu rakam 31500 MW olarak telaffuz ediliyor.
Enerjinin geleceğinde güneş muhtemelen daha büyük bir rol oynayacak. Aslında bugün bile Türkiye, güneş enerjisini ısıtma amaçlı da olsa, yaygın biçimde kullanıyor; ama bu, Türkiye’nin sahip olduğu potansiyelin %5’ini bile bulmuyor. Asıl hedefse güneş enerjisinin elektrik üretiminde kullanılmasıdır. Bugün bile elektriğin kullanıldığı yerlerde (trafik ve sokak lambalarında) voltaik pillerden yararlanılabiliyor; ama (ilgililerin bilgisizliği ya da ilgisizliği dolayısıyla) bu pillerin yaygınlaşmasının yavaş olduğunu belirtmek gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et