PETROL, kömür, doğal gaz ve nükleer enerji... Hepsi artık “kirli enerji kaynakları” grubunun üyesi. Kirliliğe isterseniz “çevre kirliliği” diye bakın, isterseniz “savaş kirliliği” diye. Bilhassa son günlerde yaşananların ardından, bu saydığımız enerji kaynaklarının pek çok bakımdan yüksek tehdit katsayısı oluşturduğu kesin olarak biliniyor.
İsmiyle müsemma bütün bu kirli kaynaklar dünyamızı giderek yaşanacak bir yer olmaktan çıkartıyorlar. Zira en temiz yakıt diye tanıdığımız doğal gaz bile yanarken, o kadar çok karbondioksit (CO2) üretiyor ki, bu durum, sera etkili gazlar oluşturarak küresel ısınmaya ve ardından iklim değişikliklerine yol açıyor. Sera etkili gazlara ilave olarak karbonmonoksit (CO), azot oksitler (NOX), kükürt oksitler (SOX) ve kurum parçacıkları açığa çıkartan petrol, kömür ve diğerleri zaten çok daha zararlı; “felaket” sözcüğü az bile. İklim değişikliğinin getireceği mahvoluş bilinen en büyük kitle imha silahlarından daha tehlikeli. Teröristlerin dünyayı ele geçirme planlarını, ihtimallerini unutalım lütfen. Zira bu gidişle ele geçirilecek bir dünya kalmayacak!
Herkesin duyduğu Kyoto Protokolü 10 yaşına bastı. Maksat karbondioksit emisyonunu azaltmak; ama gelin görün ki “baş zehirleyici”, yani dünyanın en çok karbondioksit üreten ülkesi olan ABD imzalamaya yanaşmıyor. Gelişmekte olan Hindistan ve Çin “önce karnımızı doyuralım, sonra havanın temizliğiyle uğraşırız” diye imzalamaktan uzak duruyor.
Peki ne yapmalı? Bu soruya ilk Arap-İsrail Savaşı’ndan beri cevap aranıyor ve bulunan kaynakların birçoğu kat kat üstün sayılabilecek özellikler taşıyor. Bunlar güneş, rüzgâr, hidrolik, jeotermal (yeraltı sıcak su ve buhar kaynakları), biyokütle, akarsu akıntısı, gel-git. Bunlara “yenilenebilir enerji kaynakları” deniyor. Zira dünya döndükçe rüzgâr esecek, güneş doğacak, gel-gitler ve akıntılar devam edecek. ‘Yenilenebilir’den kasıt, insanoğlunun kestirebileceği zaman içinde hep ‘var’ olacakları! Güneş (fotovoltaik) ve rüzgârdan elektrik üretimi başı çeken iki yenilenebilir enerji kaynağı. Rüzgârın olduğu yerde elektrik de var. Boşa esen her rüzgâr aslında israf edilen bir enerji kaynağı. Hâlbuki “kirli kaynakların” yenilenebilir tarafı yok; kül olarak yok olup gidiyorlar. Dolayısıyla hepsi bir gün yaka yaka bitirilecek: Bugünkü tüketim miktarlarının artış hızıyla gidildiğinde 2030’larda ‘BİTTİ’ levhası asılacak, elektrikler kesilecek, arabalar susacak.
Ayrıca yenilenebilir enerji kaynakları her yerde ve herkeste az veya çok mevcut. Bu kaynakların hemen her ülkede erişilebilir ve sürdürülebilir olması da çok cazip; bilhassa rüzgârın ve güneşin. Enerji bağımsızlığına giden yol yenilenebilir enerjiden geçiyor. Neyin eziyetini çekiyoruz o zaman? İşte kritik nokta da burası. Bugün elektriği evlere, işyerlerine dağıtarak kullanıyoruz. Araçlarımıza benzin, mazot doldurarak trafiğe çıkıyoruz. Doğal gazı veya kömürü kombilerde ya da kazanlarda yakıp ısınıyoruz. Neredeyse bir asırdır alıştığımız kaynaklardan enerji sağlanıyor. Altyapı, motorlar, istasyonlar, haberleşme sistemleri, jeneratörler, santraller herşey bu kirli kaynaklara göre tasarlanmış, imal edilmiş ve halen imal edilmekte. Tabii dünya ekonomisi de hem bu kirli kaynakların, hem de bunlardan üretilenlerin üzerine kurulmuş durumda.
Hükümetlerin millî politika, strateji, yol haritası gibi metotlar ortaya koyarak yenilenebilir enerjinin yaygın kullanımında başı çekmeleri şart. Zira yerleşmiş teknolojileri silmek bir yana, onlara rağmen yola çıkmak dahi çok zor.
Her ülke yenilenebilir enerji kanunu (YEK) çıkarıyor; bu yollardan elektriği üreten santraller için özel teşvik kredileri, vergi iadesi veya muafiyeti ve stratejik öncelikler uyguluyor. Üretilen elektriğe ise enflasyona endeksli cazip fiyatlarla uzun bir süre satın alma garantisi veriliyor. Almanya rüzgârdan elde edilen elektriği YEK kapsamına göre 20 yıllık bir işletme süresi içinde ortalama 6-9 ¢/kWh olarak satın alıyor. Üretim maliyetini 2 ¢/kWh kabul ederseniz, bu ciddi bir teşvik demektir!
Yenilenebilir enerji tesislerinin fiyatları teknolojik ilerlemeye paralel olarak hızla düşüyor. Özellikle rüzgârdan elektrik üretimi yüksek teknoloji gerektirmediği için her ülkenin altından kalkabileceği bir konu. Rüzgârın önündeki engeller ise, her ülkede bürokrasi ve sonrasında da mevcut şebeke ile entegrasyon; yani teknolojik problemler ön planda bile değil. Sırası gelmişken, 2004 kışında rüzgârın bambaşka bir avantajı daha yaşandı. İspanya ve Portekiz’de uzun süren soğuklarda rüzgârdan elde edilen elektrik olmasaydı, şebeke sistemi çökecekti. Kışın rüzgâr daha çok estiği için elektrik üretimi de artarak ısıtma ihtiyacından dolayı yükselen elektrik talebini karşılayabildi.
Rüzgâr santralleriyle elektrik üretimi en hızlı yükselen piyasalardan biri. Avrupa’da 2004 yılında kurulu kapasite 5,7 milyar avro cirolu bir pazarla %20 arttı. Norveç ise dünyanın en büyük rüzgâr santralini kuruyor. 1,5 milyar dolara mal olacak tesisin gücü 1400 MW olacak ve inşasına bu sene başlanacak. Türkiye’de rüzgâr santralı kurmak için 1,5 milyar avroluk yatırıma hazır otuzu aşkın firma var; ama bürokrasiden dolayı hâlâ başlayamadılar ve ek süre istediler. Şu anda parmak sayısını geçmeyen santral üreticisi büyük firma adedi ise (GE, SIEMENS, VESTAS, GAMESA, ENERCON,...) ileriki yıllarda rekabet doğuracak kadar tüketici lehine artacak.
Fotovoltaik enerji üretim uygulamasında ise artış yüzdesi sadece Almanya’da %60; 300 MW kurulu güçte toplam 100 bin kurulu tesis, güneşten elektrik üretiyor. Ekonominin her sahasında olduğu gibi son sözü tüketici fiyatları söylüyor. (Ama artık çevre kirliliğinin insan hayatını nereye götürdüğünün de bir bedeli tespit edilmeli ve fiyata dâhil edilmeli.)
Bize göre yenilenebilir eneji kaynaklarının ‘şimdilik’ yegâne handikapı birim üretim fiyatı. Tabii kurcalarsanız, tröstleşmiş enerji firmalarının stratejilerini de unutmamak lazım. Çünkü yenilenebilir enerji sayesinde enerji kaynakları birkaç devletin tekelinden çıkarılabilecek, “enerji fukaralığı” daha kolay ve basit yollardan giderilebilecektir.
İklim değişikliği 80’li yılların ortalarında başladı ve 90’larda yenilenebilir enerjiye geçildiği takdirde değişikliğin yavaşlatabileceği anlaşıldı. 2004’e gelindiğinde hâlâ ele avuca gelecek birşey yapılamadı; ama şu anlaşıldı ki, yenilenebilir enerji sistemi hem teknolojik, hem de ekonomik olarak “mümkündür”; hatta yenilenebilirlerin tek bir üyesi olan fotovoltaik veya rüzgarı kullanarak bile. Bugün ekim yapılan alanların %1’ini güneş gülleri ile kaplasak, dünya enerji ihtiyacını karşılayacak elektrik enerjisini güneşten üretebiliriz.
Böyle gelmiş, böyle gitmez, demenin zamanı geldi. Temel soru şu: %60’ı taşıma, %40’ı enerjide kullanılan petrolden yavaş yavaş kopabilecek miyiz?
İdeal bir enerji biçimi olmadığını kabul ediyoruz. Ancak risk, kargaşa ve belirsizliklere rağmen, kirli enerji kaynaklarından uzaklaşmak ve yenilenebilir enerji kaynaklarının lehine dünya çapında bir düzenlemeye gitmek şart.
Paylaş
Tavsiye Et