BİR kültürün, bahusus devletleşmiş, dolayısıyla millet olma vasfını kazanmış bir kültürün en önemli ayrımı, -Anlayış dergisinin Şubat sayısında da dile getirdiğimiz üzere- hesabı verilmiş bir theo-ontoloji’ye, başka bir deyişle, Varlık’a tamlık ve tutarlılığı olan, asıl’dan unsur’a, anlamlı, yekpare bir bakış’a sahip olmasıdır. Bu bakış, söz konusu kültürün mensuplarının içerisinde ihsasını, vicdanını ve idrakini barındırdığı evi’dir. Milletler bu ev içerisinde var-olur, ferdî, ictimaî ve siyasî hayatı kurar, yaşar, gerektiğinde aidiyetlerini var-kılan küre’yi korumak için ölürler.
Her milletin kendine has evini kurduğu maddî, manevî ve fikrî örgüleri mevcuttur. Bu üç örgü karmaşık-çapraz ilişkilerle birbirine eklemlenmiş, lehimlenmiş bir bütün’dür, bir yumak’tır. Her ne kadar birbirlerinden nihaî olarak ayrılamazlar ise de talimî tenbih maksadıyla hangi örgünün daha önemli olduğunu tebarüz ettirmek bakımından tarihî bir tahlil yapmak açıklayıcı olacaktır.
Tarih’te kimi milletler maddî vatanlarını kaybetmişler, ya sürülmüşler ya da kendi coğrafyalarında başka milletlerin tahakkümü altına girmişlerdir. İbranîler gibi sürülen ya da Çinliler gibi kendi coğrafyalarında başka milletlerin boyunduruğu altına giren kimi milletler varlıklarını sürdürmeye devam etmişler; kimileri ise yok olup gitmişlerdir. Bu şartlarda varlığını sürdürmeyi ya da yok olmayı hangi özellik belirlemiştir? Öte yandan kimi milletler başka milletlere göre fikrî açıdan geri kalmış, ancak varlıklarını sürdürebilmiş; fikrî bakımdan gelişkin bazı milletler ise daha zayıf olanlar karşısında yenilmişlerdir. Yine bu durumda da varolmayı veya yok olmayı hangi nitelik tayin etmiştir?
İbranîler’in hem maddî hem de fikrî bakımdan kendilerinden daha güçlü pek çok millete nisbetle sürekliliklerini korumaları, theo-ontolojik aidiyetlerini muhafaza etmeleriyle alakalıdır. Dünya’nın dört bir yanına dağılmış, ictimaî ve siyasî kurumlardan yoksun insanlar Tevrat’ı ve yorumlarını vatan kılarak, etraflarında kendilerini dağılmaktan alıkoyan bir manevî kalkan oluşturmuş; böylelikle varoluşlarını sürdürebilmişlerdir.
Güçlü bir ordu ile siyasî yapı kuran Moğollar, çok kısa bir zamanda ele geçirdikleri topraklarda eriyip gitmişlerdir. Tarih’te Alanlar ve Moğollar gibi yalnızca demir’e, Fenikeliler ve Soğdlar gibi yalnızca mal’a dayalı ictimaî ve siyasî örgütlenmeler kalıcı olmamış, bu örgütlenmelere mensub kültürler de yok olup gitmiştir. Daha köktenci bir dile getirişle, bir millet olarak Yunanlılar’ı uzun Osmanlı asırlarında sürekli kılan ne Platon’un ne de Aristoteles’in eserleriydi; tersine Papazların örgütlediği manevî dünyaydı. Gemistus Plethon, Osmanlılar karşısında tutunamayan Bizans’ı yeniden diriltmek için siyasî veya iktisadî bir program değil, Fatih Sultan Mehmed’in bile ilgi duyduğu ve okumak için tercümesini emrettiği kadim Yunan politheismini içeren yeni bir theo-ontoloji teklif etmişti.
Sorun bir tür Mutlak’a, Gaib’e, Kutsal’a veya Tanrı’ya inanıp inanmama sorunu değildir. Genellikle insanlar alt kültür seviyelerinde mitik, üst kültür seviyelerinde psikolojik bir inanca sahiptir. Ana sorun, hem söz konusu İlk-İlke, hem Var-olanlar hem de ikisi arasındaki ilişkiyi insanî-aklî bir çerçevede temellendiren teolojik bir inançtır. Öyleyse sorun yalnızca basit bir din sorunu değildir; tersine bir milletin, anlam-değer dünyası, başka bir deyişle maneviyat’ıdır. Tarih boyunca her türlü bela ve musibet karşısında varlıklarını idame ettiren milletler/kültürler maneviyatlarını koruyanlardır. Kültürler maddiyat (örn. maddî teknikler) ve fikriyat (örn. bilimler) bakımından benzer, hatta aynı olabilirler. Kültürler arası farkı yaratan maneviyattır; maneviyat kültürlerin yalnızca inançlarını değil, buna bağlı olarak duyarlılıklarını, hatta duygu durumlarını da belirler. İngilizler ile Almanlar arasındaki farkı yaratan, maddî teknik ile fikrî terkib değil manevî tespittir. İbn Haldun’un asabiyet kavramına içeriğini veren de kültürlerde varolan maneviyat, bunun da özü theo-ontoloji’dir.
İşte bu nedenlerledir ki, bir kültür, millet olarak dağılabilir, devlet olarak yıkılabilir, doğal toprağını/vatanını yitirebilir, siyasetini kaybedebilir; tüm bunlar zor da olsa geri alınabilir kayıplardır. Ancak maneviyatını kaybeden kültürler, milletler yalnızca yok-olmazlar hiçleşirler. Hiçliğe yuvarlanmış bir kültürün mensupları önce kendi içeriğinden, anlam-değer dünyasından iğrenmeye, tiksinmeye, en nihayet nefret etmeye başlarlar. Bu anlam-değer dünyasını taşıyan, din, dil, tarih, kısaca tüm manevî birikimlerden kurtulmaya çalışırlar. M.S. IV. yy.daki Tabgaçlar’da görüldüğü gibi, böyle bir kültürün yönetici eliti ile aydınları kendi kültür ve halklarını hor görmeye başlar; insan olmayı başka bir kültürü (Çin’i) taklid etmeye bağlar; öyleki, kendi halklarını Çinliler gibi giyinmeye zorlarlar. Kendi manevî içeriğini, anlam-değer dünyasını boşaltan bir kültürün vicdanını, duyarlılığını, duygu-durumunu koruması mümkün değildir; en nihayet bu boşluk başka bir anlam-değer dünyası tarafından doldurulur.
Bir kültürün maneviyatını, anlam-değer dünyasını, duyarlılığını, kısaca vicdanını koruyan, sürekli kılan, Din ile Dil’dir. Din ile Dil’ini kaybeden kültür, vicdanını kaybeder. Din en üst seviyede kendisini o kültürün theo-ontolojisinde ifade eder; Dil ise en üst seviyede o kültürün şiirinde dile gelir. Öyleyse, theo-ontoloji din’in, şiir ise dil’in özüdür. Din ile dili, theo-ontoloji ile şiiri bir araya getiren, vicdanı ahenkli, organik bir bütün kılan ise o kültürün musikîsidir. Theo-ontolojisi’nin derinliği kaybolan bir kültürün şiirinin de hassasiyeti zayıflar; doğal olarak böyle bir kültürün musikîsi de ahenk değil gürültü halini alır.
Bir kültürün anlam-değer dünyasına, vicdanına savaş, dinine, diline ve musikîsine saldırıyla başlar. Bu duruma tarih şahittir. Amentü’sü olan bir kültür emin’dir. Bu nedenle ideolojik saldırı doğrudan merkeze, emniyet sahibine, Emin’e yöneltilmiştir. Bursa’da 1409’da benzer bir saldırıya Süleyman Çelebî, Vesilet el-Necat (Kurtuluş Yolu) adlı eseriyle, yani şiir’le karşılık vermiş, Türkler bu şiiri musikî’ye dökerek ebedîleştirmiştir. Tarihte kaç millet sahip olduğu theo-ontoloji’yi şiirle ve musikiyle katıp karıştırmış; her ferdî doğum ve ölümde terennüm edebilmiştir. Türkler, theo-ontolojik sevgilerini öfke ile değil sükûnet ile şiire ve musikîye işlemiş; hüzünleriyle Mevlid’e can vermiştir. Mevlid’e hurafe diyenler, bu milletin dinine, diline ve musikîsi’ne zaten savaş açmışlardı; onların saldırıya verdikleri karşılık yani öfke şiddeti, Ölüm’ü doğurur; sevad-i a’zâm ise derin üzüntüsünü, hüznünü Doğum’a dönüştürür.
Sheaskpere’in Hamlet’in ağzıyla dediği gibi: “Dünya bir hapishane ve Danimarka da onun en karanlık yeri”.
Paylaş
Tavsiye Et