MUTLULUK, bir süredir psikoloji biliminin ilgisini çeken bir kavram. Yapılan araştırmalar, kişi başına düşen millî gelirin yoksulluk sınırından orta halli yaşam düzeyine yükselmesiyle birlikte, zenginliğin mutluluk üzerindeki etkisinin azaldığını gösteriyor. Dolayısıyla, Japonya Polonya’dan on kat daha zengin olmasına rağmen, Polonya’da da en az Japonya’daki kadar mutlu insan bulunuyor. Bu durumu, aynı ulusun zaman içindeki zenginleşmesini dikkate aldığımızda da görüyoruz: Amerika’da zenginlik 40 yıl içinde 5 kat daha artmış olmasına rağmen, bunun insanların mutluluğu üzerinde anlamlı bir etkisi olmadığı görülüyor.
Peki para değilse, mutluluğu sağlayan şey ne? Mutluluğu sağlayan en önemli etken; yakın sosyal ilişkiler. Öznel iyilik hissini, diğer insanlara duyduğumuz bağlılıktan daha çok devşiriyoruz. “Mutlu olmak”la toplumsal bağlılık, bağlanabilme, dostluk kurabilme arasında bir ilişki var. Bir başka deyişle “kalpten kalbe bir yol vardır” ve işte o yol, insanları ‘mutlu’ eder.
Son yıllarda yapılan bazı sosyal psikoloji çalışmalarında, maddî refahtaki artışın öznel iyilik hissini beraberinde getirmediği vurgulanıyor. Hatta tam tersine, günümüzde mutluluk ve esenlikte kayda değer bir azalmanın yaşandığı iddia ediliyor. Yaşantımıza dair pek çok seçim ile karşı karşıyayız; bu hepimiz için aşırı bir yük. Ayrıca hazır bir kimliği benimsemek yerine, modern dünyada artık kendimize yeni bir kimlik yaratmak veya keşfetmek durumundayız.
Artan refah ve özgürlüğe karşın, günümüzde bir bedel olarak, sosyal ilişkilerimizin niceliğinde ve niteliğinde bir azalma yaşıyoruz. Daha çok kazanıp, daha çok harcıyor; fakat diğer insanlarla daha az zaman geçiriyor; gittikçe yalnızlaşıyoruz. Yakın ilişkilerin oluşması zaman ve emek ister. Oysa zaman, mutlak biçimde sınırlı bir kaynaktır. Teknoloji zaman kazandıran icatlar yapadursun, zaman ile ilgili sınırlılıklarımız giderek artıyor. Modern uygarlık, “eşyadan yana zengin, zamandan yana yoksul” bireyler üretiyor.
Anlamlı sosyal ilişkiler kurmak ve sürdürmek, arzu etmesek bile, bu ilişkiler tarafından sınırlanmayı kabullenmemizi gerektirir. İnsanlara bağlandığımızda seçeneklerimiz sınırlanır. Canımız her istediğinde çekip gidemeyiz; hesap vermemiz gereken bir merci ve sorumluluk hissettiğimiz insanlar vardır. Ekonomik pazarda kişiler tatmin olmadıklarında, terk etmeyi, bırakıp gitmeyi tercih ederler: Eğer bir lokantanın hizmetinden memnun kalmazsak, bir daha oraya gitmeyiz ve sorun biter. Günümüzde bu “kullan-at” kültürü insan ilişkilerine de sirayet etmiş olmakla birlikte, sevdiklerimizi, dostlarımızı, sorun çıktığında, öyle bir lokantayı terk eder gibi kolaylıkla terk edemeyiz; tam tersine sıkıntılarımızı dillendirmek, sorunları çözmek için çabalamak gerekir. Çabalarımız sonuçsuz kalsa da, denemeye devam ederiz. Terk etme ve bırakıp gitme, en son başvurulacak çözümlerdir.
Hayatın her alanında gittikçe daha çok seçim fırsatına sahip olmak, aslında fark ettiğimizden daha çok kaygı yaratıyor. Seçmek zorunda kalmak bazen iradeleri felç ediyor; bolluk, seçmeye harcanan mesaiyle yakın insan ilişkilerinden çalıyor. Böylece özgürlüğün köleliğine yakalanmış oluyoruz. Aralarında seçim yapabileceğimiz o kadar çok şey var ki, insan olmaya ayırdığımız zaman azalıyor. Seçme şansı çok, ama mutluluk az.
Bilge romancı Soljenitsin, “ele geçirerek değil, ele geçirmeyi reddederek” insanlığa ulaşabileceğimizi söylüyordu. Hep daha fazlasına ulaşmak için çabalamak yerine, sahip olma yarışından çekilerek, paylaşarak, vererek... Türkçe Geo’nun ikinci sayısındaki, “vazgeçmeyi bilenler” başlıklı dosyada yer alan söyleşisinde dolar milyoneri Zell Kravinsky, “evsizler varken, kimsenin iki eve sahip olmasına gerek yok” diyordu. “İnsanları sevmek genellikle ailede başlar, derler. Ama bence genellikle ailede de bitiyor.” İnsanların yalnızca kendilerini, aile ve yakın çevrelerini düşündüğü bir dünyada, varlığının önemli bir kısmını yoksullara ve tıbbî araştırmalara bağışlayan kahramanımız, bununla yetinmemiş, bir de böbreklerinden birisini herkesin şaşkın bakışları altında siyahî bir hastaya vermişti.
Dünyayı bir cehenneme çeviren küresel tamahkârlığa rağmen kâinat, karşılıklı mücadele kadar karşılıklı yardımlaşmaya da tanıklık eder. Birimizin mutluluğunun hepimizin mutluluğuna bağlı olduğu yolundaki ahlakî duygu ile insan oluruz. Hopi Kızılderililerinde çocuklara en yüce değerin “iyi bir Hopi yüreği”ne sahip olmak olduğu öğretilirmiş. Bu etos, diğerlerine güvenmeyi ve saygı duymayı, herkesin hak ve iyiliğini gözetmeyi emreder. Tıpkı bizim geleneksel kültürümüzde olduğu gibi, iç huzurun; vermek, paylaşmak ve dünyanın “mahrem macera”sında yoldaşlık etmekte bulunduğunu öngörür.
Modern dünyada dikkate almamız gereken seçenekler artmıştır ve reddettiğimiz seçenekler, tüm albenileriyle bize uzaktan göz kırpmaya devam etmektedir. Aklımız onlarda kaldığı için, seçmiş olduğumuz şeyden sağladığımız doyum azalmaktadır. Seçmediğimiz alternatifleri ve onların muhtemel getirilerini zihnimizden atamadığımız için, seçtiğimiz şeyle ilgili yaşayacağımız doyum, seçmediklerimizin özlemiyle hayal kırıklığına yol açar.
Pek çok seçeneğe sahip olmanın bizi tedirgin etmesinin bir nedeni de, tercihlerimizin artık tamamıyla bizim sorumluluğumuzda olmasıdır. Başarılar da başarısızlıklar da artık imkânlarla değil, bizim seçim ve kararlarımızla ilişkilidir. Dolayısıyla muhtemel başarısızlıkların tek sorumlusu biz oluruz.
Verdiğimiz kararların bizi hayal kırıklığına uğratmasının bir diğer nedeni ise, adaptasyon dediğimiz süreçtir. Haz duyduğumuz şeylere alışırız ve onlar böylelikle birer haz kaynağı olmaktan çıkar. Adaptasyon yüzünden, olumlu deneyimlerden aldığımız haz, sürekli değildir. Daha da kötüsü insanlar sıklıkla bu gerçeğin farkına varmaz, yani eninde sonunda adaptasyon sürecinin işleyeceğini ummazlar. Hazzın ve zevkin zamanla azaldığını görmek sıklıkla beklemediğimiz ve hoşnut olmadığımız bir sürpriz olarak karşımıza çıkar.
Modern hayatta deneyimlerimizden aldığımız tatminin azalmasının nedenlerinden biri de kendi yaşantılarımızı kıyaslayacağımız şeylerin bolluğudur. Ve seçeneklerdeki çokluk bu tatminsizliğe katkıda bulunmaktadır. Maddî ve sosyal şartlarımız geliştikçe kendimizi kıyasladığımız standartlar da değişmektedir. Haz duygusunun referans noktası arttıkça, beklentilerimiz ve hayallerimizin çıtası da yükselir. Seçeneklerin artması kaçınılmaz biçimde beklentilerin de artmasına neden olmaktadır.
Modern dünyada istenmeyen, hayal kırıklığı yaratan her seçim, hatta umulduğu kadar haz vermeyen her olumlu yaşantı bile, kişinin kendi kendisini suçlamasına yol açmaktadır. Kişi, tercih etmediği imkânlar ve kaçırdığı fırsatlar yüzünden pişmanlık duymakta, refah ve bolluğun ortasında mutsuz ve tatminsiz kalmaktadır. Modern dünyada klinik depresyonun bu kadar yaygınlaşmasının önemli nedenlerinden birisi de budur.
Hayatı sadeleştirmek gerekiyor; basit yaşayan insanlar, kanaat edebilenler, ele geçirmeyi reddedenler, kendilerini sınırlandırabilenler bir adım önde yürüyor. Onlar, nadide sarı laleler gibi, ışıltılarıyla dünyayı güzelleştiriyor.
Paylaş
Tavsiye Et