ANLAYIŞ’ın Temmuz sayısında son birkaç yılda Türkler üzerine kaleme alınan roman ve popüler tarih kitapları üzerinde durmuş, son aylarda sayıca hızla artan Türklük kitaplarının ne anlama geldiğini sorgulamıştık. Bu sefer sıra popüler Osmanlı kitaplarında... Başlamadan evvel belirtmek gerekir ki, son yıllarda Osmanlı tarihi ve kültürü üzerine ilmî ciddiyetle kaleme alınmış yayınların da sayıca arttığını gözlemliyoruz. Fakat bu yazıda İlber Ortaylı gibi akademisyen tarihçilerin ya da tarihçi olmamakla beraber yine de akademik bir ciddiyetle eserini kaleme alan Murat Belge gibi yazarların son yıllarda yayımladığı kitapları konu edinmeyeceğiz. Son üç yıl içerisinde tarihçi olmayan yazarlar tarafından popüler bir dille kaleme alınmış 20’den fazla kitap yayımlandı. Bunlardan 16’sı ise son birkaç ay içerisinde piyasaya çıktı: Dön Bir Bak Maziye: Osmanlı Tarihi Anekdotları (2006), Başımıza Gelenler: 93 Osmanlı-Rus Harbi (2006), Osmanlılar: Yönetim ve Strateji (2006), Pan-İslamizm: Osmanlının Son Umudu (2006), Osmanlı’nın Son Öyküsü (2006), Çocuklar ve Gençler İçin Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi (2006), Osmanlı’da Kültürel Hayat (2006), Osmanlı İmgeleminde Avrupa (2006), Osmanlı Çağı ve Sonrası (2006), Osmanlı’dan Avrupa Birliği’ne (2006), Rüyadan Devlete: Osman Gazi (2006), Osman Gazi’den Vahdettin’e Osmanlı Kronolojik Tarihi (2006), Osmanlı Geriledi mi? (2006), Biz Osmanlıyız (2006), Sorularla Osmanlı İmparatorluğu (2006), Zaferlerimiz: Selçuklular ve Osmanlılar Devri (2006), Osmanlı’nın Hayaleti (2005), Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü (2005), Modern Zamanlarda Osmanlı’yı Aramak (2005), Osmanlı’nın Kayıp Atlası (2005), Osmanlı: İnsanlığın Son Adası (2005), Osmanlı’ya Hasret Topraklar (2005), Ölüme Giden Yolda Üç Osmanlı (2005), Muhtasar Osmanlı Tarihi, 1299-1922 (2005), 500 Yıllık Osmanlı Mutfağı (2005), Kır Zincirlerini Osmanlı (2004).
Başlığında ‘Türkler’ geçen kitapların sayısındaki artışa paralel olarak, başlığında ‘Osmanlı’ geçen kitaplar da sayıca inanılmaz derecede artmış görünüyor. Söz konusu yayınları ele alırken sormamız gereken bazı temel sorular var: Birincisi, bu kitaplar niçin yazılıyor? Bu sorunun iki cevabı var: Ticarî kaygılar ve yıkılan özgüveni tazelemek. Bu kitaplar çok sattığı için, yayınevleri Osmanlı konulu kitaplar yayımlayarak ekonomik açıdan ayakta kalabilmeyi hedefliyor. Bir diğer sebep de, tarihî sürekliliğimizi kaybettikten sonraki kültürel yozlaşmanın 90’lardan sonra had safhaya varması. Bugün özellikle genç nüfus, “Ben kimim?” sorusunun cevabını vermekte zorlanıyor. Bu soruya verilen cevaplar arasında ise hiçbir tutarlılık bulunmuyor. Cevaplar arasında tutarlılığın olmadığı bir yerde bütünlükten de bahsedilmesi güçtür. Bugün kendimize dair sorularımız ve cevaplarımız belirsizlikler yumağı hâline getirildiği için, ortada ne birbirimizi sahiplenmek için esaslı bir sebep kalıyor, ne de dışarıdan gelen tehditlere karşı kuvvetli (birlikli ve dirlikli) bir duruş sergileyebiliyoruz. Türklerin kültürel kodları sayılabilecek diğerkâmlık, paylaşma, kıymet bilme, fedakârlık, vb. hasletlerin, yerini gün geçtikçe benmerkezci ve aldatmaya dayalı bir kültürel rejime terk etmesi, birbirimizi sahiplenmeyişimizle yakından ilgili.
Dünyadaki iktisadî ve siyasî gelişmelere baktığımızda manzara iç açıcı değil: Baskıcı bir idare tarzıyla dünyayı hizaya sokmayı hedefleyen bir küresel güç, o küresel gücün desteğiyle devlet terörü uygulayarak Ortadoğu’yu cadı kazanına çevirmekten çekinmeyen bir İsrail, ekonomik anlamda yükselen (dolayısıyla siyasî anlamda da güç kazanan) bir Asya. Bu üçgenin ortasında bulunan Türkiye’nin bu gelişmelerden etkilenmemesi düşünülemez. Türkiye merkez ülke olarak üçgeni etkileyebilecek güce sahiptir; fakat tarihî misyonundan uzaklaştığı ölçüde “Bermuda şeytan üçgeni”ne yakalanması da muhtemeldir. Küreselleşmeyle birlikte oluşan kültür bütün bir dünyayı tesiri altına almışken, Türkiye bu tesirden diğer ülkelere nazaran daha olumsuz yönde etkileniyor. Çünkü küresel kültürü kendi açısından yorumlayabileceği, hatta belli doğrultuda dönüştürebileceği enstrümanlara sırt çevirmiş durumda. Unutulmamalıdır ki, zaferler ordularla kazanılsa bile hâkimiyetin sürmesi halklara bağlıdır. İşte bu sebepten dolayı, söz konusu ‘Osmanlı’ kitaplarının, kesişmeyen soru ve cevaplarımızı belli bir ölçüde tarih dairesinde buluşturmayı amaçladığı da ileri sürülebilir.
Bu noktada belirecek ikinci soru şudur: Mezkûr kitaplar hangi üslûpla kaleme alınıyor ve benimsenen üslûp neyi hedefliyor? Bu kitaplar, çoğunlukla hamasî bir dille kaleme alınıyor. Vakıalar sistematik ve detaylı bir şekilde aktarılmaktan uzak, anlatının bir parçası hâlinde gerekli görüldüğü kadar değinilen yardımcı unsurlar olarak kullanılıyor. Fakat bu, vakıalar arasındaki ilişkilerin mukayeseli bir analizinin sunulduğu anlamını da taşımıyor. Benimsenen bu üslûbun neyi hedeflediğine gelince: Üslûp, kitap okumaktan nefret eden ortalama Türk insanının ‘okuyabilmesini’ hedefliyor, bu sebeple de coşkulu ve konuşur gibi bir ifade tarzı benimseniyor. Peki, bu yayınlar günümüz toplumu için ne ifade ediyor? Tarihçi İlber Ortaylı’ya göre, bu kitaplar toplumdan gelen bir talebin göstergesi sayılmalı. Toplum, artık benlik bilincini koruyabilmek için kendi tarihini tanımak yönünde bir ihtiyaç hissetmeye başladı ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yılı kutlamaları ile başlayan “bu ilgi, kuru bir hamaset çizgisini geçti; anlaşılan, toplumsal düşüncenin ve yorumlamaların tekâmül etmesi dolayısıyla ‘Osmanlı İmparatorluğu nedir? Bu imparatorluğun kurumları nelerdir? Yaşam şekli nedir? Bizim için anlamı nedir?’ gibi sorulara cevap aranmaya başlandı.”
Bir tarihçi gözüyle Ortaylı’nın yaptığı bu tespit doğru olsa bile, popüler Osmanlı anlatılarını okuyan insanların, tarihlerine sağlıklı bir şekilde yöneldiklerini söylemek o kadar da kolay değil. Öyle olsa dahi bu yöneliş ne ölçüde gerçekleşiyor? Kitapların bilgilendiricilik vasfı hangi seviyede? Yoksa sadece anlık övünmelerle göğsü kabaran ama kısa bir süre sonra ‘iddialarından’ vazgeçip kurulu yapıya teslim olan bir okur tipiyle mi karşı karşıyayız? Doğrusu bu sorulara net cevaplar vermek mümkün değil, cevabın ne olduğunu zaman gösterecek. Ancak ortada olan bir gerçek var ki, o da resmî ideoloji tarafından seksen küsur yıldır “Eskiyi at, yeniyi tut!” denilerek kötülenen ve reddedilen ‘kurgu’ Osmanlı temsillerinin artık rafa kalkmış (daha doğrusu raflardan düşmüş) olduğu ve 600 yıllık bir imparatorluk tecrübesinin iyi tahlil edilmesinin gerekliliğinin her seviyede anlaşılmaya başladığı...
Paylaş
Tavsiye Et