Sanatçının Dünyası
BELİRLİ bir toplumda egemen anlatıları tehdit eden yeni fikirlerin ortaya çıkması ve yerleşik edebî sembolik düzeni sarsması, hiçbir zaman sadece edebî üretim alanının sorunları içinde kavranamaz. Bir edebî eserin öncelikle içinden çıktığı “edebî sosyal alan”ın, otorite(ler) ve “aşkın kurumlar”la girdiği ilişkilerin nesnel düzeni anlaşılmak zorundadır. Burada Jean Paul Sartre, Fyodor M. Dostoyevski, Namık Kemal, André Gide, Franz Kafka, Nazım Hikmet gibi yazarların eserleri, mevcut otoritenin tesis ettiği itaat ilişkilerini tartışmaya açma biçimleri açısından örnek verilebilir. Yerleşik toplumsal ilişkiler zemininde edebî üretim yapan sanatsal fail, içinde bulunduğu edebî-sosyal alandaki konumu ile mevcut otorite arasındaki ilişkileri yeniden tanımlayan ve üreten bir ‘yorumcu’ konumuna yerleşir. Bu konumun düzeyleri, yazarın eserini ürettiği edebî alanda otoriteye ve sembolik düzenle kurduğu ilişkilere göre şekillenir. Bu anlamda Necip Fazıl, Nazım Hikmet’in; Kemal Tahir, Yaşar Kemal’in; Garip ve İkinci Yeni, hecenin ve aruzun karşıtıdır.
Estetik tecrübe, aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir tecrübedir. Estetiğin ve zevkin kategorileri tarihseldir. Hiçbir edebî eser veya estetik yargının anlamı, saf bir felsefî okuma sonucu ortaya konulamaz. Her eser bir toplumsal mesafe aracılığıyla ortaya çıkar ve bu mesafenin bir ifadesidir. Bakış da zevk gibi, toplumsal olarak oluşur. İsyankâr bir yazar, bir estet, bir şair, bir yönetmen içinde bulunduğu yerleşik otorite ilişkileri düzeniyle sanatsal üretim alanındaki konumu ve kendi edebî tutumuyla diğer edebî faillerin tutumları arasındaki ilişkilerin diyalektiği üzerinde eserini üretir. Yazarın kişisel alışkanlıkları ve fikrî tutumları, içinde yaşadığı toplumun göreneklerini doğallaştırma eğiliminin düzeyiyle şekillenir. Etrafındaki dünyayı doğal sayma, her birey açısından, temel bir sosyal tecrübedir. Bu temayül arttıkça, bakış açıları kemikleşir ve kişisel kanaatler bir tahakküm aracına dönüşür. Wittgenstein’ın “Yorum yapmıyorum, çünkü şu anda var olan görüntü içinde kendimi çok rahat hissediyorum” sözü, bu doğallaştırma duygusunun net bir ifadesidir. Modern sanatlarla iştigal eden aydınlar, bu doğallık duygusunu yerinden etme, farklılığı ve çok sesliliği ortaya çıkarma ve toplumsal hayatın çok-anlamlılığını inşa etme gibi faaliyetlerin aktörleridirler. Edebi üreticiler, doğallaştırma ve yerinden olma tecrübesini benzer anlarda idrak eden insanların anlam arayışlarının tayini ve hâkim sembolik düzen konusundaki sırların açığa çıkması ve yeniden gizlenmesi için gerekli olan estetik doyumsuzluğu da yeniden üretirler. Böylece zevkin ne olduğu, edebî üretimde bir cevap olduğu kadar, aynı zamanda hep bir soru olarak kalır. Pierre Bourdieu’nün bu çözümlemelerinin izinden gidildiğinde şu ilkenin belirginleştiği görülür: Yazar, katkıda bulunduğu edebî alan içinde üretir ve onun aracılığıyla kendisi de üretilir.
Godot’yu Beklerken
Nobel Vakfı, 2006 Edebiyat Ödülü’nü; “ülkesinin melankolik ruhunun izini sürerken, kültürlerin çatışması ve kesişmesini anlatmak için yeni semboller üreten” Orhan Pamuk’a verdi. Bu resmî açıklamanın, Pamuk’un edebî kişiliğinin belirgin olarak altını çizme amacında olduğu görülüyor. Bu ödülün verilme nedeni, ödülün verilmesinin nedeni olduğuna inanılan saiklere gösterilen tepkilerin düzeyine ve edebî üretimle siyasi angajman arasında oluşan sorulara, sanatçının dünyasının ve otorite bağlantılarının ışığında bakıldığında daha açık görülür. Sanatçılar için kendilerine büyük ödüller verilerek kabul görme hazzı, günümüzde estetik modernliğin çıtasını gösteren önemli kurallardan birisi olmuştur. Türk edebiyat çevrelerinin uzunca bir süredir “Godot’yu bekler” gibi beklediği bu ödülün Türkiyeli bir yazara verilmiş olması, Godot sendromunun bitmesine de vesile olmuştur. Bu çevrelerin yaşadığı güvensizlik duygusunun ve bu ödül aracılığıyla kabul görmüş olma fikrinin sebepleri ise ayrıca ele alınması gereken bir noktadır.
Öncelikle vurgulanması gereken; Orhan Pamuk’un her türlü eleştirel kayıta rağmen, Türk edebiyatının en önemli birkaç yazarından birisi olduğudur. Uzun yıllardır aday gösterildiği bu ödülü almış olması, yine her türlü önyargıdan uzak biçimde bakıldığında, muadillerine kıyasla hak ettiği bir şeydir. Nobel Edebiyat Ödülü’nün dünya çapında etkili olmuş yazarlara verilen en prestijli ödül olduğu da eleştiri yapılırken özellikle akılda tutulmalıdır. William Faulkner, Gabriela Mistral, W. B. Yeats, Samuel Beckett, Albert Camus, John Steinbeck, Octavio Paz, Günter Grass gibi onlarca büyük edebiyatçı bu ödülün sahibi olmuştur. Bu bakımdan Pamuk’un ‘klasman’da çok önemli bir başarı gösterdiği söylenebilir. Fakat zaman zaman ödülün dağıtımında (özellikle Nobel Barış Ödülü’nde) Batı dışından yazar ve aktivistlerin seçiminde belirgin bir şekilde gösterilen ‘özen’ de özellikle dikkate değerdir. Bu minvalde V. S. Naipaul gibi kaba oryantalist ve ırkçı bir yazarın da bu ödüle layık görülmüş olması hayretleri muciptir (Orhan Pamuk’un Naipaul’nun eserlerinin Türkçe baskılarına yazdığı önsözün nasıl anlaşılması gerektiği de bir başka sorundur). Aynı şekilde Nobel Barış Ödülü’nün Rus yazar Alexander Soljenitsin’e Gulag Takım Adaları münasebetiyle verilmesi de, ödüllerin siyasi içeriğini belirgin bir şekilde gösteren bir diğer örnektir. Yaşadıkları dönemde ödüle layık görülmeyen Nikos Kazancakis, Halil Cibran, Thomas Bernhard, Cengiz Aytmatov, J. L. Borges, Furuğ Ferruhzad gibi bazı yazarlar ve ödüle layık görülmesine rağmen almayı reddeden J. P. Sartre’ın durumları da ayrıca zikredilmelidir. Türkiye açısından bakıldığında, Nazım Hikmet’e en çok tanındığı dönemde bu ödülün verilmemiş olması da ödüllerin seçiminde Batı-merkezci ve çoğunlukla da oryantalist siyasi konjonktürün belirleyiciliğine bir örnek olarak gösterilebilir. Naipaul’ya layık görülen ödül, Nazım Hikmet’e, Gandhi’ye veya Muhammed İkbal’e layık görülmemiştir. Aynı şekilde bu ödülün Henry Kissinger’a verilerek Şili Eski Devlet Başkanı Salvador Allende’ye adeta hakaret edildiği de unutulmamıştır. Yine de bu tür kanıtlar ödülün dağıtımına dönük geliştirilen paranoyaların genelleştirilmesini haklı kılmaz.
Orhan Pamuk Olayı
Orhan Pamuk’un bir İsveç gazetesine vermiş olduğu, “Türkiye’de 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü” demecinin bu ödülün ona verilmesindeki ana neden olduğuna inanan Türkiye kamu efkârı, ödülün dağıtımındaki siyasi içeriğe odaklanarak bu durumu kendisine yapılan bir hakaret olarak algılamaktadır. Pamuk’un buradaki durumunun Avusturyalı yazar Thomas Bernhard’a benzediği söylenebilir (Bernhard’ın bir eserinin Türkçe basımının önsözü de Pamuk’a aittir). Zira Bernhard’ın Avusturya toplumuna ve Katolik kültüre yönelik sert eleştirileri onun da uzunca bir dönem yargılanması ile sonuçlanmıştı. Bernhard ile Pamuk arasındaki diğer bir ortak nokta ise iki nostaljik toplum olan Avusturya ve Türkiye’nin birbirine benzeyen kültürel miraslarıdır. İki imparatorluğun yıkılması sonucu oluşan bu ülkelerdeki benzer kültürel gelgitlerin ve özgüven parçalanmasının Pamuk ve Bernhard gibi yazarların melankolisini perçinlediği söylenebilir. Her iki yazarda da kendi ‘toplum’larına karşı ortaya çıkan öfkenin, bu mirası tecrübe etme biçimleriyle doğrudan bir ilgisi vardır. Pamuk’un sözleri sonucu gelişen yargılanma sürecinde patlayan denetimsiz hınç, ona verilen ödülle cezalandırıldığını düşünen kesimlerin “aşırılıkları sabitleme” eğilimini sürdürdüklerinin de bir işaretidir. Ödülün Pamuk’a hangi nedenle verildiği Nobel jürisinin bir tasarrufudur. Türkiye’de tartışılması gereken ise Pamuk’un edebî değeri olmalıdır. Pamuk’un bu ödül dolayısıyla Türk edebiyatının en önemli ismi olduğu söylenemese de, en önemlilerinden birisi olduğu şüphe götürmez. Dikkat edilmesi gereken; Türk edebiyat alanının gelişimi açısından bu ödülün ne anlam ifade ettiğidir.
Batı edebiyat dünyasının en çok ilgi gösterdiği fikirlerin başında Doğu-Batı diyaloğu motifi gelir. Bu, zamanla öyle bir hal almıştır ki, Batı dışından yazan yazarların nitelikleri bu diyaloğa yaptıkları katkılar açısından değerlendirilir olmuştur. Batılı yazarların bu konuda yeterliliklerinden söz açılmazken, Batı dışından yazarlar bu kovaya su taşıdıkları ölçüde kıymet görür olmuşlardır. Orhan Pamuk’a verilen ödülün resmî açıklamasında altı çizilen “ülkesinin melankolik ruhunun izini sürerken, kültürlerin çatışması ve kesişmesini anlatmak için yeni semboller üreten” ifadesi bu durumu özetlemektedir. Pamuk’un otobiyografik anlatısı olan İstanbul’u öne çıkaran Nobel jürisinden, bu eserin Ahmet Hamdi Tanpınar ya da Abdülhak Şinasi Hisar gibi İstanbul’u anlatan yazarların mirasına yaptığı katkıyı belirtmelerini beklemek elbette ki abesle iştigal olur. Fakat unutulmaması gereken nokta, bir zamanlar küçümsenen bu yazarların üzerine düşündükleri konulara Pamuk ve diğer çağdaş Türkiyeli yazarların geri dönmüş olmalarıdır. İsmet Özel’in tespitiyle, günümüz Türk edebiyatı Ahmet Hamdi Tanpınar’a gerilemiştir. Tanpınar’ın en azından Doğu-Batı gerilimine ilişkin fikirlerine geri dönülmesi, günümüzün siyasal konjonktüründe başka bir önem kazanmıştır. Batı dışındaki yazarlara bu konuda yeniden duyulan ihtiyacın kaynaklarının da doğru anlaşılması gerekmektedir. Dil zevki açısından ise Türk edebiyatı henüz Abdülhak Şinasi Hisar’ın mirasına yaklaşamamıştır bile. Turgut Uyar, Ahmet Muhip Dranas, Cahit Zarifoğlu gibi şairlerin estetik tecrübelerinin yeterince sindirildiği bile söylenemez. Orhan Pamuk’un ve diğer sanatçıların eserleri, çağdaş Türk şiir ve roman sanatında bir açılımın değil bir daralmanın alanında oluşmuştur. Hatta günümüzde hafızasızlık sorunu üzerinden yapılan sanatsal üretimlerin artması, bizzat Türk aydınlarının hafızasızlığının farkına varması olarak görülmelidir. Toplumsal sorunların eleştirisinin en etkili araçlarından birisi olarak sanat ürünleri, toplumsal hafızanın diyalojik olarak (diyalog zemininde) örgütlenmesi açısından vazgeçilmezdir. Bu diyalog, hiçbir ‘ses’in en küçük bir şiddet bile uygulamadığı bir “açık diyalog” olmalıdır.
Paylaş
Tavsiye Et