MODERN dönemlerde insan hayatının yaşadığı dönüşümle ilgili önemli iki düşünürün çalışmaları ilginç başlıklara sahip. Theodor Adorno’nun Minima Moralia (Asgarî Ahlak) isimli eserinin alt başlığı, Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar: Nazi tiranlığına yol açan kültürel ve sosyal unsurlar, kapitalist çalışma piyasasındaki insan dramları, psikanalizin meşrulaştırıcı modern rahipliği ve seçilmiş araçlar aracılığıyla sakatlanan insan hayatı. Zygmunt Bauman ise postmodern ahlak denemeleri geliştirmeye odaklandığı çalışmasına Parçalanmış Hayat ismini vermiş: Birbirine teğet geçen hayatların, sonsuz bir göçebelik içinde deveran eden insanların bağlarından kopmuş ruhları, turizmin rehberliğinde yapılan seküler hac ziyaretleri, ruhun ahenginden koparılmış çaresizliği, dağılan bir şahsiyet. Başlıkların vaat ettiği açıklamaları eserlerde fazlasıyla bulmak mümkün. Her iki çalışma da, modernliğin ahlakî bunalımlarının ve akıl aracılığıyla hayatın parçalanmasının güçlü tasvirleri ile dolu. Son yıllarda benzer pek çok çalışma kaleme alındı. Pierre Bourdieu’nün derlediği Dünyanın Sefaleti, André Gorz’un Yaşadığımız Sefalet, Richard Falk’un Yırtıcı Küreselleşme…
Ne Gülüyorsun! Anlattığım Senin Hikâyen
Dr. Faust’un trajedisi devam ediyor. Küresel finans çağı, ruhun satılması karşılığında insana özgürlük ve mutluluk vaat ediyor. Milyonluk şehirlerde yaşayan insanların, bu yapıya hayat veren temel öğe olan paraya bağımlılıkları, aşkın bir iktisadî metafizik tarafından yönetiliyor ve üretiliyor. Hayatın temel süreçleri borsalar tarafından yönlendiriliyor. İşlemlerle şişirilmiş borsalar emrediyor, ‘en anlamlı insan faaliyeti’ olan siyaset ise yapıyor. Sosyolog Simmel bundan yüzyıl önce paranın, metropollerin genişlemesinin itici ve öncü gücü olduğunu ve insanların karakterlerini, psişik süreçlerini derinden dönüştüren etkilerini belirlemişti. Sosyal hayat, bir yüzyıl içinde, paranın bütünüyle çevrelediği bir hâleye hapsolmuş duruma geldi. Hayat alanları, paranın üstlendiği roller aracılığıyla görsel teknolojinin, şahsiyet aşındırıcı plastik cinselliğin ve vurdumduymaz eğlence araçlarının tutsağı oldu. Başkasının acısı insanları itiyor, sevinçler paylaşılamayacak kadar çiğleşiyor. Aynı evi paylaşan insanlar ise birbirlerinden habersiz bir halde yaşamaya alıştılar. Evler yuva olmaktan her geçen gün uzaklaşıyor. Teknoloji her şeyi görsel bir metafiziğin içine alıyor/dönüştürüyor. Ahengi bozulan ‘site’nin, iç sesi körelen insanların çaresizliklerinin yanı başında mitleştirilen mutluluk idealleri sürüp gidiyor. Tüm bu yaşananlar karşısında çaresiz kalmış bir psikiyatri var. Hayat dünyası, Habermas’ın tespitiyle, monetarist düzen tarafından kolonize edilerek parçalanıyor. Dönüşümün derinliğini anlamak için en uygun örnek ise, yaşanan durumu eleştirmenin, hiçbir karşılığı olmayan süflî bir iş olarak değerlendirilmesidir. Varolan duruma bir isim bulmak gerekirse, herhalde ‘global şahsiyet krizi’ demek en uygunu olurdu.
Tarihin her döneminde olduğu gibi, günümüzde de hiyerarşi piramidinin tepesinde ‘güç’ görünecektir. Fakat günümüzde gücün muhtevası nicelik ve para tarafından ele geçirilmiştir. Bireyler parayı seçiyorlar, tabiî olarak; çünkü ayakta durmak ve hatta hükmetmek istiyorlar. Para daha çok parayı, güç daha çok gücü talep ediyor. Niyetler, başat değer tipi olan para isteğinin hastalıklı biçimleri ile yapılandırılıyor. Alışkanlıklar egoizmin iptidaî biçimleri ile meşrulaştırılıyor. Bu anlamda da, yeni bir topluma geçiliyor; yani postmodern topluma veya moda tabirle imparatorluk çağına. Her şeyin mubah olduğu, bir başka deyişle otoriteleri korumak adına daha suç ortada yokken ‘önleyici müdahaleler’in her türlü ahlakı geçersiz kıldığı bir ahlak-ötesi topluma geçiliyor. Burada Srebrenitsa hatırlanabilir; unuttuk deniyorsa Felluce’ye bakılabilir veya Guantanamo’nun bütün hukuk ilkelerini çiğneyen ahlak-ötesi mahkemesine. Yaşadığımız çağ, Stjepan G. Mestrovic’in Duyguötesi Toplum’da belirlediği yeni birey tipinin, meşruiyet ötesi egemenlik varsayımları ile işlenen katliamların mekanikleştiği bir çağ. Piyasaların selameti veya küresel imparatorluğun kudreti için her türlü ‘önleyici müdahale’nin devreye sokulması, insanlığın binlerce yılık kazanımlarını tehdit ediyor. Aynı önleyici müdahaleler, Afrika toplumlarının kronikleşmiş açlık ölümlerinin tekrarlanmaması için yapılamıyor ve kitlesel ölümler hâlâ devam ediyor, sefalet küreselleşiyor. Marks, çok değil 150 yıl evvel Horatius’tan aktararak, Kapital’in önsöz bölümünde “Ne gülüyorsun! Anlattığım senin hikâyen” diyordu ‘muhataplarına’. Afrika’nın, Srebrenitsa’nın hikâyesi ne kadar onların, ne kadar bizim?
Küresel Çağda Cevabı Aranacak Bir Soru
Sokrates’in sorduğu, Adorno’nun yeniden peşine düştüğü soru ise küresel dünyada anlamını tamamen kaybediyor. Doğru bir hayat nedir, doğru hayat nasıl yaşanır? Ruh bakımı nedir, ne işe yarar? Ruh bakım ister mi? Para, siyasî veya sosyal güç, ruh bakımı açısından nerede durmaktadır? İnsanlar paraya veya güce ulaşmak için şiddetin en ilkel biçimlerini yeniden keşfediyor; kaba şiddetin... Bu süreçler içinde insan bedeni iktidar arayışlarının merkezine yerleşiyor ve bir tür yüksek gerilim hattına dönüşüyor. Gerilimin odağı olarak insan bedeni, değişik otoriter dillerin ve pazar arayışlarının mücadele alanı haline geliyor. Derin karakter parçalanmaları yaşanıyor; amaca ulaşmak için her araç meşru olmaya başlıyor. Para veya ‘meşru şiddet araçları’ vasıtasıyla güç berkitmek isteyen makro veya mikro her iktidar, insan hayatını sakatlamayla ve omurgasızlaştırmayla tehdit ediyor. Küresel düzeyde derinleşen ahlak krizlerinin varabileceği mecraları tahmin etmek mümkün: İçi çürütülmüş, şahsiyeti, ruhu satın alınmış, tüketim çılgınlığının emirlerine amade olmuş plastikleşmiş bir canlılar ağı. Küresel pazarın küresel bireyleri küresel davranışlar ve tüketim kalıpları üretiyor. Failler kendilerini hiçbir yere ait hissetmiyorlar. Her mekân gelip geçilen ve değişik çalışma araçlarıyla doldurulmuş bir boşluğa dönüşüyor. Şahsî mutluluk için her türlü kamusal çıkar çiğnenebiliyor; örgütlü soygunlar korkusuzca yapılabiliyor. Buradan kalkarak Türkiye’nin son yirmi beş yılına bakıldığında bir kavrama daha ulaşılıyor: İstikrarlı yolsuzluk toplumu. Her mekân, ya para harcanan ya da paraya ulaştıracak araçların seçildiği muhtevalar kazanıyor. Doğru hayat sorusu süreçlerin acımasızlığı içinde ufalanıp gidiyor. Küresel finans çağında doğru hayat sorusu arkaik çağrışımlar yapıyor. İnsanlar sakatlanmış hayatın şartlarına daha çok rağbet ediyor. Toplumlar daha da parçalanıp merkezsizleşiyor. Yapının her parçası birbirinden daha da habersiz yaşamaya alışıyor. Yeni aşiret dilleri oluşuyor ve her mikro-organizasyon kendi kanunlarını vazediyor, kendi ahlakını üretiyor. Para, şiddet ve gücün, günümüz dünyasında kontrolsüz bir şekilde gelişeceği alanlar her geçen gün daha da artıyor. Güvenlik sorunu tüm boyutlarıyla, tüm toplumların en ciddi gündem maddesi haline geliyor. İnsan hayatı bir bütün halinde yeniden gündeme geliyor.
Türk toplumunun bu soruların neresinde durduğu sorusunun cevabı çok da farklı değil. Her toplumun başına gelenin Türk toplumunun da başına geldiği söylenebilir. Türk bireylerinin niyetleri de, fiilleri de doğru hayat sorusuna karşı alacakları tavır içinde oluşacaktır. Belki de Sokrates’in sorusunun her insan tarafından radikalleştirilerek sorulması gerekmektedir: Sunulan hayat şartlarından bağımsız olarak, biyolojik varlığımdan nitelikçe farklılaşan, bana ait bir hayatım var mı? Yaşadığım dünyanın şahsiyetimle ilişkisi nedir? Yoksa benim hayatım da sakatlanmış, parçalanmış bir hayat mı? Hannah Arendt’in işaret ettiği gibi, insan eylemine ve onun önemine hak ettiği itibarı iade etmek gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et