Söyleşi: Ali Pulcu, M. Akif Kayapınar, M. Mücahit Küçükyılmaz
20. yüzyıl, dağılmaya yüz tutmuş Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi üzerindeki paylaşım savaşıyla Orta Doğu’da başlamıştı. Şimdi 21. yüzyılın da bu coğrafyadan yola koyulduğuna şahit oluyoruz. Amerika’nın Irak’ı işgali ile başlayan kanlı süreç, İsrail’in Lübnan’a saldırıları ile yeni bir aşamaya girmiş bulunuyor. Türkiye ise, bir yandan bu karmaşada varoluş mücadelesi verirken, diğer yandan iç siyasetinin alışılagelmiş gerilimleri ile baş etmeye çalışıyor. Bu anlamda, genelkurmay başkanının belli olacağı YAŞ kararları ve cumhurbaşkanı seçimleri sadece AK Parti iktidarının geleceğini tayin etmeyecek, aynı zamanda Türkiye’nin Orta Doğu’yu saran ‘emperyalist’ kuşatmaya direncini de belirleyecek. Biz de bu sürecin beraberinde getirdiği soruları yıllardır Türk ve Dünya siyasetini yakından izleyen, basınımızın duayenlerinden bir isme, Fehmi Koru’ya yönelttik.
İlahiyat ve gazetecilik eğitimi alan ve Harvard Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde yüksek lisansını tamamlayan Fehmi Koru, bir süre de MIT Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nde çalıştı. Uzun yıllar Milli Gazete ve Zaman’da görev yapan Koru, Turkish Daily News’de de makaleler yazdı. One Column Ahead, Tabana Kuvvet, Taha Kıvanç’ın Not Defteri, 11 Eylül O Kader Sabahı gibi kitapların müellifi olan Fehmi Koru halen Yeni Şafak gazetesinde çalışıyor.
20 Temmuz 2006 tarihli köşe yazınızda, genelkurmay başkanlığı ataması etrafında dönen tartışmalara atfen “Abartmaya gerek yok” başlığını kullandınız. Ancak yazının son kısmında, Büyükanıt Paşa’nın Şemdinli olayları sanığı askere, “tanırım, iyi çocuktur” diyerek sahip çıkışını anlayamadığınızı eklediniz. Bu şu anlama mı geliyor: “Sadece bu sebep bile Büyükanıt’ın genelkurmay başkanı olmaması için yeterlidir; başka bahane aramaya gerek yoktur.”
Tam o anlama gelmiyor; devamı olan bir yazı o. Netice itibariyle sadece genelkurmay başkanı atanmayacak; ardından bir cumhurbaşkanı seçilecek, sonra Meclis yenilenecek. Cumhuriyet döneminde herhalde ilk defa genelkurmay başkanı seçilmiyor. Eğer Büyükanıt ataması bir kazaya uğrayacaksa, kazaya uğrayacak ilk genelkurmay başkanı adayı da olmayacak; ya da koparılan gürültüye rağmen atanacaksa, normal bir işlem yerine gelmiş olacak; çünkü kara kuvvetleri komutanıdır, doğal olarak genelkurmay başkanı olması beklenir. Dolayısıyla bu gürültü niye? Netice itibariyle devlet içerisinde bir makam söz konusu ve o makamın nasıl doldurulacağı hem yasalar, hem teamüllerle belirlenmiş; ama bir süreden beri Yaşar Büyükanıt’ın ismi etrafında bir tartışma görüyoruz. O da bunu çok ciddiye alıyor; gazetelere yansıyan “1 trilyonu bankada battı” gibi bizim kulağımıza gelmemiş bir iddiayı bile TMSF’den aldığı bir belgeyle dosyasına koyuyor; “aman buradan bana bir leke gelmesin” diyor. Ya da gönül ilişkisi, çıkar ilişkisi olan kendisine yakın komutanlar varsa, hemen araya mesafe koyma ihtiyacı hissediyor. Ben bunu garipsediğimi belli ediyorum; ama bir yandan da flu bir nokta görmeden edemiyorum: Bu kadar titiz olan bir insan niye daha önce, hiç ondan böyle bir şey sorulmadığı halde, sonradan mahkeme tarafından mahkûm edilecek bir astsubaya “iyi çocuktur, kendisini tanırım” diye sahip çıktı? Bunu merak ediyorum. Tabii orada durmak niyetinde değilim. Durumu abartmaya gerek yok, nasıl olsa böyle bir atama yapılacak; ancak bu atama yapılırken bir şeyin daha bilinmesi lazım: Normalleşme içerisinde olan bir ülkede bu yapılıyorsa, o zaman başka noktalarda da normalleşmenin zorlanması lazım. Örneğin, kısa süre önce tartıştığımız “Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmalı mı?” konusu var. Yaşar Büyükanıt genelkurmay başkanı olmalı mı? Elbette teamüller içerisinde olmalı; olmayabilir de. Bu da teamüllere aykırı değil; ama bir kişinin cumhurbaşkanı olması da anayasal şartlar altında ve bir süreç içerisinde gerçekleşecekse, ona niye karşı çıkılıyor?
“Abartmaya gerek yok” mesajı çift yönlü; hem Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay başkanı olmasını bekleyenlere, hem de buna karşı çıkanlara yönelik teskin edici bir ifade, öyle mi?
Doğru. Samimi kanaatimi söyleyeyim: Ankara’daki gözlemlerimden Yaşar Büyükanıt’a siyasilerden kaynaklanan büyük bir itiraz olduğunu görmüyorum; o olmayınca kim olacak, bilmiyorum. Ama başka birinin Büyükanıt’tan ne farkı olacağı konusunu da fazla önemsemiyorum. Netice itibariyle belli yetişme tarzına sahip insanlardan oluşan bir kurum var ve o kurumun içerisindeki insanlar arasındaki farklılıklar sonucu değiştirecek kadar büyük değil. Büyükanıt olmazsa bir başkası olacak; kişilik farklarının bu kadar büyütülmesinin bir ülke için ne anlama geldiğini herkesin düşünmesi lazım.
Kişisel nitelikler gerçekten de çok fark etmiyor mu? Mesela Hilmi Özkök’ün yumuşak kişiliği ve Hükümet’le düzeyli ilişkileri Türkiye için bir imkân değil midir?
Tam anlamıyla bir imkân mıdır; yoksa imkân gibi gözükmesi bir imkânsızlık mıdır? Bu ayrı bir konu; fakat netice itibariyle askerlerin bu denli ön plana çıkartıldığı değerlendirmeler doğrusu insanı rahatsız ediyor. Askerler de bunu çok ciddiye alıyor; belge arayışına gidiyorlar, komutanlar istifa ettiriliyor… Aralarından biri genelkurmay başkanı olacaksa olsun, ama bu kadar telaş niye?
Peki, aynı soruyu size sormuş olalım: Nedir bu telaşın sebebi?
Bence askerler de Türkiye’yi tam değerlendiremiyor. Büyükanıt değil de başka biri olursa çok farklı bir Türkiye mi olacak? Yani Hilmi Özkök’ün genelkurmay başkanı olduğu Türkiye farklı da, onun yerine falanca kişinin gelmesiyle durum değişecek mi? Bazı askerlerin bunu böyle görmesi bence büyük bir kurmay hatası. Türkiye sonuçta belli doğrulara bağlı bir ülke; bunlardan sapmadığı müddetçe askerlerin gündemi belirlemeleri sınırlıdır, sınırlı kalacaktır. Ordunun en tepe noktasında kimin bulunduğunun değeri de yine göreceli olarak sınırlı olmak zorundadır. Tabii bu yanlış değerlendirme aşağıya kadar medya tarafından taşınıyor ve Türkiye açısından çok kolay hazmedilemeyecek bir hale geliyor. Siyasilerin de bu durumu büyütmelerinin, kendileri hesabına çok büyük yanlışlık olduğunu düşünüyorum. Netice itibariyle Türkiye’deki sistemde her taşın belli ağırlığı var; seçilmişler ile atanmışlar arasındaki dengeler de böyle. Halk bugünkü seçim sistemi içerisinde iki partiyi baraja gömdü. Böylece iki partili bir Meclis çıkarttı. Bu iki partili Meclis’te AK Parti’nin, halktan aldığı oyun orantısal olarak bir misli, yani Meclis çoğunluğunun üçte ikisine sahip olması bugün geçerli kurallar sonucudur; dolayısıyla birilerinin yaptığı itirazların hiçbir kıymeti harbiyesi yok. AK Parti’nin, kendisine üçte iki meclis çoğunluğunu vermiş olan bir millete vaatleri var; bunları bir siyasî parti olarak iktidarı döneminde gerçekleştirmek zorundadır. Türkiye’nin kendine özgü şartları, seçilmiş-atanmış farkı, bunu gerçekleştirmemenin başlangıçta mazereti olabilir; yeni iktidara gelmiş bir kadro, gireceği denizin soğuk mu, sıcak mı olduğunu denemek için başlangıçta parmağını suya sokabilir ve biraz bekleyebilir. Ama bir süre sonra artık o suların sıcaklığına vücudunu alıştıracak ya da sıcaklığına, soğukluğuna bakmaksızın, eğer yüzme ihtiyacı varsa, denize girecektir. Şimdi hâlâ deniz kıyısında durması, dört sene sonunda hâlâ Türkiye’ye özgü şartlardan bahsetmesi, “su soğuk” demesi kolay kabul edilebilir bir şey değil. Bence AK Parti’nin bir sonraki seçimde karşılaşacağı en büyük itiraz bu olacaktır.
Hükümet, netice alamasa da, başörtüsü ve İmam-Hatip konularında işin peşinde olduğu, inisiyatifi elinde tuttuğu izlenimini kamuoyuna veriyordu. Ama Şemdinli’den itibaren bazı şeyler değişti. Acaba genelkurmay ataması ve cumhurbaşkanlığı seçimleri hakkında bir uzlaşma mı oldu?
Önce başörtüsü ve İmam-Hatip’le ilgili bir görüş ifade etmek isterim. Ben irtica etrafında yürütülen tartışmaların, Türkiye’ye özel görünse de, global bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Gerektiğinde semboller üzerinden yürütülen, gerektiğinde -şu sıralar Lübnan ve Filistin’de HAMAS ile Hizbullah ölçeğinde olduğu gibi- sıcak savaşa dönüşen bir tartışma bu. İrtica dediğimiz zaman Türkiye’de bizim aklımıza ne geliyorsa, aslında onun global bir anlamı var. Ben, sembollere veya o sembolleri içinde barındıran kesime karşı yürütülen mücadelenin Türkiye’de sonuçlanamayacağı kanaatindeyim. Meselenin, uluslararası alanda verilecek başka bir mücadelenin sonucu olarak çözülebileceği kanaatindeyim. Bu siyasî kadro ise bu sorunu kendilerinin çözebileceği kanaatiyle iktidar oldular. Çözülemeyeceğini görüyorlar; ama neden çözemediklerini hâlâ keşfedemediler.
Bunu biraz açar mısınız? Başörtüsü niçin sembol ve niçin daha küresel bir sorun?
Niçin sembol olduğunu onu sembol haline getirenlere sormak lazım. İşin içinde bir indirgemecilik var; global sistem siyasal İslam’ın kadınlara yansıyan biçimini başörtüsü olarak görüyor. Batı’da da kimi zaman üniversitelerde, kimi zaman kamusal alan dedikleri yerlerde yasaklıyorlar. Yasaklamayan bile, onu bir siyasal İslam unsuru olarak görüyor; ifade etmese de, onu hoş karşılamadığını hiç değilse tavırlarından anlıyoruz. Global sistem açısından başörtüsü siyasal İslam’ın sembolü; siyasal İslam da yürüttükleri teröre karşı savaşın muhatabıdır. Şu an İsrail, Filistin ve Lübnan’a saldırıyor; dünya sessiz… Türkiye PKK terörünü öne sürüp Irak’a girmek istiyor; “bu sorunu çözmek için giremezsin” diyorlar. Dünya sistemi açısından veya Amerikalı, İngiliz, Fransız açısından baktığımızda, İsrail’in yaptığı, küresel bir savaşta kendi küçük savaşını yürütmek. Onlar şöyle görüyor: Siyasal İslam’a karşı bir küresel savaş var; İsrail de onun bir üyesi olarak HAMAS ve Hizbullah’la mücadele ediyor. Bu, Amerika açısından anlaşılabilir bir şey. Onlara göre, İsrail, istediği kadar mücadele edebilir, istediği kadar kişiyi öldürebilir. Ama PKK bu küresel savaşın muhatabı değil; çünkü İslamî bir özelliği yok. Onun terörist listesinde yer alsa bile, öncelik listesinde yer almıyor. Senin öncelik listende yer alması da onu fazla ilgilendirmiyor. Dolayısıyla din eğitimi ya da İmam-Hatip Liseleri ile ilgili sorunu Türkiye’ye özel bir olay olarak görüyoruz. Oysa o da küresel bir sorun; sadece bizde değil başka ülkelerde de dinî eğitim konusunda kuşkular var. Mesela Afganistan’a müdahale eder etmez ilk yaptıkları şey, oradaki medrese sistemine el atmak oldu; çünkü oradan Taliban yetişti. Taliban’ı yetiştiren sistem de yanlış bir sistemdi onlara göre ve düzeltmeleri gerekiyordu. Türkiye’de biz İmam-Hatip Liselerini dinî eğitim kapsamında tartıştığımız müddetçe, Batı sisteminden hiçbir anlayış görmemiz mümkün değil. Dolayısıyla İmam-Hatiplere yönelik her türlü baskıcı tavır, dışarıda sempatiyle karşılanacaktır. O bakımdan hem başörtüsü, hem de İmam-Hatip sorununun çok daha farklı yaklaşımlarla ele alınıp çözülmesi gerektiğini düşünüyorum.
Şimdi Şemdinli konusuna gelebiliriz. Ben genelkurmay başkanı ataması ve cumhurbaşkanı seçimi konusunda hükümet ve ordu arasında bir mutabakat olduğunu zannetmiyorum. Önce genelkurmay başkanı başbakanla görüştü. Bu arada kara kuvvetleri komutanı da ani bir ziyaretle başbakanla görüştü. Çeşitli çevrelerde, bunlar yazılmasa bile, birinci görüşmede genel çerçevenin çizildiği, ikincisinde de özel birtakım mutabakatlara varıldığı tespiti yapıldı. Elbette bazı mesajlar doğrudan ya da satır aralarında verilmiştir; ama bunların bazılarının algıladığı kadar açık ve sonuç getirecek mesajlar olduğunu düşünmüyorum. Bir şeyi daha eklemekte yarar var: Türkiye artık darbe yapılabilir bir ülke değil. Hatta 28 Şubat dâhil post-modern müdahalelerin bile bundan sonra söz konusu olabileceğini zannetmiyorum. Bunu, “Türkiye çok demokratikleşti, artık geriye dönüş olmaz” kolaycılığı olarak görmeyin. Tersine, Türkiye’nin demokratik eksiklikleri sistem dışı müdahaleler ve ihtilaller sebebiyle onarılamadığı ve bu ayıplarla Türkiye gibi bir ülke uzun süre gidemeyeceği için, müdahale isteyenlere dışarıdan yeşil ışık yakılmayacağını, yakıldığı takdirde onun sonuçlarına kolay katlanamayacaklarını düşünüyorum. Ama tabii Türkiye’nin etrafındaki gelişmeleri doğru okuyamayan bir siyasî iktidar gelir, Türkiye’ye biçilen rolü oynamakta zorlanır, bozmaya çalışırsa, o zaman farklı sonuçlar doğabilir. Kendi iç gerekliliklerimiz artık darbeler döneminin kapandığını söylüyor; ama etrafımızda cereyan eden olaylara bakınca, çok daha kırılgan bir zemin görüyorum. O bakımdan her siyasî iktidarın Türkiye’deki dengelerden çok dışarıdaki olup bitenleri iyi gözlemesi gerekiyor.
Şemdinli sürecine gelince; o daha önce Susurluk meselesiyle haberdar olduğumuz devlet içindeki köklü yapılanmanın varlığını iyice gözler önüne serdi. Şemdinli’de yaşananlara ve ardından yapılan bazı resmî açıklamalara baktığımızda, yapanlar açısından talihsizlik olsa bile, bunlar, gözleyenler açısından göz açıcı açıklamalardı. O eylem, devlet içerisinde sadece birkaç kişinin kendi aralarında örgütleşerek değil, adeta emir komuta zinciri dâhilinde oluşmuş örgütlerin yaptıkları olarak karşımıza çıkıyor. Şemdinli’de, mahkeme kararına da geçtiği için rahatlıkla söyleyebiliriz, böyle bir oluşumun varlığı görülüyor. Ancak hükümet bunu tam anlamadığı için birtakım gelişmelerin yaşanmasına müsaade etti. Hükümet, Şemdinli’ye tam bir teşhis koyabilse ve gereklerini yerine getirseydi, sonradan ekonomik sarsıntı olarak da kendini belli eden gelişmelerin dozunu hiç değilse azaltabilirdi. Netice itibariyle bir şeyin farkına varmazsanız, farkına varmanızı bekleyip tedirgin olanların tedirginliğini büyütürsünüz. Çünkü onlar sizden bir tepki vermenizi bekliyor; ama vermiyorsunuz. Bu tepkisizliğin iki sebebi olabilir: Birincisi, olayı anlamamışsınızdır; ikincisi, bekleyip daha büyük bir tepki verme hazırlığı için olabilir. Olayın odağında bulunanlar, bu tepkisizliği hükümetin fırsat kollaması olarak yorumluyor. O zaman da tepkileri çok daha büyük oluyor. Bence, son bir ay içerisinde yaşanan sarsıntılarda bu fark edemeyişin büyük payı var. Bundan sonra da siyasî kadrolar, Şemdinli’yi iyice tahlil edip ondan gerekli sonuçları çıkartmazlarsa, toplumla ters düşmelerine neden olacak olaylara yine muhatap edilebilirler.
Peki, hükümet meseleyi bugün anlamış durumda mı?
Şemdinli’yi hâlâ tam değerlendirebildiklerini zannetmiyorum. Elimizde 145 sayfa olduğu söylenen, benim şahsen özetinin özetini okuyabildiğim, bir mahkeme kararı var. 100 sayfalık iddianameyi okudum; yargı mensupları, savcı ve hâkimler olayı doğru teşhis etmişler. Hükümet o teşhis istikametinde herhangi bir şey yapmıyor. Anlaması gereken illa başbakan değildir; partide ve hükümette bunun muhatabı olan görevliler var. Onların bir kısmının bundan fazlaca bir şey beklemediğini, bir kısmının da olan biteni kavrayabilecek güçte olmadığını zannediyorum.
Şemdinli’yi bir süreç olarak görüyorsunuz. Peki, Danıştay baskını, Atabeyler çetesi, Kara Harp Okulu Komutanı Reha Taşkesen’in istifası, tüm bunlar birbirleriyle bağlantılı mı? Bağlantılıysa, bunları genelkurmay başkanlığı ataması ve cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte mi değerlendirmek gerekiyor? Hükümet’in anlamadığı şey nedir burada?
Siyasî kadroların anlamadığını düşündüğüm şey, Türkiye içerisinde, gerektiğinde sistemi rahatsız edecek gelişmeler yaşatmayı bilen bir sistem dışı yapılanmanın var oluşu. Bunlar neredeyse yarım yüzyıldan fazla zamandır Türkiye’deki üç buçuk darbenin sorumlusudur. Ayrıca istedikleri zaman toplumsal rahatsızlıklara sebep olabilecek şekilde yüzlerini gösterebilmektedirler ve devlet içerisinde yuvalandıkları için de kendilerine yardımcı olacak işbirlikçilere sahiptirler. Demokrasilerde, bir devlet yapılanmasının en tepe noktasında hükümetin bulunması beklenir; ama onun da gücünün yetmediği bir alan var ve o alanda yapılan her şey aslında siyasîleri hedef alıyor. Alevi-Sünni çatışması oluyorsa ya da sağ-sol çatışmasında 5 bin insan ölüyorsa, bu, Türkiye’de siyasîlerin sonunu getiriyor. O dönemin siyasîleri buna doğru teşhis koyabilselerdi, kendilerini götüren fırtınalara yakalanmazlardı. Bugünkülerin de fark edemedikleri, bu yapılanmanın hâlâ varlığını sürdürdüğüdür. Bunu fark etmiyorlar veya fark ettiklerini algılayamıyoruz. Hükümet’in yapabileceği çok şey var aslında; ama öncelikle teşhisi doğru koyması ve o teşhis istikametinde tedbir alması lazım. Bence bir kolaycılığa saptı AK Parti kadroları. Geçmişte başka iktidarların da başına gelmişti. Hepimizin kişisel iktidarlarında da bu vardır: İş yerlerimizde, akademik çalışmalarımızda, öğrencilik dönemimizde bir şeyi beceremediğimizde, belki başka bir şey olursak bunu beceririz diye düşünürüz. Şunu da öğreneyim, dersiniz, onu da öğrenirsiniz; ama ondan ötesi de vardır ve siz yine eskisi kadar olursunuz, daha fazla olmazsınız. Sanırım, Hükümet de kendi siyaset alanının darlığını birtakım anayasal kurumlara bağlıyor; o kurumların üyelerini de cumhurbaşkanı atadığı için, “cumhurbaşkanını da ben belirlersem daha rahat ederim” diye düşünüyor. Bence bu olacak şey değil; niçin olmayacağını Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde görmüştük. Ben Özal’ın, niteliksel olarak birtakım farklar taşısa bile, hiç değilse muarızlarının, muhaliflerinin ona atfettiği değerler açısından Tayyip Erdoğan’dan çok farklı olduğunu düşünmüyorum. O bakımdan, bulunduğun yerde yapman gerekenin azamisini yapmayıp daha sonra eline geçecek imkânlarla güçleneceğini varsayarak sorunları ertelemek, bence çözümü de güçleştiriyor. Yarın cumhurbaşkanını bu siyasî kadro seçecek; ama bu kez düne kadar hiç akıl edemedikleri başka engellerle karşılaşacaklar; çünkü sistemin kendine göre tuzakları var. 163 kalktı, 312 geldi; şimdi 301’le idare ediliyor. Bunlar aslında mahiyet itibariyle farklı şeyler ama aynı sonucu veriyor. Biri fikrinden dolayı cezalandırılmak isteniyorsa, yarın 301’i kaldırsınlar, başka bir madde mutlaka bulunacaktır. Bunun gibi, cumhurbaşkanını bu kadro seçse ve kendilerince en ideal kişiyi oraya yerleştirseler bile, yine sorunların çözülmeyeceği gerçeğiyle karşılaşacaklarını düşünüyorum. O bakımdan sadece Şemdinli olayında değil, genel olarak iktidarlarını değerlendirirken ve iktidarın ne olduğu konusunda karar verirken temel bir hata yaptıkları kanaatindeyim.
İktidarı nasıl anlamak lazım?
Türkiye’de aslında 1923’te Cumhuriyet’in kurulması, 1946’da çok partili sisteme geçiş, 1950’de DP’nin iktidara gelmesi çok önemli kazanımlar. Sonra da bildiğiniz süreç durdurmaları yaşandı. Genel kabul şu: 1946 sonrasında demokratik bir sistem var; ama sonrasında bazı müdahaleler oluyor ve sistem kesintiye uğruyor. Ben öyle görmüyorum: Bir süreklilik var ama o demokrasi değil; kesintiler, aslında bizim demokratik gördüğümüz dönemler, yani 1950 ile 60 arası veya 1983 ile 90 arası bir istisna Türkiye’de. Normalde kendisini yenileyen rejimler sağlıklıdır. Türkiye’de ise sağlıklılık 1920’nin şartlarına sahip olmak olarak anlaşılıyor; “O çılgın Türkler” anlayışının sürdürülmesi olarak görülüyor. Temel çizgide nefes aralığı gibi görülebilecek olan demokratik dönemler yaşandı Türkiye’de; bence onlar bir istisnaydı.
Türkiye’de iç siyaset 1990’lara kadar Soğuk Savaş mantığıyla şekillendi; dış siyasetin belirleyiciliği vardı. Sizce Soğuk Savaş sonrası dönemin iç siyasete etkisi nasıl oldu?
Türkiye’de de dış siyaset iç siyaseti etkiliyor ister istemez. Türkiye dünya coğrafyasında farklı bir yerde olsaydı, belki böylesine etkilenecek bir ülke olmayabilirdi. Avrupa’nın kıyısında, Orta Doğu, Ortaasya, Balkanlar, Kafkasya gibi bugünün en sorunlu sayılan bölgeleriyle irtibatlıyız. Bunlar özellikle dışarıdan bakıldığında Türkiye’yi çok önemsenen bir yere oturtuyor. Soğuk Savaş çok sert geçtiği dönemlerde Türkiye önemliydi. Soğuk Savaş farklı yerlerde mesela Güney Amerika’da cereyan ettiği zaman, Türkiye fazlaca önemli bir ülke değildi. Fakat Soğuk Savaş sonrası tek süper güçlü ortamda o süper gücün hedefleriyle örtüşen veya ona karşı çıkan bir Türkiye dünya sistemini etkileyebilecek bir ülke. Bu bakımdan her olan bitenin bize yansıması doğal. Şu anda zaten Irak’ta, İran’da, Suriye’de olan ya da olması beklenen gelişmeler bir şekilde Türkiye’yi de, takınacağı tavır sebebiyle içine alacak veya dışlayacak gelişmeler. Türkiye içindeki dengeler de siyasî kadroların, oluşan dünya sisteminin içinde yer alması veya kendisini dışında tutmasıyla yakından ilgili. Amerika tek süper güç olarak birtakım şeyler yapmak istiyor; ama “Türkiye bu işleri bilebilir” diye zaman zaman dinleme ihtiyacı duyuyor. Türkiye de bunu fark edip o noktada Amerika’ya yaptığı şeyin yanlış olduğunu, doğru davranışın ne olduğunu aktarabilir. Mesela 1 Mart tezkeresinde Amerika kuzeyden bir cephe açacaktı; TBMM buna karşı çıktı. Buna rağmen savaş başladı ve Türkiye’deki siyasî kadro yapılanın yanlış olduğunu düşündü; ardından da ne isteniyorsa hemen hepsini verdi. Ben 1 Mart tezkeresinde verilen mesajın doğru, ondan sonraki mesajın yanlış olduğu kanaatindeyim. 1 Mart tezkeresinin öncesinde verilen mesajlar da yanlıştı ve bu siyasî kadronun Amerika konusundaki en önemli hatası doğru mesajın arasına sıkıştığı o iki yanlış mesajdı. Bugün bazı gazetelerde manşet oluyor; “1 Mart tezkeresinde böyle demişlerdi, hakikaten onlar oluyor” diye. Ama ondan olmuyor; o iki yanlış mesajdan dolayı oluyor bunlar. İsrail’in saldırganlığı karşısında AK Parti Hükümeti’nin verdiği tepkilere baktığımızda da aynı hataları görüyoruz. Bir tepki veriliyor, ardından reel şartlar farklı bir şey ortaya çıkarınca tepkiden vazgeçiliyor; ertesi gün tekrar başka bir tepki veriliyor. Doğrularla yanlışlar karışıyor. Bir siyasî iktidar açısından, hele dışarıdaki gelişmelerden çok etkilenen bir ülkede bu yanlışların bir maliyetinin olması lazım. Ama Türkiye’nin bugünkü siyasî şartlarında bu yanlışların, siyaseti radikal biçimde etkilemesini gerektirecek alternatifler yok. Dolayısıyla bu hatalarla devam ediyoruz.
Peki Orta Doğu’da bu süreç nasıl devam edecek? Yazılarınızda İsrail’in son saldırısının, aslında bir askerin kaçırılmasına verilmiş anlık bir tepki değil, önceden beri var olan bir planın uygulamaya konulması olduğunu belirttiniz. İsrail’in nihai hedefi ne olacak?
İsrail’in niyetinin gizli olmadığını görüyorum. İsrail, bir barış süreci yaşanırsa, o sürecin sonunda kendisinin bölgenin diğer ülkelerinden biri haline gelivereceğini fark etti. Bu sadece İsrail’in güvenliği için değil, daha kuruluşundan önce çerçevesi çizilmiş olan felsefesi açısından da hoş değil. Amerika’nın da 11 Eylül’e kadarki İsrail politikası şuydu: “Sen bölgenin diğer ülkeleri gibi ol, bizimle yakınlaş, nükleer silahlara sahip olduğunu fazla vurgulama, varlığını sürdür, ben dünyanın tek süper gücü olarak seni korurum.” Ama 11 Eylül her şeyi değiştirdi. Şimdi İsrail’de o eski felsefe canlanmış durumdadır. İsrail stratejik açıdan da sıradan bir bölge ülkesi olmadığının, dünya gücü olduğunun kabul edilmesini istiyor.
İsrail, Amerika’ya rağmen mi bu politikayı izliyor?
Amerika’da egemen olan kadroyla birlikte yapıyor bunu. 19 Temmuz’da Washington Post’ta bir değerlendirme vardı: Amerika’da Bush’la birlikte hareket eden yeni-muhafazakâr kesim şu anki Bush politikalarından mutlu değil. Bize tuhaf geliyor; ama doğru. Çünkü Rice’ın son birkaç ay içerisinde verdiği mesajlar, aslında 11 Eylül sonrasında yapılan sorgulama ve değerlendirmelere aykırı; sertliğin ters tepkilere yol açtığının farkında olan bir söylemi var. Irak’ta sonuç almak için Suudilerle yakınlaşmayı düşünüyor. İran’ın nükleer silahları konusunu müzakere yöntemiyle de çözülebilecek bir sorun olarak görüyor ve yeni-muhafazakârların tüylerini diken diken ediyor. İsrail’in Filistin ve Lübnan’ı hedef alan saldırıları bu arka plan üzerinde değerlendirildiğinde başka bir anlam kazanıyor. Söylentilere göre İsrail’de saldırı kararlarını artık siyasîler değil, askerler alıyor ve uyguluyor. Bence bu anlamlı; netice itibariyle İsrail devletini kuran askerlerdi. Ayrıca Amerika’da iktidarı elinde tutan siyasî kadro, İsrail’e itiraz edebilecek güçte değildir.
Şöyle denebilir mi: Yeni Bush yönetimi İran’a biraz daha müsamahakâr; fakat İsrail inisiyatifi ele alarak bunu bozmaya çalışıyor?
Müsamahakâr değil de yöntem farkı var. İran ile Amerika arasındaki nükleer tartışmanın iki taraf için ifade edilen ve de edilmeyen sebepleri var. İran, uranyumu zenginleştireceğini ve barışçıl gibi gözükse bile, sonunda nükleer silaha sahip olacağını; Amerika da, bunu yaptırtmayacağını söylüyor. İran bunu söylerken muhtemelen şu sınırlar içerisinde kalmayı düşünüyor: “Silah yapma noktasına geldiğimde muhtemelen vururlar; ben bir önceki aşamada kalacağım, elimde zenginleştirilmiş uranyum bulunduracağım, istediğim an nükleer silah yapabilecek bir hale geleceğim, ama yapmayacağım.” Bunu da Amerika’yla aynı masaya oturabilmek için istiyor. Böylece rejim kendini dönüştürmek zorunda kalmaksızın Amerika’yla arayı düzeltecek. Amerika ise, İran konusunda sonuna kadar gidecek gibi davranıyor; ama gitmeyeceğini biliyor. Fakat aynı masaya oturma şansını, İran’a, ancak ülkedeki rejimin dönüştürüleceği bir ortamda vermeyi düşünüyor. Yani müzakereden bahsediyor Condoleezza Rice; ama bugün olacak şeklinde konuşmuyor. Onun İran toplumunda nasıl bir dalgalanmaya sebep olacağını görmek istiyor besbelli. Böyle bir ortamda İsrail, aniden saldırarak bu ihtimali sıfırladı. Şu anda ne İran’ın Amerika’yla ilgili hesapları geçerli, ne de Amerika’nın İran’la ilgili hesapları. İsrail, kendisi için hoş olmayan bir ortamın doğmakta olduğunu gördü ve kendince en uygun zamanda müdahale etti. Baktı ki; bu işin sonunda en önemli muhalif güçler yerlerini koruyacak; Irak düştü belki ama İran ve Suriye tehdit olmaya devam edecek; bir süre sonra uluslararası kamuoyu Filistin’de HAMAS’ın varlığını kabul etmeyi tartışmaya başlayacak; bu tehlikeleri gördüğü için son saldırılarla dengeyi değiştirdi.
Bilindiği gibi, Amerika’nın 11 Eylül’den sonra, önce Afganistan’a, ardından Orta Doğu’ya el atmasıyla Afganistan’dan başlayıp İran-Irak üzerinden Lübnan’a kadar giden, aşağıda Yemen’in de dâhil olduğu bir Şii kuşak oluştu. Irak’a girerken ABD, ülkenin istatistiklerine, demografik yapısına bakmıştı elbette. Ancak ilk iş olarak Sünni ağırlıklı Irak ordusunu dağıttı. Şimdi ise Amerika Irak’tan çıktığı anda, İran’a paketlenip hediye edilmiş bir Şii Irak ortaya çıkacak. Bu, Amerika açısından öngörülemeyen bir şey miydi, yoksa bahsettiğiniz Amerikan yönetimindeki ayrışmanın sonuçlarından biri mi?
Elbette Amerika’nın karar alma mekanizmalarında bulunan insanların böylesine temel bilgilerden mahrum olduğunu düşünmek mümkün değil; demografik, etnik yapıyı fevkalade iyi biliyorlar. Yalnız hesap hatalarının olduğunu da görmemiz lazım. İran’ı güçlendirecek bir ortam yerine, muhtemelen onu dönüştürecek bir tablo ortaya çıkarmayı umuyorlardı. Irak’ta çoğunluğu teşkil eden Şiiler belki yönetimde daha geniş şekilde temsil edileceklerdi; ama bu seküler bir temsil olacağı için, demokrasiyi de getirecek ve bu yapı İran üzerinde de etkili olacaktı. Bu, onlara, boşa çıkabilir bir hesap gibi görünmüyordu. Amerika açısından birincil hedef, İran’daki rejimi değiştirmektir. İran’da Batı yanlısı, demokratik bir rejim kurabilirse, Şii kuşağının kendisine düşman olmayacağını görüyor. Amerika’nın hâlâ bunu umduğunu zannediyorum. Amerika’nın kendi eliyle kendi düşmanlarını yaratmak gibi bir hesabı olduğunu sanmıyorum; ama hesaplarını ne kadar sağlam yaparlarsa yapsınlar, bu bölgenin hesaplara pek gelmeyen kendisine ait dinamikleri var. Mesela İsrail saldırıları bütün tabloyu değiştirdi. Kısa zamanda ateşkes beklemiyorum; İsrail’e Hizbullah ve HAMAS’ı yok etmesi için süre verilmiş gibi görünüyor. İslam dünyasındaki Batı yanlısı rejimler de dâhil, dünya da seyrediyor zaten. Muhtemelen önceden haberdar edilmişler. Böyle bir tablodan Türkiye nasıl etkilenecek? 1996’da hazırlanan “2000’e Doğru Yeni İsrail Stratejisi” raporunda İsrail’e yapılan en önemli tavsiyelerden biri, iki ülkeye özel önem vermesi; Türkiye ve Ürdün’ü yanına alarak bunlarla işbirliği yapması. Türkiye şu sıralar siyasîlerin ağzından çıkan mesajlarla bir işbirliği manzarası sergiliyor mu İsrail açısından? Bu soruyu sorup Türkiye konusunda neler düşüneceklerini cevaplandırabiliriz.
PKK meselesini bu işbirliğinin bir aracı olarak görebilir miyiz?
Türkiye’de bugün görülen terör, geçmişte yaşadığımız türden bir terör değil; muhtemelen bugünkü terörün kaynağı da geçmiştekiyle aynı değil. PKK terörü deniliyor; ama burada sadece o örgütün zayıf düşmüş olan varlığının ve altyapısının bazı güçler tarafından kullanılması söz konusudur. PKK terörünün şu sıralarda artması Türkiye’yi işbirliği çizgisine getirme amacına yarıyor tabii. Türkiye, işbirliğinden vazgeçilmesi asla düşünülmeyecek bir ülkedir. Sadece İsrail açısından değil, Amerika açısından da işbirliğine yanaşmadığımız takdirde üzerimizde uygulayabilecekleri birkaç baskı unsuru var: Türkiye’de terörün azması; bir de ekonomik durum. Bunlar Türkiye’nin kolayca manipüle edilebilen iki yumuşak karnı.
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Paylaş
Tavsiye Et