TÜRKİYE’DE, Avrupa Birliği sürecinin ilerlemesiyle birlikte milliyetçiliğin de yükseleceği beklentisi bir sır ya da kehanet değildi. Ekonomik krizden yeni çıkmış geniş halk kitleleri için müreffeh Avrupa, uzaktan, iştah kabartan bir görüntü veriyordu. O yüzden AB süreci, AK Parti iktidarıyla birlikte Kasım 2002’den itibaren, geniş ve bilinçli bir toplumsal sorgulamaya tâbi tutulmadan hızla işlemeye başladı. Hatta başörtüsü gibi ‘açık’, somut ve pratik bir insanlık sorununda, sırasıyla toplumsal ve kurumsal mutabakat şartları aranırken, AB sürecinin bir politika olarak benimsenmesi için kamuoyu yoklamaları yeterli sayıldı. Bugün gelinen noktada ise, ilerleyen süreç, yandaşları kadar karşıtlarını da belirgin ve keskin kılmış durumda; dolayısıyla Türkiye bir süredir, yaygın tabirle, “yükselen milliyetçi dalga”dan bahsediyor. Hatta -AB’yi ne denli ilgilendirir bilinmez ama- kesseniz bir araya gelmeyecek kesimler, Avrupa Birliği’nin ‘birlik’ oluşturma işlevinin, Türkiye örneğinde etkili olabileceğini gösterdi: Şimdilerde eşanlamlı sözcüklerle kendilerini ayrı ayrı tanımlayan milliyetçiler ile ‘ulusolcular’, bir dönem Kızılelma koalisyonunda bir araya gelmişlerdi. Tabii, koalisyonu oluşturan grupların farkını (milliyetçilik=nationalism; ulusalcılık=nationalism) bir Batılı ya da herhangi bir yabancıya tercüme etmek mümkün değil; bu da Türkiye’ye özgü bir garabet deyip geçelim.
Dört Eğilim: Muğlâklığın Cazibesi
Doğrusu, Türkiye’nin, kendisini açık seçik tanımlamış politik/ideolojik hareketler için pek elverişli bir sosyo-politik ortam sunduğu söylenemez. Programında veya propaganda faaliyetlerinde belirli bir düşünsel çerçeveye ve bütünlüğe atıfta bulunan siyasal partiler, tutarlı ya da geçerli görüşlerine bakılmaksızın, marjinal (tam ifadesiyle ‘kıytırık’) bir konuma itiliyor; “müzmin muhalif” yaftasıyla paketlenmeleri de cabası… Diğer yandan, yeni ufuklara yelken açan (burada yelken sözcüğü dışında bütün kavramlar bilinçli kullanıldı: Yenilikçi, ufuk sahibi, açılımcı), kitle siyasetinin hikmetini kavramış, popülist politikalar izleyebilen hareketler ise hızla yükselen bir oy trendi ve çoğunlukla iktidar ile ödüllendirilir. Bunun cabası da daha az şeffaflık, daha az demokrasi ve daha çok demagojidir.
Türk siyasetinde keskin ideolojik ayrışmaların sokak çatışmalarına kadar vardığı 1970’lerin ardından gelen Anavatan Partisi, kitle siyasetinin bariz biçimde gözlemlenebileceği bir örnektir. 28 Şubat 97’de başlayan siyasal ve ardından hükümferma olan ekonomik krizlerin sonunda yetişen AK Parti’ye benzer biçimde, 12 Eylül 80 darbesinin emzirdiği Turgut Özallı ANAP, oy tabanını geniş bir yelpazeye yaymak adına, dört eğilimi birleştirmekten söz ederek siyaset sahnesine çıkmıştı. Ancak bugün siyaset bilimcilere, sosyologlara, o dönemi yaşamış vatandaşlara, hatta ANAP’lılara dört eğilimin ne olduğunu sorsanız, mütereddit veya çelişkili cevaplarla karşılaşmanız büyük bir ihtimaldir. Zira işin sırrının muğlâklığın cazibesinde olduğunu kavrayan Özal, alabildiğine kuşatıcı bir slogan yaratmanın mümkün olduğunca anonim, belirsiz, ama renkli bir siyasal şemsiye açmaktan geçtiğini görüyordu. Tabii, bu şemsiye renkli olduğu ölçüde şeffaflıktan da uzak olacaktı. Dört eğilim başlığı altında iki ayrı kategoriden söz etmek mümkün: Siyasal partilerden müteşekkil birinci kategoride, anarşi yıllarının kavgalı partileri AP, MHP, CHP ve MSP; ideolojilerden müteşekkil ikincisinde ise İslamcılık, Liberalizm, Sosyalizm ve Muhafazakârlık/Milliyetçilik. Buna da cabadan, sağcılık-solculuk, yenilikçilik, çağdaşlık, sosyal adaletçilik, serbest piyasacılık vs. eklenebilir. Böylece kastedilen şeyin içeriğine dair ihtimallerin sayısı arttıkça, şemsiyenin kapladığı sosyo-politik alan genişler; muğlâklığın renkli cazibesi kendini gösterir.
Ele avuca gelmeyen bu dört eğilimi ‘kavrama’ çabası sırasında Muhafazakârlık ile Milliyetçiliğin bir arada zikredilmiş olması, tesadüf değil; aslında Türkiye’ye özgü bir başka garabettir. Zira Fransız İhtilali sırasında, neredeyse biri diğerinin anti-tezi olarak zuhur etmiş olan bu iki kavram, paradoksal biçimde, bizde siyam ikizi muamelesi görür. Avrupa’da Milliyetçilik, seküler bir ideoloji olarak doğup monarşiye, geleneğe, soylulara ve Kiliseye başkaldırının odağı olurken, Muhafazakârlık, bütün bunları Robespierre giyotininden kurtarmanın adı; monarşi yanlılarının ve aristokrasinin sığınağıydı. Ne vakit Milliyetçiler, salt sekülarizm ve kılıç gücüyle yaratılmış aidiyet duygusunun yeterli gelmediğini görerek tarihten dayanak arama çabasına giriştiler, o vakit Muhafazakârlarla yollar kesişti. Ancak bu zorunlu kesişme dışında, her iki görüş sahiplerinin ortaklık ve yakınlık kurduğu pek vaki değildir. Batı’da halen Muhafazakârlık genel anlamda sofistike ve aristokrat bir duruş/düşünüş biçimi olarak nefes alıp verirken, çeşitli türleriyle Milliyetçilik, kitlelere seslenen yalın ve nispeten kaba bir ideoloji durumundadır. Türkiye’de ise, Milliyetçilik ve Muhafazakârlık arasında doğal bir ya(t)kınlık olduğu algılaması hem bu iki kavramın yandaşları arasında, hem de sosyalist çevrelerde yaygın bir kanaattir.
Örs ve Çekiç Arasında
Kurulduğu günden beri sık sık Özal’ın ANAP’ı ile kıyaslanan AK Parti, benzer şekilde bütün toplum kesimlerini kucaklamayı bir hedef olarak ortaya koydu. Açıkça, dört eğilimden söz edilmese de, parti ileri gelenleri arasında İslamcı geçmişi olanlar, milliyetçi/muhafazakâr camiadan gelenler ve liberal politikalar izlendiği takdirde gemisini yürütebilecekler ağırlıktaydı. Ancak ilk İstanbul İl Başkanı’nın ifadesiyle “liberal demokrat” olan, kendisine kimlik olarak “muhafazakâr demokrat”lığı seçen, zımnî İslamcı geçmişe sahip AK Parti, yakın zamana kadar Milliyetçilik yerine ısrarla Muhafazakârlığı vurguluyor, Milliyetçiliğe referans vermesi gereken durumlarda bile yerelliği ve Türkiye vatandaşlığını öne çıkarıyordu. Ta ki, “yükselen milliyetçi dalga”nın seçim arifesinde keskin bir gerçeklik olarak açılışlarda, şehit cenazelerinde ve AB süreci politikalarında kendisini belli edişine kadar…
Bugün AK Parti, dindarlık, muhafazakârlık ve liberallikten sonra dördüncü eğilimini keşfetmiş görünüyor. Ne var ki, bu keşif bilinçli bir arayışla değil, gündelik politikaların zoruyla elde edildi. “Hiç kimse bizden daha milliyetçi olamaz” diyen AK Parti, Söğüt’te MHP ile dişe diş rekabete giriyor, Türk Kurultayı’na sahip çıkıp örs dövüyor. Bunlardan, dozu ayarlanabildiği takdirde siyaseten olumlu sonuçlar alınabilir; ancak milliyetçilik söz konusuysa, doz aşımının vukuat-ı adiyeden olduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Buna reel politik bir örnek aranıyorsa eğer, hızla yıldızı parlayan Refah Partisi’nin 1991 seçimlerinde Milliyetçi Çalışma Partisi ile ittifak yaptıktan sonra ülkenin doğusunu kaybedişi pek uzak bir anı sayılmasa gerek. İktidar partisi şimdi çekici elde tutuyor; fakat ileride örs ve çekiç arasında kalmak da var.
Paylaş
Tavsiye Et