CUMHURBAŞKANLIĞI seçimi yaklaştıkça konuyla ilgili tartışmalar da yoğunlaşıyor. Ancak yapılan tartışmalar bu kurumun anayasal bir demokrasideki yeriyle ilgili olmaktan çok, pratik bir ‘sorun’la, kimin cumhurbaşkanı olacağıyla ilgili. Bu da asıl tartışılması gerekeni, yani “parlamenter bir sistemde cumhurbaşkanının rolü ne olmalı ve 1982 Anayasası’ndaki düzenleme buna uygun mu?” sorusunu gölgede bırakıyor.
Cumhurbaşkanının Yetkileri Padişahınkinden Fazla
1982 Anayasası’nın cumhurbaşkanının konumunu, görevlerini ve ‘sorumsuzluğu’nu düzenleyen 101, 104 ve 105. maddeleri, parlamenter bir sistemin cumhurbaşkanından ziyade adeta mutlak monarşilerdeki padişahı tanımlıyor ve hatta onu padişahtan daha yetkili bir konuma getiriyor. Anayasal geleneğimiz dikkate alındığında 1982 Anayasası, “padişahın görevleri” açısından, cumhuriyet anayasalarından ziyade 1876 Kanun-i Esasisi’ne benziyor.
Demokratik ülkelerin siyasal tercihlerinden birisi olan parlamenter sistemlerin temel niteliği, yürütmenin iki başlı oluşudur. Bunlardan biri (kabine) sorumlu, diğeri (cumhurbaşkanı) sorumsuzdur. Fakat yürütmede asıl yetki, parlamentoya karşı sorumlu olması gereken kabineye/bakanlar kuruluna aittir. Yürütmenin diğer kanadı olan devlet başkanı/cumhurbaşkanı/kral/padişah ise siyasal sorumluluğu olmayan, yetkileri sembolik nitelikte olması gereken bir “tören selamlayıcısı” konumundadır. Yani devlet başkanının buradaki konumu önemli ölçüde sembolik olup, kesinlikle hükümet etmek gibi bir konum değildir. Hükümet etmesi gereken, doğrudan halk tarafından seçilmiş siyasal iktidarlardır.
1982 Anayasası’nın öngördüğü siyasal yapı için sıklıkla “parlamenter rejim”, bazen de “yarı başkanlık rejimi” tanımlaması uygun görülmektedir. Oysa cumhurbaşkanının yetki ve görevleri dikkate alındığında parlamenter rejim tanımlaması yapmanın, göreve geliş koşulları dikkate alındığında ise yarı başkanlık ifadesi kullanmanın çok zor olduğu açıktır. Bu yönüyle dikkate alındığında 1909 değişiklikleriyle birlikte Kanun-i Esasi’nin 1982 Anayasası’na oranla parlamenter niteliğinin daha ağır bastığı rahatlıkla ileri sürülebilir.
1982 Anayasası’nın 104. maddesi cumhurbaşkanının görevlerini yasama, yürütme ve yargıya ilişkin olanlar şeklinde sıralamıştır. Gerekli gördüğünde TBMM’yi olağanüstü toplantıya çağırmak ve açış konuşması yapmak, kanunları yayımlamak veya tekrar görüşülmek üzere parlamentoya iade etmek gibi görevleri aynen Kanun-i Esasi metninde de yer almaktadır. Anayasamızın bu kısmının son fıkrasındaki TBMM seçimlerinin yenilenmesine ilişkin hükmü ise Kanun-i Esasi’yi de aratır niteliktedir. Anayasanın 116. maddesi cumhurbaşkanının, hükümetin kurulamaması ile ilgili bir kriz yaşanması durumunda TBMM seçimlerinin yenilenmesi kararını vereceğini belirtmektedir. Teorik olarak, seçim sonrası oluşan TBMM yapısından rahatsız olan bir cumhurbaşkanının bu türden bir krizi yaratması ise her an mümkündür. Çünkü anayasaya göre, cumhurbaşkanı yeni hükümetin kurulması görevini herhangi bir milletvekiline verme hakkına sahiptir. Güvenoyu alma ihtimali bulunmayan bir milletvekilinin hükümeti kurmakla görevlendirilmesi ise cumhurbaşkanına TBMM seçimlerini yenileme kararı için gerekli fırsatı verecektir. Bu yönüyle 1982 Anayasası’ndaki cumhurbaşkanı, Kanun-i Esasi’nin padişahından daha yetkindir.
Parlamenter Rejimin Doğasına Aykırı
Anayasamızın 104. maddesindeki cumhurbaşkanının yürütmeye ilişkin görevleri özellikle ‘sorumsuzluğu’ düşünüldüğünde parlamenter rejimin doğası ile önemli oranda çelişmektedir. Bu maddedeki görevler 1924 ve 1961 anayasaları ve hatta Kanun-i Esasi ile dahi kıyaslanamayacak ölçüde fazladır. Gerektiğinde Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmek ve MGK’yı toplantıya çağırmak, TSK’nın kullanılmasına karar vermek gibi yetkiler ile cumhurbaşkanına bağlı olarak çalışan Devlet Denetleme Kurulu’nun varlığı ve statüsü bu çerçevede yeniden tartışılmalıdır. Yine aynı kısımda yer alan YÖK üyelerini ve üniversite rektörlerini seçme yetkisi ise özerklikle bağdaşmadığı gibi, üniversitelerin siyasallaşmasının da aracıdır. Cumhurbaşkanlarının siyasal kimliklerinin tarafsızlıklarının önünde yer aldığına ilişkin eleştiriler ışığında, bu yetki de tartışılmalıdır.
Cumhurbaşkanının yargıya ilişkin görevleri ise; Anayasa Mahkemesi üyelerinin tamamını, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Başsavcı vekilini, Askeri Yargıtay üyelerini ve Askeri Yüksek İdare Mahkeme üyelerini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyelerini seçmek olarak sayılmıştır. Dikkatle bakıldığında Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere tüm yüksek mahkemelerin cumhurbaşkanı tarafından şekillendirildiği görülmektedir. Ayrıca anayasaya göre yargı mensuplarının atama, tayin ve terfi gibi tüm özlük haklarını belirleyen HSYK üyeleri de cumhurbaşkanınca belirlenmektedir. Oysa Kanun-i Esasi’de Padişahın yargıya ilişkin hiçbir görevinden bahsedilmez.
Yeni “Acil Eylem Planı” İçinde Yapılması Gerekenler
Sistem içinde bu denli önemli görevler üstlenmesine rağmen, anayasamızın 105. maddesindeki cumhurbaşkanının sorumsuzluğuna ilişkin düzenleme de adeta onun hata yapma riskinden uzak, ilahî niteliklerle donatılmış bir kişi olduğunu ima etmektedir ki Kanun-i Esasi de aynı nitelemeyi yapar ve padişahın kutsal ve sorumsuz olduğunu belirtir. Bu yönüyle bakıldığında aslında 1982 Anayasası’ndaki cumhurbaşkanı ifadesi yerine Duverger’in “cumhuriyetçi monarşi” benzetmesini çağrıştıracak biçimde, cumhurun padişahı ya da biraz daha kısaltarak cumhurpadişah ifadesini önermek yanlış olmayacaktır.
Öte yandan, 1982 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemde Turgut Özal başta olmak üzere hemen tüm başbakanların “cumhurbaşkanının, çalışmalarına engel olduğuna” dair eleştirilerde bulunduğu hatırlanmalıdır. AK Partili parlamento çoğunluğunun seçeceği cumhurbaşkanının da önümüzdeki 7 yıllık görev süresi içinde kurulacak hükümetlerle benzer sorunlar yaşayacağı açıktır. En azından aktif siyasetin içinden gelen bir cumhurbaşkanının, bulunduğu konumdan tatmin olmayacağını, anayasanın kendisine verdiği yetkileri etkin bir biçimde kullanmak isteyeceğini ve siyasal hayata müdahale edeceğini yaşadığımız örnekler sayesinde iddia etmek bir kehanet olmasa gerek.
Kim Olacağı Değil Yetkileri Tartışılmalı
Bütün bu nedenlerle, önümüzdeki süreçte demokratik devlet yapısının güçlendirilmesi, seçilmişlerin iktidarının ve üstünlüğünün sağlanabilmesi için, kimin cumhurbaşkanı olacağından çok, mevcut anayasal yapı içinde cumhurbaşkanının olağandışı yetkilerinin tartışılması gerekmektedir. Bu konuda kendisini en çok sorumlu hissetmesi gereken ise önemli bir parlamento çoğunluğuna sahip AK Parti’dir. 12 Eylül öncesi süreçte yaşanan cumhurbaşkanlığı seçimlerini anımsatan bir biçimde “Nasıl olsa mevcut düzen gereği kendi istediğimiz bir ismi cumhurbaşkanı seçeceğiz, bizim tüm sıkıntılarımız da ortadan kalkacak” yorumunu yapmak, sorumlu bir siyasetçilik örneği olmadığı gibi, ahlaki bakımdan da sorunludur.
Çözüm, cumhurpadişahlıktan cumhurbaşkanlığına geçiştir. Bu dönüşümün yaşanması için de şu değişiklikler üzerinde tartışılmalıdır: Cumhurbaşkanının seçimlerden birinci çıkan partiye hükümeti kurma görevi vermesi anayasal bir ilke haline getirilmelidir. Hükümeti kurmakla görevli başbakanın, başta bakanları olmak üzere önemli bürokratlarını seçme ve atama yetkisi olmalıdır. Anayasa Mahkemesi dahil, tüm yüksek yargı organlarının üye ve başkanlarının seçimle göreve gelmesi sağlanmalıdır. Yargı organları mensuplarının da tıpkı üniversite öğretim üyeleri gibi demokrasiye ihtiyaç duydukları ve kendi aralarında seçim yapabilecekleri unutulmamalıdır. Hem anayasada sayılan yüksek mahkemeler ve hem de başta YÖK üyeleri olmak üzere üniversite rektörlerinin seçim yoluyla göreve gelmelerine ilişkin anayasal değişiklikler bir an önce yapılmalıdır.
Paylaş
Tavsiye Et