Rus Basını / Nezavisimaya Gazeta
Çeviri: Vügar İmanbeyli
18 Haziran 2007 Artur Blinov
Gazze Şeridi’nde geçen hafta Filistinliler arasında yaşanan beş günlük savaş ve bunun sonucunda bölgenin Hamas militanlarınca kontrol altına alınması, Ortadoğu sorununun çözümü yönündeki perspektifleri yok etme riski taşıyor.
116 kişinin hayatına mal olan ve Filistin için de “aynen Irak!” değerlendirmelerinin yapılmasına yol açan bu çatışmalar sırasında, Hamas’ın askerî kanadı el-Kassam Tugayı militanları, Filistin Özerk Yönetimi birimlerini ele geçirdi. Buna cevap olarak da, Özerk Yönetim’in Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Gazze Şeridi’nde olağanüstü hal ilan edilmesini kararlaştırdı ve başbakanlığını Hamas lideri İsmail Haniye’nin yaptığı hükümeti feshedip Selam Fayad’ı yeni başbakan olarak atadı. Haniye ise bu kararları tanımayarak esir alınan el-Fetih hareketi üyelerinin serbest bırakılması direktifini verdi.
Halihazırda Hamas yetkilileri, Gazze’nin kontrolünü iade etmeyi düşünmüyorlar. Filistin’de 2006 parlamento seçimlerini Hamas’ın kazanmasıyla, yönetimde kendini gösteren iki başlılık, birbirine düşman grupların elde tuttuğu iki ayrı toprak parçasının ortaya çıkışına neden oldu. Bu durum Ortadoğu Barış Süreci’ni saf dışı bırakabileceği gibi, savaşçılardan/militanlardan başka kimsenin kontrol edemeyeceği yeni bir sınır şeridinin de meydana gelmesine neden olabilir. Nitekim Batılı medya Gazze Şeridi’ni, Hamasistan olarak adlandırmaya başladı bile.
Barış girişimleri çok uzun zamandır devam etmesine rağmen, Ortadoğu sorununun çözümüne henüz yaklaşıldığı bile söylenemez. Bu süreçte 14 yıllık Oslo Antlaşması uygulanmazken; “Yol Haritası” ise yerinden dahi kımıldatılmadı. Bütün bunlar Filistin Özerk Yönetimi’ndeki el-Fetih liderlerinin saygınlığını yitirmesine neden oldu. Sonuçta da Filistin ‘sokakları’ seçimlerde Hamas’a yöneldiler.
2006 parlamento seçimleri sonrasında Filistinlilere karşı Tel Aviv ve Washington’un başvurduğu baskılar -sözgelimi Filistin Özerk Yönetimi’ni finansal yönden ablukaya almak- da geri tepti. Bütün bunlar, Filistinlilerin kendi aralarındaki düşmanlığı derinleştirirken; Amerikalı ve İsraillilerin hesap ettiklerinin aksine, Hamas’ın değil, el-Fetih’in gücünü sarstı.
ABD ve İsrail politikalarının yanlışlığına, istifa eden BM Ortadoğu Özel Temsilci Alvaro De Soto da işaret ediyor. İngiliz The Guardian gazetesinde yer alan haberde, De Soto’nun BM üst düzey yetkilileri için hazırladığı gizli raporda Tel Aviv ve Washington’un Hamas ile temastan kaçınma ve Filistin Özerk Yönetimi’ne mali baskı yapma politikasının mevcut ortamın daha da gerilmesine yol açtığı kaydediliyor. De Soto’ya göre Amerikan-İsrail tavrına boyun eğen “Ortadoğu Dörtlüsü” üyeleri yani Ortadoğu sorunu ile ilgili uluslararası aracılar ve BM Genel Sekreteri de kendilerinden bekleneni yerine getiremediler. Rus diplomasisi de bu konuda iki arada bir derede kalmış durumda. Rus diplomatların Hamas liderleri ile diyalog kurma teşebbüsleri, ‘Dörtlü’nün diğer üyelerince desteklenmedi ve sonuçsuz kaldı.
‘Dörtlü’, Hamas’ın eylemini kınadı ve hükümetin değiştirilmesi hususunda Abbas’ın kararını destekledi. Şimdi ise Washington’da İsrail Başbakanı Ehud Olmert başkanlığında Amerika ve İsrail acil istişare toplantıları yapılıyor. Bu arada, İsrail yönetiminin Hamas’ı Gazze Şeridi’nde halkla yalnız başına, ama beş parasız bırakmayı istediği, ayrıca Gazze’ye yönelik büyük bir askerî operasyon yapmaya hazırlandığı da biliniyor. Washington ise öncelikle Mısır ve Suudi Arabistan gibi ılımlı Arap rejimleri vasıtasıyla Hamas’ı etkileme niyetinde. Bu planların ne kadar kusurlu olduklarını fark etmek hiç de zor değil. Hatta Mahmud Abbas’a Batı tarafından yardım edilmesi bile çok geç kalmış bir adım. Dahası, bu yardım, İslamcıların ona yönelttikleri suçlamaları daha da pekiştirecek gibi görünüyor.
Gazze Şeridi’nin mali açıdan ablukaya alınmasına gelince, şüphesiz ki bu durum, meşru olmayan yollarla kaynak ve silah temin etmeyi başaran Hamas’a ve liderlerine değil, oradaki halka zarar verecektir. Mısır ve Suudi Arabistan’ın Hamas’ı büyük ölçüde etkilemesini beklemek de zordur. Çünkü Hamas muhtemelen sponsoru olan İran’ı dinleyecektir. Ve son olarak, İsrail ordusunun düzenleyeceği yeni bir operasyonla da tıpkı daha öncekilerde olduğu gibi hayatını kaybeden insanlarla ilgili yeni bir istatistikten başka bir şey elde edilemeyecektir.
Tavsiye Et
İngiliz Basını / The Sunday Telegraph
Çeviri: Cihat Arınç
24 Haziran 2007 Niall Ferguson
Geçen hafta yüzlerce Avrupalının Waterloo Savaşı (1815)’nı canlandırmalarını seyrettim. Bu daha ziyade gerçeküstü bir deneyimdi. Kusursuz bir şekilde Napolyon döneminin askerî üniformalarına bürünmüş olan bu savaşçılar, savaştan bir önceki geceyi dönemin kendine has çadırlarında, gerçeğine çok benzeyen tüfeklerini parlatarak geçirdiler. Şafak sökerken kamp ateşi yaktılar ve saldırıya geçmek için hazırlandılar. 21 Haziran’da ise Avrupa Birliği liderleri sadece bir değil, birçok tarihî savaşı canlandırmak için bir araya geldiler. Polonya’yı yöneten Kaczynski ikizleri, İkinci Dünya Savaşı’nı yeniden sahnelemeye karar verdiler. Başbakan Jaroslaw Kaczynski, oldukça önemli olan AB Bakanlar Konseyi’ndeki oy ağırlıklarının, 1939-45 arasında ülkelerin verdikleri can kayıpları dikkate alınarak ayarlanabileceğini savundu.
İngiliz ikiz kardeşler Başbakan Tony Blair ile onun yerini almaya hazırlanan Maliye Bakanı Gordon Brown ise bu sırada bir başka yeniden sahneleme, yani Maastricht Savaşı (1992) için uğraşıyor ve özgür İngilizler olarak doğal haklarını satmakla suçlanabilecekleri korkusuyla AB yönetiminde yapılması önerilen değişikliklerden kendilerini bir şekilde kurtarabilmenin yollarını arıyorlardı.
Şimdi, ben her türlü tarihî olayı yeniden sahnelemekten yanayım. Şayet insanlar canlandırmalar vesilesiyle gerçek savaşları gözden geçirmek hususunda fikir birliğine varmış olsalardı, bütün sorunlarımız tamamen ortadan kalkardı. Şunu bir hayal edin: Hamas ve el-Fetih, aralarındaki eften püften sorunları ortadan kaldırmak için her yıl Gazze’de, Sünni ve Şii Iraklılar da oyuncak arabaları patlatmak için her yıl Bağdat’ta bir araya geliyorlar. Heyhat! Geçen hafta Brüksel’deki yeniden sahneleme faaliyeti, bütün bunlardan çok daha anlamsızdı.
Şimdi Polonyalıların niçin iki yıl önce Fransızlar ve Hollandalılar tarafından reddedilen Avrupa Anayasası’na karşı direndiklerini anlayabiliyorum -ki bu Anayasa şimdilerde Alman Şansölye Angela Merkel tarafından sadece bir “reform anlaşması” olarak muzaffer bir edayla yeniden diriltiliyor. 2001 senesinde Nice’te temelleri atılan mevcut düzenlemelere göre Polonyalıların halihazırda Bakanlar Konseyi’nde Almanlar kadar büyük bir oy hakkı var.
Küçük Nicolas’ın da, tıpkı Waterloo’da bozguna uğrayan bir diğer minik Fransız lideri gibi, olan biteni izlemeye ihtiyacı var. Zira Sarkozy’nin, AB’nin ticaret konusunda çok liberal olduğu yönündeki eleştirisi, onun özünde eski moda bir Kıta Avrupası korumacısı olduğunu gösteriyor. Bu noktada İngiliz Euro-septiklerinin (Avrupa şüphecileri), Brüksel’in yetkilerinin azalmasının, Londra’nın olduğu kadar Paris’in de daha fazla yetkiye sahip olması anlamına geldiğini hatırlarından çıkarmamaları gerekiyor.
Dünya büyük, kötü bir yer; Avrupa devletlerinin görece önemi, her geçen yıl ekonomik ve demografik olarak azalıyor. Avrupa tek ses olarak konuştuğunda bile, ticari liberalleşmenin hızını devam ettirmek oldukça zor. Öteki alanlarda ise AB sadece ihmal edilebilir bir kütle olmaktan öteye geçemiyor. Tercih bundan sonra ulusal dış politikalar ile bir Avrupa dış politikası arasında değil, ulusal yetersizlik ile ortak nüfuz arasında yapılacaktır.
Ancak Avrupa’nın tamamında kimlik siyasetleri, ferdiyetçi ekonomilerin zaferini tehdit ediyor. Bunu, Avrupa ülkelerindeki seçmenlerin %40 (Avusturya) ile %80 (Macaristan) arasında değişen oranlarda, yabancı işçilere katı sınırlamalar getirilmesinden yana olduklarını ortaya koyan anketlerde görebilirsiniz. Aynı şeyi yakın dönemde Almanya’daki risk fonları ile İngiltere’deki özel sermayeye yapılan popülist saldırılarda da görebilirsiniz; hepsinin ötesinde, en çok da Sarkozy’nin Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde elde ettiği başarıda.
Gelinen noktada bu insanların hangi savaşı canlandırdıklarından pek de emin değilim. Kim bilir, belki de gerçekten Waterloo’yu canlandırıyorlardır.
Tavsiye Et