Saygı ve İtibar Yokluğu CUMHURİYET tarihimizde anlamlı bir gezintiye çıktığımızda karşımıza çıkacak en belirgin özelliklerden birisi, devletin soylularının topluma tepeden bakışının yanı başında değişik sosyal çevrelerde devleti ve onun soylularını temsil eden kurum ve göreneklere karşı korku dolu bir saygı merasimidir. Bu durum 1923-1960 yılları arasında özellikle milli günlerdeki kutlamalarda en somut şekilleriyle karşımıza çıkar. 1960 askerî darbesinin ardından biri başbakan ikisi de önemli bakan olmak üzere üç milletvekilinin darağacına çekilip ibreti âlem için teşhir edilmesinden sonra karşılıklı toplumsal saygının temel kuralları da kaybedilmiştir. Sosyal ve siyasal hayatımız açısından artık telafisi imkansız bir durumdur bu.
Sosyolog Richard Sennett Eşit Olmayan Bir Dünyada: Saygı isimli eserinde saygı kavramının kapsamlı fenomenolojisini yaparken uzun uzun ABD’de İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan “saygının toplumsal kıtlığının kasvetli sonuçları”ndan bahseder. Sosyolog Pierre Bourdieu 1950’li yıllarda Cezayir’de araştırmalar yaparken Kabil bölgesinde şöyle yaygın bir sözün varlığına dikkatimizi çeker: “İnsan, insanlar aracılığıyla insandır; yalnızca Allah tektir” (Argaz sirgazen; Rabbi imanis). Buradaki ‘insan’, büyük ölçüde itibarlı insanları işaret eder. Sennett, bu sözde ifade edilen gerçeği şöyle yorumlar: Eğer bir toplumda saygı ifade eden davranışlar azsa ve bunun kültürel dağıtımı eşitsizse, saygının toplumsal ve psikolojik anlamları karmaşıklaşır, saygı ifade eden davranış ve fiiller anlaşılmaz bir hal alır ve daha talepkârlaşır. Bir başka deyişle, saygının ve saygınlığın berraklığı bulanıklaşır ve karşılıklılığı zedelenir.
Büyük düşünür Bourdieu, sosyal eylem açıklamasının temeline, Pascal’dan da ilhamla, insanın itibar arayışının ontolojik zorunluluğuyla ilgili tezlerini koyar. Ona göre, insanların ve sosyal grupların eylemlerinin motivasyonunun temelinde çoğunlukla şu basit ilke yatar: Saygı duyulan, muteber bir insan olmalıyım; çünkü bu oyun oynanmaya değer. İtibarı olmayanın sözü de olmuyor ya da basit bir ifade ile sözü mümkün olduğunca bastırılıp kapatılıyor. Bu anlamda pek çok sosyal organizasyon, öncelikli olarak itibar kaynakları ve kurumlarını (muteberlik kıstaslarını), ayrıca “karşılıklı sembolik kabul”ün kurallarını tayin edecek mekanizmaları denetlemeye yönelir. Bir insanın, sosyal grubun veya sosyal hareketin itibarını yok etmek onu öldürmekle eşanlamlı sayılabilir. Bourdieu’nün deyişiyle, şiddetin en acımasız türlerinden olan “sembolik şiddet”in en katı ve sert formudur bu tür durumlar.
Muteber Olamayan Mamul Yurttaşlar
27 Mayıs 1960 darbesi Türkiye’de itibar ve saygının sosyal temellerini o kadar derinden sakatlamıştır ki, bugün artık hiçbir toplumsal grup veya hareket neyi, niçin savunduğunu; kendini ifade ederken hangi ilkelere hangi nedenlerle yaslandığını kavrayamayacak kadar bilişsel bir kargaşa içindedir. Türkiye’de yurttaşlar özgür topraklarda büyüyen gürbüz ve dinç varlıklar olmaktan ziyade bin bir kaygı (aman oğlum/kızım kimseyle işin olmasın sen kendi işine bak), endişe (acaba bunu böyle yaparsam, derin devlet ne tepki verir), oto-sansür (zaten âlemle gelen düğün bayram, ne diye her şeye burnumu sokayım) mekanizmalarının labirentlerinde yetişen ‘saksı’ bitkilerine benzetilebilir. İnsanların kendi sesini bulamamış olduğu, bulmaya çalışacak adımlar attığında ise ülke menfaatlerine, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan dönemlere denk geldiği için, insanı eksik adım bırakan bir sosyal ve siyasal iklim altında yaşıyoruz. Devlet merceğinde bir türlü istenen kıraate ulaşmayı beceremeyen yurttaşlarımız, hep bir gizli zanlı muamelesi görmekten kurtulamıyor. Devlet partilerinin, onların sivil ve bürokratik soylularının, mamul yurttaşları gerekli özelliklerde yetiştirmek için seçme mekanizmalarına özenle yerleştirdikleri bin bir türlü sembolik şiddet aracı ve formu, şekilsiz bir insan malzemesi olarak çıktılar veriyor. Çünkü insanı ta en baştan özgür varsaymıyor siyasal sistemimiz. Böyle olunca da bütün ‘ses’ler birbirine karışıyor. Hayat tarzları siyasal mücadelenin konusu haline getirilip, insan bedeni (bedenimizi nasıl kullandığımız, nasıl örttüğümüz, nerelerde takıldığımız) bin bir türlü gerilimin çatışma alanı haline sokuluyor. İnsanlar kendileri olarak, yani ahlaki ve siyasi olarak ‘kendilik’lerini keşfederek, kendilerini muteber kılmaya çalışırken devlet soylularının itibar ve saygı skalasının dışına çıkıveriyorlar.
Örneğin CHP lideri Deniz Baykal cumhurbaşkanını ‘halk’ın seçmesinin rejimi yıkabileceğini söylerken, partisinin ismini unutuyor. Şimdi bu sözü nasıl anlamalı: Partisinin adını aldığı halk, seçme hakkını kullanırsa ülkenin kaosa sürükleneceğini bilen bir halkçının uyarısı olarak mı, yoksa aşırı ironi yüklemesi yapılmış bir politikacının bizi koltuk altından gıdıklama denemesi olarak mı? Bu sözü, saygı ve itibar kavramlarının anlamsızlaşmasının kristalleşmesi olarak görebiliriz. Halk, halkçı partinin başkanının gözünde, tüm saygınlığını ve itibarını yitirmiş bir yığın olarak beliriyor. Bir profesör hanımefendi, çocuklarımızın namaz kılmalarıyla bale yapmalarının karşıt kutupları temsil eden eylemler olduğunu söylüyor. 1 Mayıs’ta işçiler tekme tokat dövülüyor, biber gazlarıyla adeta zehir soluma işkencesine tabi tutuluyor. Hrant Dink hepimizin gözleri önünde hunharca katlediliyor. Malatya’da vahşet sınır tanımadan insan haysiyetini ayaklar altına alarak kol geziyor. “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu günlerde”, memlekette saygı ve itibar ağır bir biçimde dinamitleniyor.
Paylaş
Tavsiye Et