Lübnan Hâlâ Başsız ANNAPOLİS’İN ilk test alanı Lübnan’dı; zira üç gün sonra, daha önce defalarca ertelenen cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılması bekleniyordu. Tarafların üç ay sonra, Lübnan Ordu Komutanı General Mişel Süleyman üzerinde uzlaşılabilmesi Annapolis sonrası bölgede bazı değişimler yaşanacağı umuduna neden oldu. Zira Suriye’ye yakınlığı ile bilinen Süleyman’ın adaylığına Batı taraftarı iktidar ABD’nin baskısıyla yeşil ışık yakmak zorunda kalmıştı. Ancak bu uzlaşma seçimin yapılmasını sağlayamadı.
Bu noktada Batı taraftarı iktidar ile Suriye taraftarı muhalefet arasında son bir senedir zirveye çıkan gerilime değinmek gerekir. Eylül 2004’te yapılan bir önceki cumhurbaşkanlığı seçimiyle başlayan ve ülkeyi derin bir ayrışmaya sürükleyen Hariri suikastı ile devam eden siyasi gerilimde Batı taraftarları lehine işleyen süreç, 2006 yazında yaşanan Hizbullah-İsrail Savaşı’yla değişti. Hizbullah İsrail’e karşı askerî başarısını siyasi alanda taçlandırmak istedi. Aslında bu bir zorunluluktu; aksi takdirde ateşkesin yolunu açan BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararı uyarınca silahsızlandırılmasını öngören madde işletilebilirdi. Hizbullah, diğer Suriye taraftarlarını da yanına alarak, muhalefete veto yetkisi verecek bir milli mutabakat hükümeti kurulması ve seçim yasasının değiştirilerek cumhurbaşkanlığı seçimlerinden evvel erken genel seçime gidilmesi çağrısında bulundu. Muhalefetin taleplerini hükümetin reddetmesi üzerine Kasım 2006’da kabinedeki Şii bakanların tümü istifa etti. Böylece tüm mezheplerin temsilini öngören anayasa hükmü uyarınca Fuad Sinyora hükümeti meşruiyetini kaybetti. Ardından muhalefet sokağa döküldü; hükümeti düşürmek için Başbakanlığın önünde yapılan oturma eylemi bir senedir devam ediyor. Yine Meclis, hükümetin ve aldığı bütün kararların gayrimeşru olduğu gerekçesiyle bir senedir toplanamıyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci siyasi sistemin tamamen tıkalı olduğu böyle bir ortamda başladı. Uzlaşma talebine iktidarın kayıtsız kalması üzerine muhalefet, Meclis oturumlarını boykot etti. Tarafların aralarını bulmak için pek çok ülke devreye girse de başarılı olamadılar. 23 Kasım’da mevcut Cumhurbaşkanı Emile Lahud’un görev süresi doldu ve Anayasa gereği tüm yetkileri otomatikman hükümete geçti. İşte böyle bir ortamda üç yıldır yaşanmakta olan siyasi gerilimlerde ordunun tarafsızlığını sağladığı için kamuoyunun saygısını kazanan Süleyman’ın adaylığı üzerine varılan uzlaşma bir umut ışığı oldu. Ancak bu kez de Süleyman’ın seçilebilmesi için yapılması gereken Anayasa değişikliği muhalefete takıldı. Muhalefet meşru bir hükümet kurulması için bastırıyor ve iktidarın kabul etmesi ihtimali çok düşük olan şartlar öne sürüyor.
İktidar ile muhalefet güçleri arasındaki denklik, sistemin çıkmaza girmesinde önemli sebeplerden biri. Erken genel seçime gidilmesinin sistemi rahatlatacağı aşikâr; ancak seçimden Suriye taraftarı muhalefetin zaferle çıkacağı da ortada. Bu ise, Mart 2005’teki Sedir Devrimi ile ABD’nin “yeni Ortadoğu”sunun önemli kalelerinden biri haline gelen Lübnan’ın yeniden Suriye-İran nüfuzuna terk edilmesi anlamına gelir ki bu, bölgede ABD’ye güvenerek ortaya çıkan hareketleri bir kez daha sükut-u hayale uğratır. Öte yandan Suriye, yeterince taviz koparması karşılığında -ki bu muhtemelen Lübnan’ın tekrar kendisine ‘emanet’ edilmesi olacaktır- bölge politikaları iflas eden Washington yönetiminin farklı alanlarda yüzünü güldürecek bazı adımlar atabilir.
Sonuç olarak Lübnan’da üç senedir yaşanmakta olan gerilimin başlangıcı da nihai noktası da cumhurbaşkanlığı seçimleriydi. Zira seçim sonuçları, sadece Lübnan içinde yaşanan rekabetin değil, bölgesel nüfuz mücadelesinin de istikametini tayin edecek kadar önemli. Çünkü Arap-İsrail çatışmasından ABD-İran/ABD-Suriye mücadelesine ve hatta Sünni-Şii gerilimine kadar tüm bölgesel problemler, ister istemez, birbirinden farklı idealleri ve çıkarları olan 17 ayrı etnik ve dinî gruba ev sahipliği yapan bu küçücük ülkeye yansıyor. Önümüzdeki günlerde Lübnan’da her şey olabilir. Eğer dış güçlerin çıkarları farklı alanlarda kesişirse cumhurbaşkanlığı krizi iç aktörlere yapılacak baskıyla çözülebilir; yok eğer çözülmezse, o takdirde Lübnan yine dış güçlerin kozlarını paylaşacağı yeni bir iç savaşa sürüklenebilir. Bu noktada Lübnanlılar, ABD’nin Suriye ve İran’a ilişkin nihai kararını bekliyorlar.
Filistin’de Barış Yolu Tıkalı
Annapolis’te varılan karar uyarınca, Filistin ile İsrail arasında yedi senedir askıda olan “barış müzakereleri” 12 Aralık’ta başladı. Ancak ‘müzakere’ masasına oturan İsrail adeta muhatabıyla dalga geçiyordu. Bir yanda Gazze’ye yönelik ardı arkası kesilmeyen saldırıları, diğer yanda Doğu Kudüs’te Yahudi yerleşimini genişletme kararı (ki bölgenin Batı Şeria ile bağlantısı tamamen kesilecek), öte yanda uluslararası tepkiler karşısında durdurmak zorunda kaldığı Harem-i Şerif avlusundaki kazı çalışmalarına tekrar başlanması talimatı… Aslında İsrail hükümetinin daha masaya oturmadan aldığı bu kararlar hiç de şaşırtıcı değil. Zira 90’lı yıllar boyunca yapılan barış görüşmelerinde de benzer gelişmeler yaşanmıştı. Belki tek şaşırtıcı olan bu kararların Annapolis’ten sadece birkaç gün sonra alınması ve tabii başta Arap dünyası olmak üzere uluslararası toplumun bu kararlar karşısında sus-pus olması. Bu da İsrail’in, ilk kez Arap ülkeleri ile aynı masaya oturduğu Annapolis’le, barıştan ziyade bölgede meşruiyetini sağlama ve oldubittilerine ses çıkarılmasını engelleme hedeflerine bir ölçüde ulaştığını ortaya koyuyor.
Aslında Annapolis sonrası bu yaşananlar sadece bir başlangıç. Zira İsrail, Gazze’ye oldukça geniş kapsamlı yeni bir saldırının hazırlıklarını yapıyor. Eylül ayında Gazze’yi “düşman bölge” ilan eden İsrail yönetimini şimdiye kadar bundan alıkoyan, ABD’nin estirdiği barış rüzgarlarıydı; tabii bir de Hizbullah’la yaptığı savaşta yaşadığı başarısızlığın sebeplerini soruşturan Winograd Komisyonu’nun nihai raporunu açıklanmak üzere olması. Zira bu raporla Başbakan Ehud Olmert koltuğunu kaybedebilir. Gazze’ye topyekun bir saldırı durumunda barış görüşmelerinin devam edip etmeyeceği ise merak konusu.
İlk “barış müzakeresi” böyle bir atmosferde gerçekleşirken, Mart 2006’dan bu yana Filistin’e diplomatik ve mali tecrit uygulayarak Filistin halkını perişan eden uluslararası toplum adeta günah çıkartırcasına Paris’te bir araya geldi. Amacı 2008’de kurulması vaat edilen Filistin devletinin sembolik ve mali temellerini atmak olan konferansta, üç yıl içinde 7,4 milyar dolar verilmesi taahhüt edildi. Gazze’yi tecridin ağırlaştığı ve İsrail işgalinin devam ettiği bir ortamda dış dünyanın yapacağı yardım önemli olsa da ne derece amacına ulaşacağı meçhul. Zira bugüne kadar yaşanageldiği üzere Filistin ekonomisini güçlendirmek için yapılan her yatırım ve yardım, ‘terörist’ avındaki İsrail bombalarının ve buldozerlerinin altında yerle bir oldu.
Paylaş
Tavsiye Et