ÇİĞDEM Kağıtçıbaşı bir röportajında “Kur’ân’ın ilgili kısımlarını daha dün akşam İngilizcesinden bir daha okudum. Yok böyle bir emir Kur’ân’da” diyerek başörtüsü yasağını dinî kaynaklarda temellendirerek savunuyor (Milliyet, 11.02.2008). Canan Barlas köşesinden, Deniz Baykal mikrofonlardan dindarlardan daha malumatfuruş bir edayla ayet, hadis naklediyor. Başörtüsü yasağının kalkmasını isteyenlerse demokrasi, özgürlük, insan hakları, kadın hakları ve demokratik-liberal vatandaşlık gibi kavramlar üzerinden meşrulaştırıyorlar taleplerini. Burada ciddi bir çelişki var aslında. Dindarlar seküler terminolojiye, seküler olanlar ise dinî terminolojiye müracaat ediyor.
Dindarların demokratikleşip tartışmaya açıldığı bir ortamda sekülerlerin tutuculaşması olarak okunabilir bu durum. Diğer taraftan başka türlü bir okuma da mümkün. Dindarlar seküler terminolojiye müracaat ediyorlar; çünkü kimlik siyasetinin hâkim olduğu siyasal ortamda doğrudan dine referansla kendini izah etmek zor. İnananın değerler sistemini alt üst etse de dine referansla değil; ancak azınlık haklarına, kadınların tercih hakkına, hayat tarzını seçme özgürlüğüne vs. atıfla kendisini izah eden bir dil gelişiyor. Başörtüsü tartışmaları esnasında Müslümanların değerler sisteminde öncelikli olması gereken adalet kavramı, yerini çok tartışmalı olan özgürlük kavramına bırakıyor. Hızdan kaynaklanan telaş nedeniyle dikkatimizi fazla çekmeyen ciddi bir fikrî dönüşüm yaşanıyor. Bu konunun sadece ciddiyetine işaret edip, değerlendirilmesini ehline bırakalım.
Dindarlarla sekülerlerin garip bir şekilde yer değiştirmiş gibi görünmesini, sekülerler açısından şöyle anlayabiliriz: Ders kitaplarında sekülerlik, dinlere eşit mesafede, herkesin istediği şekilde inanıp yaşayacağı bir sistem olarak tanımlansa da aslında dinin belli bir tanımını, dindarların belli öznelliklerini önceleyen bir sistem. Türkiye’deki laiklik tecrübesinde çok açık görüldüğü üzere pozitivist ön kabullere uyan, örtünme gibi “çağdışı” bir uygulamayla bizi Batı karşısında ezikliğe mahkum etmeyen, tarihte bizi geri bırakan hurafelerinden arındırılmış, “içimizin temizliği”ne havale edilmiş bir din, sekülerlerin istediği. Bu sebeple, asla başını örtmek gibi bir ihtimalin söz konusu olmadığı, hayatında hiçbir zaman Kur’ân’a müracaatla görüş ve tavır belirlemediği halde, bir röportaj öncesi Kur’ân’ın İngilizcesine müracaat eden hocamın (üniversitede kendisinden birkaç dönem psikoloji dersleri almıştım) gayretkeşliğini bu çerçevede değerlendirmek gerek. Yani başını örtmek sadece başını örtenlerin meselesi değil. “Herkes”in meselesi. Bu “herkes”e, Türkiye’de başörtüsünü dinî vecibe gereği örtmek isteyenlerin yanı sıra başörtüsü üzerinden lehte veya aleyhte siyaset yapmak isteyenler de kendini ateist, laik vs. tanımlayanlar da dâhil.
Bu “herkes” Türkiye ile sınırlı da değil. Küreselleşen dünyada Müslümanların başörtüsünde sembolleşen cinsiyet ilişkileri, sadece Müslümanları değil “herkes”i ilgilendiriyor. Üniversitelerde başörtüsünün serbest olmasını demokratik bir hak olarak savunanlar, Avrupa ve Amerika’daki uygulamaya atıfta bulunmakta haklılar elbette. Fakat bu, Türkiye dışında başörtüsü etrafında bir tartışma olmadığı anlamına gelmiyor. Başörtüsü tüm dünyada yükselen İslam’ın, 11 Eylül sonrası terörün sembolü ve Avrupa ırkçılığının yeni tarzı olan “İslam korkusu”nun hedeflerinden biri haline gelmiş durumda.
Bu sembolleştirmenin tarihi ise oryantalizm ve sömürgecilikle malul. Avrupalıların Müslüman ülkelere sömürgeci güçler olarak yerleşmeleri ile ezilmiş, ikincilleştirilmiş Müslüman kadın imajının yükselişi aynı döneme rastlar. Bu dönemden itibaren örtü, sadece ve sadece İslam’la bağlantılı bir giysi, bir sembol, bir anlam taşıyıcısına dönüşür. Ve modern dönemin başlangıcından itibaren, örtü ile irtibatlı olmayan bir Müslüman kadın temsili nerede ise imkansız hale gelir Batılı anlatıda. 19 yüzyıl sömürgeciliğinde bu anlatı çok işlevsel bir role sahiptir. Avrupa’nın medeni, “dünyanın geri kalanı”nın ise vahşi olduğunu, bu nedenle tekdir ile olmazsa kötek ile yola getirilmeyi hak ettiklerini gösteren bir semboldür. “Kapatılmış kadın”, bütün bir kültürün sivillik, eşit vatandaşlık gibi medeni dünyaya has özelliklerden yoksunluğunun göstergesi olarak kodlanır. Sömürgeciliğin meşrulaştırılmasında önemli bir işlevi olan kadınların peçeden kurtarılması hedefi, 11 Eylül sonrası Afganistan’ın bombalanması esnasında da telaffuz edilmişti. Bu da gösteriyor ki 19. yüzyıl emperyalizmi ile günümüz uluslararası ilişkileri birbirinden pek de bağımsız değil.
Batılı sosyal bilim geleneği de bu imajı miras alır. Batılı akademik yaklaşım, Müslüman kadınları homojen bir grup olarak görür ve daha ziyade örtünme ile ilişkilendirilen homojen bir ezilme nosyonunu benimser. Bu ortalama Müslüman kadın imajı şeklindeki temsil de, öte yandan, (zımnen) başka bir temsili daha destekler; Batılı kadının modern, kendi cinsellik ve bedeninin kontrolünü elinde tutan, kendi kararlarını kendi veren özne şeklindeki temsilini. Böyle olunca, söz konusu ilişki, normu oluşturan ayrıcalıklı ya da referans grup, yani Batılı kadın ile “öteki”, yani “ezilmiş Müslüman kadın” arasındaki ilişkiye dönüşür.
Fransa’daki başörtüsü tartışmalarında bu referans grubu, aynen bizdeki eski kuşak üniversite hocaları ve hayat tarzı tehdidi fobisinden muzdarip kadınlar gibi hemcinslerini örtüden kurtarma adına devletle işbirliği yaptı. Devlet ve kurumları, kadınların özgürleştirilmesi mücadelesinin bayraktarı olarak göçmen vatandaşlarını, yani “öteki”ni örtüden, yani ezilmeden, ikincilleştirmeden kurtarma çabası içindeydi.
İslam’ın kadınlar için ezici olduğu şeklindeki genel kanaat, akademik çalışma alanı olarak sürekliliğini muhafaza ediyor. Ve başörtüsü, hem İslam’ın cinsiyet ilişkilerini hem de küresel kültür karşısında İslam’ın direnen yüzünü temsil ettiği için bu tartışmaların merkezinde yer alıyor. Tüm bunlar da gösteriyor ki tartışmalar siyasaldır. Müslümanların kadın, eşitlik ve özgürlük çerçevesinde sürekli bir sorgulama ve dönüşme talebine muhatap olmaları ile 19. yüzyılda sömürgecilerin Müslüman kadınları peçelerinden kurtarma girişimi arasında pek bir fark yoktur.
Kısaca söylemek gerekirse, Türkiye’de bazı aklıevvellerin iddia ettiği gibi başörtüsü etrafındaki tartışma ve talepler, 1960’lardan sonra ortaya çıkan ve münhasıran dünya konjonktüründeki yeşil kuşak projesi, yükselen İslam gibi birtakım gelişmelerle açıklanabilecek bir mevzu değildir. Elbette konjonktürün şekillendirdiği bir boyutu da vardır. Fakat modernleşmeyi hangi nosyonlar üzerinden tecrübe ettiğimiz, Batı ve İslam dünyası arasındaki hegemonik ilişkinin Müslüman kadınlar üzerinden ifadesi, küreselleşen dünyada İslami sembollerin evrensellik iddiasındaki küresel değerlere karşıt bir konuma hapsedilişi gibi ezeli meselelerimizi netleştirmediğimiz sürece, tartışmaların kör dövüşünden öte gitmesi mümkün görünmüyor.
Örtünmek ya da örtünmemek… Son 150 yıldır hem Müslüman erkekler ve kadınlar hem de bunu kendisine mesele edinen oryantalistler, neo-oryantalistler, modernleşmeci elitler, reformist aydınlar, kadın hakları savunucuları örtünmeyi ve örtünme üzerinden de pek çok şeyi tartışıyor: Modernleşmeyi, laikliği, ilerlemeyi, kronolojik olarak önceleri medeni dünyaya, şimdilerde ise küresel kültüre uygunluk ve elverişliliği... Bu nedenle başörtüsü sadece onu örtenlerin değil, bir nevi “herkes”in meselesi. Ama arada bir fark var: I- Başını örten Müslüman kadınlar için, kendilerini bu dünyada konumlandırırken yaratıcıları ile kurdukları dikey ilişkinin bir teyidi. Bu açıdan varoluşsal ve uhrevi bir boyutu var. Ama böyle olması, yatay düzlemde de işlevlerinin olmadığı anlamına gelmiyor. Çünkü başörtüsü aynı zamanda toplumsal, siyasal ve kültürel birtakım örüntülerin hem saiki hem de ürünü. II- Türkiye’deki karşıt ve taraftarlar için ve dünyada örtüyü İslam’ın direnen yüzü olarak kodlayan stratejistler içinse, dünyevi siyasetlerinin bir aracı.
Paylaş
Tavsiye Et