1908 DEVRİMİ, sadece yukarıdan bir değişime veya bir İttihatçı darbesine indirgenemeyecek kadar geniş toplumsal desteğe sahip bir hareketi ifade ediyordu. İstibdat yönetimine karşı birlikte verilen bir mücadelenin ardından gelen 1908 Devrimi, çok partili demokrasinin yeşerebileceği bir sosyo-politik ortamın tesisi anlamını taşıyordu. Resmî tarihin anlattığının aksine, bizde çok partili hayata geçiş ve farklı siyasi kimliklerin yarıştığı bir siyasi ortamın tesisi, 1946’dan çok önceydi. (Bu bağlamda Cumhuriyet döneminde “çok partili hayata geçiş” ifadesi yanlış olup, Ahmet Kuyaş’ın isabetle belirttiği gibi “çok partili hayata dönüş” veya “yeniden geçiş” demek gerekir). İkinci Meşrutiyet sonrası, İttihat Terakki’nin yanında Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Ahrar Fırkası ve Osmanlı Sosyalist Fırkası gibi siyasi aktörlerin damgasını vurduğu, bugünkünden daha geniş bir siyasi yelpaze ve canlı bir siyasi tartışma ortamı tesis edilmiş ve görece istikrar içinde bir siyasi rekabet ve mücadele pratiği yaşanmıştı. Ona son veren de bize demokrasinin bol gelmesi değil, bir darbeydi. İttihatçıların Bâb-ı Âli baskınıydı. “Uğursuz bir günün yıldönümü” diye yazdı bir gazeteci. Ona göre 1908, Osmanlı’yı yıkan bir tarihî süreci ifade ediyordu. Bu yaklaşım, tarihi yanlış okuyarak bugünkü özgürlük taleplerini mahkum etmek için öteden beri kullanılan yanlış bir akıl yürütmeyi ifade ediyor. Çünkü yıkımı getiren özgürlük değil, yine/başka türden bir istibdattı; savaşa ve parçalanmaya kapı açan da 1908 Devrimi değil, 1913 Darbesi’ydi ve felaket olan özgürlükçü değil İttihatçı zihniyetti. Hâlâ da öyle.
Bugün, 1935’e kadar Hürriyet Bayramı olarak kutlanan, ama Tek Parti döneminde yasaklanan bir günü yeniden keşfediyoruz. Unutturulmak istenen bir devrimin, 1908 Devrimi’nin 100. yılını anıyoruz. Onu unutturmaya çalışmanın bugüne ilişkin sebepleri var. Mevcut resmî ideoloji, önceki dönemi her türlü kötülüğün kendisinde somutlaştığı bir ancien régime (eski rejim) olarak tasvir etmek istediği ve baştan beri demokrasiye soğuk baktığı için, bu topraklardaki en demokratik siyasi dönemi ve ortamı beraberinde getiren olayı görmezden geliyor. İttihatçılara karşı olan bazı muhafazakârlar da, İttihatçı terörünün alternatifinin istibdat olduğunu sanarak bu yanlışa katkıda bulunuyorlar. Abdülhamid iktidarının otoriter olduğu, İttihatçı yönetimin ise totaliter veya çok daha baskıcı bir düzeni, bir devlet terörünü ifade ettiği doğrudur; Abdülhamid dönemindeki baskının abartıldığı, özgürlük adına ona muhalefet eden pek çok kişi ve grubun özgürlükçü olmadıklarının sonradan ortaya çıktığı, onların istibdadı bile arattıkları da. Ama Said Nursi’den Mehmet Akif’e kadar pek çok demokrat İslamcının da içinde yer aldığı Meşrutiyet yanlıları için çözüm herhangi bir baskı rejimi değildi. Onların o dönemde diğer özgürlükçü aydınlar gibi aldıkları siyasi pozisyonu ve istibdada karşı verdikleri hürriyet mücadelesini darbe sonrası tarihe indirgemek hatalıdır. Onları en fazla, demokrasinin yeşerebileceği istikrarlı bir siyasi ortamı, meşruti monarşiyi koruyamadıkları veya tutarlı bir siyasi programa sahip olmadıkları için eleştirmek mümkündür; istibdada karşı çıktıkları için değil. Eğer Meşrutiyet’i gerçekleştiren kuşak sonrasındaki darbeyi engelleyebilmiş olsaydı, ülkeyi savaşa sokmaktan katliamlara kadar birçok felaket yaşanmayabilir ve belki de bugün pek çok Batı Avrupa ülkesindekine benzer bir demokratik rejim tesis edilmiş olabilirdi.
Ama olmadı. İstibdada karşı gösterilen kolektif mücadele, tutarlı bir ahlaki temele ve siyasi programa dayandırılamadı ve kaybedildi. İşte İkinci Meşrutiyet’in bugün ders alınması ve şimdiki demokrasi mücadelesine ışık tutması gereken yönü budur. Çünkü istibdat sonrası yönetime el koyan darbeciler ile Meşrutiyet arasındaki kavga hâlâ sürüyor.
Bugün, 100 yıl önce devrim yapıp İkinci Meşrutiyet’i kazanan ve sonra kaybeden kuşağın bıraktığı yerden çok uzakta değiliz. Bugün de hürriyet, adalet ve müsavat mücadelesi veriyoruz. Bunu bazen derin bir çeteyi tasfiye etmeye çalışırken, bazen bürokratik oligarşiye karşı demokratik siyaseti savunurken, bazen siyasi partileri kapatmak isteyenlere karşı dururken, bazen de kendi iktidarlarını korumak için bizi din, soy ve köken ayrımı temelinde birbirimize düşürmeye çalışanlara karşı birbirimizin hukukunu gözetirken yapıyoruz. Bugün de bir hürriyet mücadelesi veriyoruz. Yüz yıl önceki ortama göre dezavantajlarımız ve avantajlarımızla.
İlkinden başlayacak olursak, Abdülhamid istibdadından çok daha baskıcı bir rejimin ağır tahribatının mirasını taşıyoruz. Kırılanların tümünü yapıştırmak bugün artık mümkün değil. Ama avantajımız da var. Yaşadığımız bütün acılara ve sıkıntılara rağmen bugün geçmişte hiç olmadığımız kadar güçlüyüz. Çünkü bugün, istibdat karşısında, onu yenebilecek yegane siyasi bilincin ahlaki zemininin yeşerdiği bir tarihsel anı yaşıyoruz.
Bugün sayıları az da olsa, ayrımsız insan hakları temelinde herkes için insan onuruna yaraşır bir sosyo-politik ortamın tesis edilmesi adına birlikte mücadele verenler var. Evrensel hukuk ve demokrasi gibi ilkelerin işaret ettiği bir siyasi alternatif, Abdülhamid rejimini yıkmayı kurtuluşun garantisi olarak görme hatasına düşen kuşaktan farklı olarak bizi avantajlı kılıyor. Bugün Türkiye toplumuna daha iyi bir siyasi alternatifi önerenler, sadece neyi istemediklerini değil, neyi istediklerini de somutlaştırmanın gayreti içindeler. Genç Siviller’de, Henüz Özgür Olamadık İnisiyatifi’nde veya Karşıtlar Yan Yana Hareketi’nde ifadesini bulan, henüz çok yeni ama gelişen bir ahlaki ve siyasi alternatif bu. Ve eğer şimdiki zamana damgasını vurmayı başarırsa, bazılarının kötü anlamda kullandığı bir “Üçüncü Meşrutiyet”, bu ülkede demokrasinin başlangıç günü olacak.
Paylaş
Tavsiye Et