ARAP dünyasının kalbine yerleşen ve nüfusunun önemli bir kısmı (yaklaşık %20) da Araplardan oluşan İsrail, çevresindeki Arap ülkeleriyle çok yoğun etkileşime sahip bir devlet. İsrail’in Araplardan gasp edilen topraklar üzerinde kurulması ve toprakları gasp edilenlerin İsrail’e komşu diğer Arap ülkelerine ilticası bu etkileşimi arttırıyor. II. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere, sonrasında ise ABD gibi iki büyük güç tarafından desteklenen Yahudi çeteleri ve bu çetelerin inşa ettiği İsrail devleti tarafından toprakları zorla ellerinden alınan Filistinli mültecilerin, aradan seksen yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, hâlâ bir gün yurtlarına döneceklerini hayal etmeleri ve yaşadıkları Ürdün, Lübnan ve Suriye gibi ülkelerin politikalarını bu yönde etkileme çabaları da, İsrail ile komşu Arap devletleri arasındaki ilişkilere genellikle olumsuz etki yapan bir başka unsur.
İsrail’in Amaçları
İsrail devletinin, Theodor Herzl liderliğinde 1897’de Basel’de toplanan I. Siyonist Kongre ile kurumsal bir kimlik kazanan Siyonizm’in bir ürünü olduğu düşünülürse, Siyonizm’in amacının İsrail’in amacı olduğu sonucuna varmak yanlış olmaz. Siyonizm’in birinci amacı, ırkçı “seçilmiş kavim” anlayışına dayalı “vaat edilmiş topraklar”da bir Yahudi devleti kurmaktı. Bunun 1948’de İsrail’in kurulmasıyla gerçekleşmesi sonrasında ikinci amaç öne çıktı: Kurulan bu devletin yaşatılması ve tüm dünya Yahudilerinin bu devlet çatısı altında toplanması.
Kurulan devletin yaşatılması sorunu, İsrail yönetimlerinin komşularına yönelik aşırı saldırgan politikalarının açıklanmasında en fazla üzerinde durulması gereken konulardan biri. Aslında devletlerin varlıklarını devam ettirme kaygısı normaldir; ancak İsrail gibi, uluslararası hukuk ve etik açısından kuruluşu ve bugünkü sınırlara ulaşmasında ciddi sorunlar olan bir ülkenin, “vaat edilmiş topraklar” düşüncesini benimsemiş yöneticilerinde bu kaygı patolojik bir hal almış ve bir “sürekli korku hali”ne dönüşmüş durumda. Bu korku hali İsrail yönetimini, kendini güvence altına alabilmek için daha fazla silahlanma, daha fazla toprak kazanma, daha fazla “düşman” (yani Yahudilere “vaat edilmiş topraklar”da yaşayarak, hem kendileri “günah” işleyen hem de buna izin verdikleri için Yahudileri “günah” altına sokan Filistinli Arapları) öldürme ve çevresinde kendisi için tehdit oluşturabilecek en ufak bir kıpırdanmaya bile fırsat vermemeye zorluyor.
Ayrıca Siyonizm’in ülke sınırlarının daha da genişletilmesi hedefi de İsrail’in Arap politikasında önem arz ediyor. Her ulusun bir “megali idea”sı olsa da, böyle bir hayali paylaşan insanların oranı ve bu ideali gerçekleştirmeyi hedefleyen politikalar izleyen devlet yöneticilerinin sayısı genellikle çok azdır. Ancak İsrail söz konusu olduğunda, devletin bugün bile tartışmalı olan sınırlarının daha da genişletilmesi fikrini hem halkın hem de ülkeyi yönetenlerin geniş kesimlerinin paylaştığı görülüyor. İşgal altındaki Batı Şeria topraklarında her geçen gün daha fazla Yahudi yerleşim yerinin kurulması ve buradaki yerleşimcilerin sayısındaki hızlı artış, İsrail’in “yerleşim yoluyla fetih” politikasının, hem “sivil” halk hem de yöneticiler tarafından ortak bir şekilde uygulandığının açık bir göstergesi. Ailesini alıp yüz binlerce Arap’ın yaşadığı bu topraklara, onların topraklarını gasp etmelerinin getireceği tehlikelere aldırmadan yerleşen İsrailli “siviller” (ki silah taşıma ve “gerektiğinde” bunu Filistinlilere karşı kullanma izinleri olan bu yerleşimcilerin “sivil”likleri tartışmalıdır) ile onları, bu konuda teşvik edip yerleştikleri topraklarda korumak için askerler gönderen İsrail hükümetleri, bu yayılma politikasını birlikte yürütüyorlar.
Özetle İsrail’in komşu Arap dünyasına yönelik politikasının, işgal edilen toprakların adım adım Araplardan arındırılarak İsrail topraklarına katılması yoluyla devletin sınırlarının genişletilmesi ve uygun şartlar oluştuğunda sınırların ötesindeki daha fazla toprağı işgal ederek “düşmanlar”ın bertaraf edilmesi, bu yolla da güvenliğin ve devletin bekasının sağlanması olduğu söylenebilir.
İsrail’in Araçları
Tel Aviv yönetiminin bahsettiğimiz amaçlara ulaşmak için en belirgin şekilde başvurduğu araç, güç kullanımı. Dünyanın, teknolojik açıdan sayılı askerî güçlerinden biri olan, nükleer silahlara sahip İsrail, kendisinden çok daha sınırlı güce sahip komşu Arap ülkelerine karşı kurulduğu tarihten beri sürekli olarak askerî güç kullanmak suretiyle topraklarını genişletiyor. Aslında 1920’li yıllardan itibaren İngiltere’nin himayesinde bölgeye göç eden Yahudilerin kurduğu Stern, Irgun ve Hagana gibi silahlı çeteler de aynı politikayı uygulamış, panik oluşturup Filistin halkını topraklarını terk etmeye zorlamak için sayısız katliamlar yapmışlardı. İsrail’in 1948/49, 1956 ve 1967 savaşlarında Filistin’in ve komşu Arap ülkelerinin önemli topraklarını ele geçirirken, 1982 ve 2006’da Lübnan’a saldırırken ve işgale karşı çıkan Filistinlilere yönelik Cenin ve Gazze benzeri sayısız katliamı yaparken başvurduğu temel yöntem sınırsız askerî güç kullanımıydı.
İsrail’in bu güç kullanımının en büyük mağduru çoğu zaman siviller olmasına rağmen, başta BM olmak üzere, uluslararası sistemin önde gelen kurumları ve ülkeleri Tel Aviv yönetimini durdurmaya yönelik bir çaba sarf etmiyor ve hatta bazıları ona işini tamamlaması için gerekli zamanı verme arayışına giriyor. Bu da İsrail’in güç politikasının bir başka unsuruyla, diplomasi gücüyle açıklanabilir. İsrail’in son Gazze saldırısındaki gibi bir yıkımı gerçekleştirebilmesini, askerî gücünden çok diplomatik gücü sağladı. İsrail devleti ve kendisini onun varlığına adamış dünyanın her yerindeki destekçileri öyle muazzam bir diplomatik güce sahip ki, içinde 1,5 milyon kişinin yaşadığı 360 kilometrekarelik küçücük bir toprak parçası dünyanın en modern ordularından biri tarafından havadan, karadan ve denizden üç hafta süreyle, hem de savaş hukuku açısından kullanılması yasak silahlarla bombalanıyor ve dünyadan İsrail’i geri adım atmaya zorlayacak somut bir tepki gelmiyor. Bu tür durumlarda gösterebilecekleri sert tepkiler nedeniyle zaten sistematik bir şekilde uluslararası sistemin dışına itilmiş birkaç “aykırı” ülke hariç hiçbir ülkeden, İsrail’e karşı diplomatik veya ekonomik somut bir yaptırım kararı geçemedi. Bunun yerine birçok ülke “tepki” olarak gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı dile getirmekle yetinirken, yine sayısı azımsanamayacak birçok ülke de “İsrail’in kendini savunma hakkı”na işaret ederek yapılan katliamı haklı göstermek gayretine girdi. Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi bazı Arap ülkelerinin, bu katliamı kolaylaştırıcı tavırlarını da buna eklersek, İsrail’in diplomatik gücünün, askerî gücünü gölgede bıraktığını ifade etmek yanlış olmaz.
İsrail’in, uluslararası hukuku ve insan haklarını umursamayan bu güç politikası karşısında ve onu durdurabilecek konumda olmalarına rağmen, bir şekilde yaptıklarını görmezden gelen ya da bizzat destekleyen uluslararası sistemin etkin güçlerinin bu tutumlarına karşı, Arap ülkelerinin ve son Gazze saldırılarını büyük bir üzüntü ve çaresizlik içinde izleyen bütün ülkelerin yapmaları gereken en önemli şey, en az İsrail ve ona arka çıkan ülkeler kadar güçlü olmaktır. Bu güç askerî, ekonomik ve diplomatik bütün alanları kapsamalıdır. Bu ülkelerin İsrail’den farklı olarak yapmaları gereken ise, mutlaka sahip olmaları gereken bu gücü İsrail gibi saldırı amaçlı değil yalnızca savunma amaçlı olarak ve evrensel hukuk kurallarına uygun bir şekilde kullanmalarıdır.
Paylaş
Tavsiye Et