İSRAİL’İN Gazze’ye yönelik topyekun saldırısını uluslararası hukuk yönünden değerlendirmek hem kolay hem de çok zor. Kolay; çünkü havadan, denizden ve karadan yapılan bu acımasız saldırı uluslararası hukukun barışa ve savaşa ilişkin tüm normlarını ihlal etti. Zor; çünkü İsrail’in sadece bu saldırısını inceleme konusu yapmak, bu ihlalin sanki ayrıksı bir durum olduğunu ihsas ediyor ki, bu doğru değil. İsrail, II. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sistemin hâkim güçleri tarafından stratejik hesaplarla özel koruma altına alınmış ve dahi uluslararası hukuktan ve BM’nin yaptırım mekanizmalarından masun kılınmış bir “haydut” devlet. İsrail’in Gazze saldırısını ve katliamını uluslararası hukuk açısından doğru bir bağlam içinde ele almak için, İsrail’e ilişkin genel resme kısaca bakmak gerekiyor: İsrail başka bir halkın (Filistinlilerin) topraklarını gasp eden Yahudi göçmenlerce kurulmuş “yapay” bir devlet. Modern dönemde, gerçekte Güvenlik Konseyi karşısında “etkisiz ve yetkisiz bırakılmış” olan BM Genel Kurulu eliyle (1947 tarihli 181 sayılı “tavsiye kararı” yoluyla), kendisine başkalarının topraklarının “hediye edildiği” bir başka devlet yok. Doğumu itibarıyla yasadışı olan İsrail, sömürgeciliğin ve işgalin yasaklandığı II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, her iki pratiği de hayata geçirmekten çekinmeyen “anakronik” bir devlet. Öylesine anakronik ki, Yahudi olmayanlara yönelik sistematik ırkçılığı bir yönetim biçimi olarak benimsiyor; Filistinli Araplar yurtlarından edilir ve bugünkü İsrail’de yaşayan Arap azınlığa ikinci sınıf insan muamelesi yapılırken, dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir Yahudi, hemencecik “birinci sınıf” İsrail vatandaşı olabiliyor. Hemen hemen her savaş/çatışmada sivillere yönelik katliamlar yapmaktan, sivil yerleşimleri bombalamaktan, yasaklanmış silahları kullanmaktan vs. çekinmeyen İsrail’in işlediği “savaş suçları” bir sapma değil, hesaplı ve bilinçli bir stratejinin ürünü. İsrail, girdiği hemen hemen tüm savaşların müsebbibi. İsrail devleti BM Güvenlik Konseyi’nin bugüne dek kendisine ilişkin kabul ettiği hemen hemen hiçbir kararı tanımadı ve uygulamadı.
Bu arka planın ışığında, Gazze saldırısını uluslararası hukuk açısından değerlendirelim. Gazze’nin uluslararası hukuk çerçevesinde bugünkü statüsünün ne olduğuna ilişkin net bir cevap vermek kolay değil. O nedenle iki farklı varsayımı esas alarak tahlillerimizi yapacağız. Birinci varsayım, Gazze İsrail işgali altında olan bir toprak parçasıdır. İkinci varsayım, İsrail ordusu 2005’te Gazze’den çekildiği için, burası artık İsrail’in fiilî egemenliği altında değildir.
Gazze’yi “işgal altında olan bir toprak parçası” olarak tanımlamak aslında makul; çünkü İsrail dört yıl önce Gazze’den “çekilmiş gibi yaparken”, aslında bölgeyi hem denizden hem de havadan denetim altında tutmaya devam etti. Son iki yıldır Gazze halkına yönelik ölümcül bir ambargo uyguladı. “Ateşkes” sürecinde, bu topraklarda seçtiği hedeflere yönelik suikastlar ve baskınlar düzenlemekten geri durmadı. “İşgalci güç” olarak İsrail’in son Gazze saldırısını uluslararası hukuk açısından değerlendirmeye geçebiliriz. İşgalci bir devletin yükümlülükleri, savaş hukuku kurallarını düzenleyen Cenevre Sözleşmeleri (1949) ve Ekli Protokolleri (1977) ile düzenlenmiştir. Bunlar içinde özellikle IV. Cenevre Sözleşmesi, işgal rejimi üzerinde durmaktadır.
Mevcut uluslararası hukuk normlarına göre, işgal altındaki topraklarda öncelikle uluslararası insani hukuk kurallarının gözetilmesi gerekir. Bu bağlamda “savaşan” statüsünde olanlar hariç, işgal altında tutulan halkın can ve mal güvenliğinin sağlanması, en temel ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. “Düşman”a ait addedilen hedefler içinde meşru olanlar, yalnızca askerler, askerî tesisler ve düşmana ait silahlar ve cephaneliklerdir. Sivil yerleşimlere, hastanelere, ambulanslara, okullara ve ibadet yerlerine yönelik askerî operasyonlar, “savaş suçları” kategorisindedir. Oysa Gazze saldırısı, sivillere yönelik kıyımı da içeriyordu; İsrail savaş makinesi için Gazze’de hareket eden her şey “meşru” hedefti. Ayrıca hem uluslararası sözleşmeler hem de teamül hukuku kuralları çerçevesinde yasaklanan biyolojik, kimyasal ve yanıcı silahlarla uranyum, fosfor ve misket bombalarının tümü Filistin halkına karşı kullanıldı. Ambargoyla Gazze’deki 1,5 milyon insanı iki yıldır açlığa ve sessiz ölüme mahkum eden İsrail, işgal edilen topraklarda sivillerin rehin alınmasını ve halkın topluca cezalandırılmasını yasaklayan Cenevre Sözleşmesi çerçevesinde de açıkça bir “insanlık suçu” işliyor.
Mevcut uluslararası kurumlar şayet uluslararası aktörlere eşit muamele ediyor olsaydı, bugün İsrail’e karşı iki farklı uluslararası yaptırım ve cezalandırma mekanizması devreye sokulabilirdi: Birincisi, Güvenlik Konseyi ekonomik, mali, diplomatik ve askerî yaptırım kararları alabilirdi. İsrail, dünyadan tecrit edilebilir, silah gücü sınırlanabilir ve ekonomik hayat damarları kurutulabilirdi. İşgalde ısrar ettiği takdirde Konsey, İsrail’e karşı askerî müdahale kararı da alabilirdi. İkincisi, Güvenlik Konseyi’nin girişimiyle, bu savaşı yürütmekten sorumlu olanlar, “savaş ve insanlık suçları” nedeniyle Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesine sevk edilebilirdi. Bu mahkemenin statüsü İsrail tarafından kabul edilmemiş olsa da, Konsey soruşturma açılması için mahkemeye başvurabilirdi; tıpkı Darfur için mahkemeyi Sudan’a karşı harekete geçirdiği gibi.
Gazze’yi “işgal altında olan bir toprak parçası” olarak değil de, en azından “muhtariyeti olan bir toprak parçası” olarak tanımlarsak, bu durumda “uluslararası hukuka uygun askerî güç kullanım koşulları”na ilişkin kurallara bakmak gerekir. 1945’te kabul edilen BM Kurucu Antlaşması, devletlerin uluslararası ilişkilerinde askerî güç kullanmasını ve hatta güç kullanma tehdidinde bulunmasını yasaklıyor. Toprak işgalleri ve her türden saldırgan fiiller, uluslararası barış ve güvenliğe yönelmiş en önemli tehditler olarak tanımlanıyor. 1970’te BM Genel Kurulu’nca kabul edilen Dostça İlişkiler Bildirgesi, “güç tehdidinden ya da kullanımından kaynaklanan toprak kazanımlarının yasal olarak tanınmayacağını” açıkça ifade ediyor. O nedenle, BM Güvenlik Konseyi işgalci devlete karşı yaptırım kararı alabilir. Ekonomik ve diplomatik yaptırımlar istenen sonucu vermediği takdirde, Konsey’in nihaî seçeneği devreye girebilir: Uluslararası barış ve güvenliğe zarar veren devlete karşı askerî zorlama tedbirlerinin alınması. Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal eden Irak’a yönelik, Güvenlik Konseyi kararlarıyla kapsamlı ambargoların devreye sokulması ve ardından uluslararası güç kullanılması örneğinde olduğu gibi, benzer bir mekanizmanın işgalci İsrail devletine karşı da uygulanması uluslararası hukukun bir gereği. Yine işlenen “savaş ve insanlık suçları”, bu saldırgan savaşı başlatan ve yöneten tüm İsrailli yetkililerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne sevkini zaruri kılıyor.
Eğer “İsrail” adı verilen bu haydut devletin Gazze’ye karşı uyguladığı sınırsız şiddet ve etnik temizlik, bir kez daha cezasız kalırsa, uluslararası hukuk yerine herhalde “uluslararası guguk”tan söz etmek gerekir.
Paylaş
Tavsiye Et