27 ARALIK 2008’de başlayan İsrail’in Gazze saldırısı, Filistin sorununun tarifinin, bugünün anlaşılması için hayati önemde olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne serdi. Ancak maalesef meselenin tarifi noktasında ciddi zaaflar göze çarpıyor. Filistin meselesi ile ilgili üretilen bilgi üç ayrı düzeyde ele alınabilir: İlk düzeyde medya kaynaklı, aksiyon eğilimli, olayları başlangıcı ve sonu ile değerlendiren, biraz hümanist, biraz eylemci bir dil; ikincisi güç analizi, askerî kapasite, savaşın tarafları ve muhtemel sonuçları vs. üzerine odaklanan stratejik analiz düzeyi; üçüncüsü ise çatışmaların yaşandığı dönemleri ve İsrail-Filistin sorunu içerisindeki yerlerini, Filistin direnişinin ve İsrail devletinin genel karakterleri ile anlamaya çalışan daha kuramsal yaklaşım.
Gazze saldırısı özelinde, ilk düzeyde, İsrail’in gazetecileri savaş mahalline sokmama çabalarına rağmen, herhangi bir sorun yaşanmadı. Medya savaşı olarak da tanımlanabilecek mücadele, bu alandaki söylemsel üstünlüğün ele geçirilmesine odaklandı; eylemler, protestolar bu alandaki bilgi üzerinden örgütlendi. Temelinde savaşın ne zaman başladığı, ne kadar insan öldüğü, ölenlerin kimler olduğu gibi somut bilgileri içeren bu alan, hem “nesnel” karakteriyle hem de kayıpları sayması ve duygu yoğunluklu olması itibarıyla tam anlamıyla “susturucu” bir özelliğe sahip. Birçok kişi maalesef bu düzeyi geçmeyi beceremedi.
Analiz ya da strateji söylemi denilebilecek ikinci düzeyde, daha sofistike, olayları öncesi ve sonrasıyla değerlendiren, tarafların güç dengesini ölçmeye çalışan ve bir sonraki adımlarını tahmin etmeye yönelik bir söylem geliştirildi. Komşu ülkelerin mücadeledeki yeri, savaşın taktik ve stratejik hedefleri, kimin kazanıp kimin kaybettiği gibi farklı kriterleri baz alıp, bu savaşı daha önceki Hizbullah-İsrail ya da diğer Arap-İsrail savaşları ile karşılaştıran, stratejik hedefleri anlamaya çalışan bu tür bir dil konusunda, gerek Arap dünyasında gerekse Batı’da hatta giderek Türkiye’de bir sıkıntı yaşanmadığını söylemek mümkün.
Kuramsal düzeyde ise maalesef fazla tartışma yapılmadığı, bunu yapan isimlerinse paradoksal olarak medyada kendilerine yer bulamadıkları için görünmez oldukları söylenebilir. Böylesi bir kuramsal söylemden, normal şartlarda genel Filistin sorununda Gazze Savaşı’nın nerede durduğu, Filistin sorununun karakterinin bu savaşla nasıl değiştiği gibi sorulara daha çok devlet karakterini de anlamaya çalışarak cevap vermesi beklenir.
Daha önce Maxime Rodinson’dan Roger Garaudy’ye, Malcolm X’den Frantz Fanon’a, son dönemlerde Ella Shohat’tan Raşit Halidi’ye kadar birçok isim, bu kuramsal dil açısından son derece etkileyici yazılar kaleme aldılar. Ancak şu an itibarıyla bu tür kuramsal yaklaşımlara pek rastlanmıyor. Bunun nedenleri arasında şunlar sıralanabilir: Öncelikle akademide post-kolonyal eleştirinin ekseriyetinin kolonyalizmi geçmişe ait bir sorun sayması, kolonyalizmden sorumlu akademik taifenin kimlik sorunlarına gömülmüş olması, Marksizm’in gerilemesi üzerine emperyalizm ile kolonyalizm arasındaki bağlantının kopma noktasına gelmesiyle bu tür eleştirilerin popülerliğini kaybetmesi, Filistin direnişinin İslami bir karakter kazanması dolayısıyla seküler aydınların desteğini yitirmesi, Batı’da estirilen “anti-semitizm”le yaftalanma korkusu, Batı medyasının bu tür eleştirilere yer vermemesi, akademinin sınırlarının bu tür eleştirileri kolay sindirememesi.
Bu noktada İsrail ya da Filistin sorununun kendi hikayesi içinde yeniden ele alınması gerekiyor. Aksi halde şu anda ortaya çıkan duruma anlam vermek imkansız hale gelir. Siyonizm’in, Avrupa sömürgecilik geleneğinin bir parçası olarak ortaya çıkan Aşkenaz kökenli bir ideoloji olduğu, zaman zaman Sefaradları ve Mizrahileri de hedef aldığı, Osmanlı İmparatorluğu’nun ortasına güvenli bir kale inşa etme amacıyla yola çıktığı unutulmamalı. I. Dünya Savaşı’nın ardından İngilizlerin Siyonistlerle yakın işbirliği, İsrail’in 1948’de Yahudi Devleti olarak kurulması, 1967 yayılma savaşı vs. hepsi bir hikayenin parçaları olduğu gibi, son dönemlerde İsrail’in önce Güney Lübnan’dan, sonra Gazze’den çekilmesi de aynı hikayenin diğer parçaları. Aslında bu hikayeyi Maxime Rodinson 1973’te İsrail: Yerleşimci-Sömürgeci Devlet mi? adlı kitabıyla en öz şekliyle anlatmıştı. Şimdi yaşanan da bu yerleşimci devletin krizinden başka bir şey değil.
Yerleşimci-sömürgeci devlet, şu anda ABD, Yeni Zelanda, Avustralya, Kanada gibi örneklerinde gördüğümüz İngiliz sömürge geleneğinin bir türü. Hindistan, Güney Afrika gibi sömürgeleştirilen diğer çok nüfuslu ve güçlü yerel yapıları olan ülkelerde tutunamayan İngilizler, bunun aksine nüfus üstünlüğü bulunan, yerleşik devlet geleneklerinin ya çok zayıf olduğu ya da bulunmadığı topraklarda yerleşimciliği denediler. Bu ülkelerde yerleşimciler ile “anavatanın temsilcileri” arasında çıkan çatışmalar, yerleşimcilere bağımsızlığı kazandırdı. Ancak yerleşimcilerin, ülkenin yerlilerine davranış biçimi ırkçılığın farklı biçimlerini ve nihayetinde soykırımı beraberinde getirdi. Bunun örnekleri her dört ülkede yerlilerin bugünkü nüfus oranlarına bakıldığında daha da net anlaşılır. Klasik sömürgecilikte, artı değerin her biçiminin “anavatan”a taşınması hedeflenirken; yerleşimci sömürgecilikte, yerleşilen topraklardan yerliler temizlenir, “boş” bulunan ülke “imar edilerek” mucize yaratılır. Bir de bu iki örneğin arasında yer alan Güney Afrika gibi örnekler vardır. Yerleşimci olma hedefiyle yola çıkan, soykırımı tamamlayamayan, farklı sorunlarla demografik üstünlüğünü kaybeden devlet, imtiyazlarını ve zenginliğini de kaybetme kaygısıyla kendini yeniden yapılandırarak ırk ayrımına dayalı bir “apartheid” devleti haline gelir. Apartheid devletinin ise sürdürülebilirliği sınırlıdır.
İsrail’in son Gazze saldırısı, “Gazze halkını Mısır’ın kucağına itme” stratejik hedefiyle ortaya çıktı. Yani yerleşimci devlet olarak nüfus üstünlüğünü hem ülke içinde hem de dışında artan Filistinli nüfusu nedeniyle kaybetme tehdidini ensesinde hisseden İsrail, kendisini korumak için demografik bir tedbir almaya yöneldi. Yerleşimci devletten apartheid devletine giden yolda en önemli etkenin demografik dengenin bozulması olduğu ve bu dengenin İsrail aleyhine bozulduğu gerçeği göz önüne alınırsa, İsrail’in Gazze saldırısının nedenleri ortaya çıkar. Bu, aynı zamanda İsrail’in halk sağlığına ve doğurganlığa zarar veren yasak silahları neden kullandığı sorusunun da cevabıdır.
Paylaş
Tavsiye Et