ORTADOĞU’DA “stratejik ortak” kavramı, ekseriyetle Türkiye ile İsrail arasında özellikle 1990’ların başından itibaren geliştirilen ilişkinin doğasını tavsif etmek için kullanılır. Temelde Amerika’nın Soğuk Savaş politikaları etrafında şekillenen bu ortaklık, iki ülkeye de özellikle askerî ve diplomatik alanlarda yeni imkanlar sundu ve siyasi badirelere, uluslararası gelişmelere ve savaşlara rağmen varlığını koruyabildi. Her iki ülkedeki ciddi siyasi kadro değişimleri bile bu stratejik ortaklığın doğasını değiştiremedi. Ortaklık, dinci Şas ve Birleşik Tevrat Yahudiliği partileri destekli Likud hükümetiyle de Refah-Yol hükümetiyle de; Ariel Şaron’un ulusal birlik hükümetiyle de Anasol-M hükümetiyle de devam etti. Altmış senedir devam eden Türkiye-İsrail ilişkilerinde iki tane dönüm noktasından söz etmek mümkün: 1990’ların başında Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle bölgesel ilişkilerin yeniden düzenlenmesi ve stratejik ortaklığın kurulması ile 2002 yılında AKP hükümetiyle birlikte Türk dış politikasının kabuk değiştirmesi ve stratejik ortaklığın miadını doldurması. Hem Türk hem de İsrailli diplomatlar, genelde konuşmalarına Türkiye’nin İsrail devletini tanıyan ilk -ve uzun bir süre için tek- Müslüman ülke olduğu gerçeğinin altını çizerek başlarlar. Her ne kadar Türkiye, Arap ülkelerinden gelen eleştirilere rağmen, 1949’da İsrail devletini tanısa da uzun süre bu ülkeyle herhangi bir ciddi ilişki kurmadı. Osmanlı Padişahı’nın Birinci Dünya Savaşı sırasında Siyonist faaliyetleri dolayısıyla sınırdışı ettiği, İstanbul Darülfünun’unda hukuk eğitimi alan ve İsrail’in ilk başbakanı olan David Ben-Gurion’la Adnan Menderes arasında 1958’de yapılan gayriresmî görüşmeler, iki ülke arasındaki ilk ciddi diplomatik temas idi. 1990’ların başına kadar düşük dereceli diplomatlar aracılığıyla sürdürülen ilişkiler, bu döneme rastlayan Arap-İsrail savaşları ve akabinde Türkiye’nin İsrail’i eleştiren, hatta Altı Gün Savaşı (1967) sonrasında kınayan açıklamaları sebebiyle çalkantılar yaşadı. Bütün eleştirilere rağmen İsrail’le diplomatik ilişkileri kesme taraftarı olmayan Türkiye, yine bu dönemde Filistin Kurtuluş Örgütü’yle ilişki kurdu ve 1988’de İsrail’le diplomatik ilişkiye sahip olup da Filistin devletini tanıyan ilk devlet oldu. 1980’lerin sonunda Türkiye ile İsrail arasında ileriki yıllarda sıklıkla karşılaşacağımız bir destek ilişkisi kuruldu ve bu tarihten itibaren Amerika’daki İsrail lobisi, Ermeni iddiaları karşısında Türkiye lehine çalışmalar yaptı.
1990’ların başında Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte Türkiye-İsrail ilişkileri muazzam bir ivme kazandı. Bölgesel ilişkilerin yeniden düzenlenmesi ve eski ittifak sistemlerinin geçerliliğini yitirmesi gibi sebeplerden dolayı Türkiye ile İsrail arasında güvenlik, ticaret, eğitim ve turizm alanlarında bir dizi anlaşma imzalandı ve “stratejik ortaklık” kavramının içi yavaş yavaş dolmaya başladı. Bu ortaklığın ortaya çıkışındaki ana faktör olarak birçok araştırmacı, Batı yanlısı bu iki ülkenin Ortadoğu’da demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisi değerlerinin kaleleri olmasını gösterdi. Halbuki iki ülke ilişkilerinin tavan yaptığı 1996-1998 seneleri, Türkiye’de ortak değer olan demokrasinin taban yaptığı döneme rastgelmişti. İlişkinin ağırlıklı boyutunun askerî olması sebebiyle karşılıklı resmî ziyaretlerin büyük çoğunluğu askerler tarafından gerçekleştirildi.
Türkiye-İsrail stratejik ortaklığının, Ortadoğu’yu zapturapt altına almak isteyen Amerika’ya oldukça bariz getirileri vardı. Yine de 1990’lardan sonra gelişen bu ortaklığın ana belirleyicisi, İsrail ve Türkiye’nin dış tehdit algıları oldu. İsrail, kendini yalnız hissettiği Ortadoğu’da nispeten gelişmiş, güçlü bir orduya sahip, Müslüman bir ülkenin desteğine her şeyden fazla ihtiyaç duydu. İsrail’in bölgede Ürdün ve Mısır dışındaki bütün ülkeleri, özellikle Suriye ve İran ile radikal İslam’ı varoluşsal birer tehdit olarak algılaması; Türkiye’nin de aynı dönemde Suriye, İran ve Kuzey Irak’ı en önemli dış tehdit ve özellikle 28 Şubat sürecinde İslamcılığı en büyük iç tehdit olarak görmesi sebebiyle stratejik ortaklık perçinlendi. Ortak düşmanlara karşı İsrail, Türkiye’nin dostluğunu kazandı, askerî teknoloji satarak ciddi gelir elde etti ve ortak tatbikatlar yaparak Türk deniz ve hava sahalarını kullandı. Diğer taraftan Türkiye de Avrupa ülkelerinden temin edemediği silah ve askerî teknolojileri İsrail’den temin etti ve dış tehditlere karşı İsrail’in istihbarat desteğini aldı.
2002’de AKP hükümetinin işbaşına gelmesi, Türkiye-İsrail ilişkileri açısından ikinci dönüm noktasını teşkil etti. AKP iktidarıyla birlikte ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi, speküle edilenin aksine AKP’nin İslami eğiliminden değil, devrim niteliğindeki yeni dış siyaset anlayışından kaynaklanıyor. Sıfır çatışmayı şiar edinen bu anlayışa göre Türkiye, sadece kendisine değil, komşularına ve etki alanındaki bölgelere de güvenlik ve istikrar sunmayı amaçlıyor. Bu anlayışın Türkiye-İsrail ilişkilerini en yakından ilgilendiren tarafı ise yapılacak yeni açılımlarla Türkiye’nin birçok ülkeyle olduğu gibi İsrail’le de ilişkilerine senelerdir etki eden dış tehdit algısını revize etmesidir.
Meyvelerini kısa sürede veren yeni dış siyasetle birlikte komşu Suriye ve İran’la diplomatik ilişkiler kuvvetlendirildi ve iki ülke de dış tehdit kategorisinden çıkarıldı. 1 Mart Tezkeresi’nin reddi ile Irak’taki karışıklıktan beri durulurken, bütün Ortadoğu’nun ve savaş karşıtı çevrelerin takdiri kazanıldı. Irak’ın bütünlüğüne sayısız defalar vurgu yapıldı ve Ermenistan’la ilişkiler adına tarihî adımlar atıldı. Kısacası, Türkiye-İsrail stratejik ortaklığı, Türkiye’nin dış tehdit algısının revizyonuyla birlikte en önemli motiflerinden birisini kaybetmiş oldu. İsrail tarafında ise varoluşsal dış tehditlerde azalma olmadığı gibi, en büyük tehdit olarak addedilen İran’ın bölgedeki gücü arttı ve artmaya da devam edecek gibi görünüyor.
1949’dan beri değişik testlerden geçen ve son zamanlarda Türkiye’nin yeni dış politikasıyla birlikte metamorfoza uğrayan Türkiye-İsrail ilişkileri, en son olarak da İsrail’in Gazze saldırısıyla yeni bir imtihana tabi tutuluyor. Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e keskin gelen açıklamaları, ilginçtir ki İsrail halkı ve entelektüelleri arasında ciddi eleştirilere uğrarken, devlet kanadı Türkiye’ye karşı dikkat çekici itidalini korumaya devam ediyor. İsrail’in en etkili gazetelerinin, Başbakan’ın “Zulüm ile abat olunmaz” sözlerini, “Türk Başbakanı: Allah İsrail’i er geç cezalandıracak” manşetleriyle duyurup, diplomatik ilişkilerin gözden geçirilmesi çağrısı yapmalarına rağmen, İsrail devleti her zaman olduğu gibi PKK ile mücadele eden Türkiye’ye empati çağrısında bulunmakla iktifa etti. Bu iktifanın altında ise İsrail’in Ankara’dan gelen bu tepkileri artık kanıksaması ve Türkiye’nin bölgede artan nüfuzunun farkında olması gibi iki önemli sebep yatıyor.
Türkiye-İsrail stratejik ortaklığı, Türkiye’nin yeni dış politikasıyla dış tehdit algısını revize etmesi ve kendine yeni bölgesel ve küresel roller biçmesi sebebiyle miadını Gazze saldırısından çok önce doldurdu. Türkiye-İsrail ilişkileri ise geçmişte olduğu gibi yakın gelecekte de çalkantılara rağmen sürecektir. İlişkilerde eskiye nazaran en büyük fark ise Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunun her geçen gün arttığı gerçeğidir.
Paylaş
Tavsiye Et