GEÇEN ay Konya ve Kayseri’deydim. Girişimcilik, ticaret ahlâkı ve kültürü gibi konuların ele alındığı sempozyum ve konferanslarda başlıca üç tip insanla karşılaştım. Birinciler, deyim yerindeyse bir an önce “köşeyi dönmek” isteyenlerdi. Kendileriyle beraber memleketin de mamur olacağını düşünenler. Onlara mesajım kısa ve net oldu: Bazı insanlar çarçabuk köşeyi döner gibi olsa da, bir ülkenin topyekun “gelişmesi” köşe dönmecilikle olmaz. İlkeli ve icatçı olacaksınız. Ve bu duruşunuzu sistemleştireceksiniz. İkinciler, bu “ilkeli ve icatçı yolu” merak edenlerdi. Onlara 48 sayfalık bir kitapçık sundum. Yirmi kadar yerli ve yabancı şirketin deneyiminden hareketle bir girişimcilik kuramına giriş yaptık.
Fakat bu yazıda asıl üçüncü grupla yüzleşmek istiyorum. Onların tepkisi farklıydı: “Mustafa Özel, sen masum Anadolu çocuklarına niçin bu akılları veriyorsun? Onları neden kapitalist sistemin ağlarına çekiyorsun? Girişimci olacaklar da ne olacak? Daha fazla üretip tüketmemiz neye yarayacak?”
Önce, zihni bu sorularla meşgul insanların haklarını teslim edelim: Bu sorular ciddi ve hayatî sorulardır ve bunlara makul cevap veremeyen bir toplum sadece ahiretini yıkmakla kalmaz, bu dünyada da dikkate değer bir varlık gösteremez.
Açgözlülük ve kıskançlığı kurumsallaştıran modern (kapitalist) çağ, insanları rekabet kisvesi altında yıkıcı bir çatışmaya sürükledi. Şekspir daha 16. yüzyılda olan bitenin farkındaydı:
Bütün yoksulluğunuz açgözlülüğünüzden
Ne diye yoksul kalasınız? Baksanıza, toprak kök dolu
Bir fersah yürümeden yüzlerce pınar bulursunuz
Meşeler palamut, dikenler kuşburnu yüklü
Tabiat ana, o cömert ev kadını
Her çalının üstüne bir tabak yemek koymuş sizin için
Yoksulmuşlar! Ne yoksulluğu?
Şekspir’in kahramanı soylu ve zengin Timon, cömertliğinin kurbanıdır. Elinde ne var ne yok dostlarına (dost bildiklerine!) cömertçe dağıtır. Hesap kitap yapmadığı için de servetini tez zamanda tüketir ve alacaklılar üstüne üşüşüverirler. Bu düşkün halinde bile kendisinden altın sızdırmaya çalışan eşkıyalara yukarıdaki sözleri söyler. Aldığı cevap şudur:
Otla, yaban yemişiyle, suyla yaşayamayız ya
Hayvanlar, kuşlar, balıklar gibi.
Timon sertleşir:
Hayvanlar, kuşlar, balıklar da doyurmaz sizi
İlle de insan yiyeceksiniz.
Çağdaş antropolog Marshall Sahlins, “İlkel toplum bolluk toplumudur; gelişmiş toplum ise kıtlık toplumu” derken Şekspir’in dizelerine ayna tutuyor gibidir. “İlkel” diye etiketlenen toplumun insanları çevrelerinde bol miktarda “kök, pınar, palamut, kuşburnu” gördüklerinden kendilerini yoksul hissetmezler. Modern insanın yoksulluğu ise açgözlülüğünün eseridir.
İktisat Cennette mi Başladı?
İktisat ilminin, ilk başarılı reklam kampanyasının düzenlendiği Cennet’te başladığı söylenebilir mi? İnsanoğlunun anayurdu Cennet’tir. İlahi öğüde kulak asmadığı için, dünya gurbetine mahkum edildi. Cennet’te her şey bol olduğundan, iktisat ilmine konu olacak bir durum yoktu. İktisat, nedret (enderlik) yasasının bilimidir. Bir şeyler eksik veya yetersiz olmalı ki, “sınırlı kaynakların sınırsız ihtiyaçlara optimum tahsisi” söz konusu edilebilsin.
Cennet’te kıt olan sadece elma (belki de ayva!) ağacıydı. Şeytan öyle bir reklam kampanyası düzenledi ki, zavallı insanoğlunun takatı kesildi. Kitab-ı Mukaddes’e (Bible) göre, ayvayı önce Adem değil, Havva yedi. Adem’in yüreği, biricik yol arkadaşının yalnız kalmasına dayanmadı ve o da günaha iştirak etti. Öğüt dinlememelerinin cezası olarak dünyaya indirildiler. Hıristiyan bakış açısıyla “düştüler”; iktisatçı bakış açısıyla “enderlik yasasıyla yaşamaya mahkûm edildiler.” Artık “ekmek elden, su gölden” dönemi arkada kaldı. Toprağı binbir zahmetle kazacak, doğum sancılarıyla kıvranacaklardı.
Modern iktisat insanoğluna dünyada bir cennet vaat ediyor: Eğer her şey Piyasa’nın görünmeyen eline bırakılacak olursa, bu cennet hayali gerçekleşecektir! İnsanların tek tek bencil veya ahlaksız olması problem değildir. Hatta bu, tercihe şayandır. İlerleme, insanoğlunun meziyetlerinin değil, şerrinin eseridir. Hırs, açgözlülük, kıskançlık gibi kötülükler, terakkinin motorudur. Dinler binyıllar boyu bu şerleri kınamış ve bastırmışlardı. Hz. Muhammed, “Din öğüttür” buyuruyordu. İlk öğüdü tutmadığı için anayurt Cennet’ten atılan insan, sonraki öğütlere kulak verdiği ölçüde yurduna dönebilecekti. Şimdi modern iktisatçı ona, “kulağını dinin çağrısına tıka” diyor. “Bireysel kötülükler, toplumun çıkarınadır!” diyor. “Cennet ilahi bir lütuf değil, insan çabasının bu dünyadaki doğal ödülüdür” diyor. Bu çabanın ahlaki boyutu konu dışıdır.
Modern dünyada herkes biraz girişimci, bir nebze tüccardır. Bugün okuma yazması bile olmayan bir ev kadını, yüz yıl öncesinin esnafından daha ileri bir hesap bilgisine sahiptir. İlkokul mezunları en azından çarpım cetvelini ezbere bilir ve dört işlemi kolaylıkla yaparlar. 17. yüzyılın Avrupalı tüccarı ne çarpım cetvelini bilirdi, ne de sıfırdan haberdardı. Dolayısıyla çarpma veya bölmeyi, bugünün ilkokul çocuğu kadar bile beceremezdiler.
Kapitalizm, insanın zaman ve mekanıyla beraber metalaştığı bir sistemdir. (Meta, kâr maksadıyla alınıp satılan mal demek.) Mekanın temeli olan toprak, kolaylıkla alınıp satılan bir meta değildi. (Kızılderililer, kendilerinden zorla arazi almak isteyen beyazlara şöyle diyorlardı: “Topraklarımız bizim annemiz ve kardeşimizdir. İnsan hiç annesini satar mı?”) Osmanlı sisteminde her ailenin bir çift öküzle sürülebilecek miktarda toprağı vardı. Bu toprak satılamaz, bölünemez, başkasına devredilemezdi. Dolayısıyla, mekanı metalaştırma, tüccarın yed-i kudretinde değildi.
Toprağın yaygın biçimde metalaşması ilk olarak İngiltere’de gerçekleşti. Gelişen ve büyük kazanç getiren yünlü kumaş ticareti için daha fazla yüne ihtiyaç duyan tüccar, yoksul köylülerin toprağını ele geçirip çitleyerek (enclosure) mera haline getirdi ve böylece daha fazla koyun beslenir oldu. Kapitalizm, sanayiden önce tarımda gerçekleşti.
Köy kapitalizmi, mekanın metalaşmasıydı. Şehir kapitalizmi, insanın kendisini ve zamanını metalaştırdı. “İşçilik” kadim devirlerden beri bilinen bir olguydu. Fakat bir toplumun küçük bir azınlık dışındaki bütün bireylerinin üretim ve kazanç araçlarından koparılıp, sadece o azınlık için çalışmaya mecbur edilmesi, yani toplumun topyekun işçileşmesi yeni bir durumdur. İşçilere ilk zamanlar ancak karınlarını doyuracak kadar ödeme yapılır. Ekonomi biraz gelişince, işçi ücretlerini arttırmak gerekir ki, “efektif talep” yetersizliği yaşanmasın. Dolayısıyla, insanlara harcama yapmalarını öğretmek gerek. Anneler günü, babalar veya sevgililer günü gibi “özel günler”, insanlara mal talep etmeyi öğreten reklamcı taifesinin etkili icatlarıdır. Bunların birer numara olduğunu herkes bilir; gene de hiç kimse oyunbozanlık etmez. İnsanlar tek tek rasyonel olsalar bile, topluca aldanışa bayılırlar.
Ticaret Belalı İş midir?
Atinalı Timon’a geri dönelim. Şu dizeler, modern çağın eşiğindeki hassas bir şairin ticarete bakışını ne güzel resmediyor:
- Hey tanrılar! Ben de soylu bir zengin olaydım!
- Ne yapardın Apemantus?
- O soylu zenginden iğrenirdim.
- Kendinden mi yani?
- Evet kendimden.
- Niçin?
- Soyluluğa, zenginliğe can atmış olduğum için.
- Sen bir tüccarsın değil mi?
- Evet Apemantus.
- Ticaret belanı versin senin, tanrılar vermezse.
- Ticaret verirse belamı, tanrılar verdi demektir.
- Tanrın ticarettir senin; tanrın belanı versin!
Zaman zaman İslam dünyasında da ticarete ve tüccara bakış, Şekspir’i andırıyor gibidir. Mesela İbn Haldun, büyük ekonomik servetleri şüpheli görür. İmam Gazali, büyük servet arayışını insanın “rububiyet temayülüne” bağlar. Bir nevi tanrılaşma. Bununla beraber, ayet-i kerimelerle sabittir ki, “Peygamberler yemek yer ve çarşılarda gezerlerdi.” Son peygamber bir tacirdi; ilk mümin hanım bir tacirdi; mensup oldukları Kureyş kavmi “Tüccar-ül Arap” idi; Mekke bütünüyle bir ticaret şehriydi. Elmalılı Hamdi’ye göre, Kureyş kelimesinin kökünde bile “kuruşlanmak” vardır. Yani son din (daha doğru bir ifadeyle, Din’in son halkası), adeta ahir zamana model sayılabilecek bir ticaret beldesinde zuhur etmiştir.
Tehlikeli yanlarına rağmen, ticaret insanoğlunun temel faaliyetlerinden biridir ve esası bakımından “kötü” sayılamaz. Kuran-ı Kerim’de bile, neredeyse ticari sayılabilecek bir dil vardır: İnsanlar küçük bir pahaya Allah’ın ayetlerini satmakta, canları karşılığında Cennet’i satın almakta veya hak din uğruna gayretleriyle Allah’a borç vermektedirler. Hülasa, ticareti kendi başına bir amaç haline getirip yüceltmek de, sadece tehlikelerini sayıp kötülemek de doğru değildir.
Değildir ama şairleri susturmak ne mümkün! Hele o sarı madenin peşinde koşarken birbirlerini ezenleri; hak bilincini yitirip canavarlaşanları görünce kendilerini tutabilirler mi?
Aman bu ne? Altın? Sarı, pırıl pırıl, halis altın!
Yoo, tanrılar, içim başka dileğim başka değil benim
Ben kök istedim sizden, cömert tanrılar, kök!
Altının bu kadarı karayı ak, çirkini güzel
Yanlışı doğru, soysuzu soylu, yaşlıyı genç
Korkağı yiğit etmeye yeter de artar bile
Bu sarı köle dinleri yıkar da yapar da
Cehennemliği cennetlik eder
İğrenç cüzamlıları sevdirir insana
Hırsızları başköşeye oturtup
Soylular arasına sokar.
Altın peşinde topyekun seferberlik diye de tanımlanabilecek kapitalizm muhtemelen son çağını yaşıyor. İlkeli ve icatçı girişimcilik, kapitalizm sonrasına bir hazırlıktır aynı zamanda. Bugüne değin icatçılık çoğunlukla tabiatı (ve insan tabiatını) bozan gelişmelerle sonuçlanmışsa, hep böyle olmak zorunda değildir. İnsan, tabiatla ve kendi doğasıyla yeni bir uyum kurmayı da becerebilir.
Ben masum Anadolu çocuklarını kapitalizmle bütünleşmeye çağırmıyorum. On dört yıl önce yayımlanan bir kitabımın başlığı Piyasa Düşmanı Kapitalizm’dir. Bunu toplum düşmanı olarak da okuyabilirsiniz. Kapitalizmin ebediyen sürüp gideceğine de inanmıyorum. İlkeli icatçılık önümüze yeni kapılar açacaktır.
İktisadi girişimciliğe Şekspirvari tepki gösterenleri haksız veya yetersiz bulduğum husus şudur: Altın veya para, gücün somutlaşmış biçimlerinden sadece bir tanesidir. İnsanlar politik, askerî, bürokratik ve diğer birçok güç kaynak veya araçları sayesinde de “birbirlerini yiyebilmektedirler.” Bütün bu faaliyetleri ticaret gibi belalı sayıp uzak durmak, “Durdurun dünyayı inecek var!” demekten farksızdır. Bugün ve burada yaşamamız takdir edilmişse, bugün ve burada olmanın hesabını vermek; cari faaliyetlerden geri durmamak; fakat ilkeli bir duruş sergilemek zorundayız.
Çağımızda iktisadi varoluş, sosyal varoluşun belkemiğini oluşturmaktadır. Dünyanın en etkili organizasyonları politik değil, ekonomik karakterli olanlarıdır. Böyle bir ortamda, müstakbel iyi sistemlerin de mayasına katabileceğimiz “Müslümanca tasarımlar” peşinde koşalım; fakat geleceğin Küba veya Kuzey Kore’si olmaya özenmeyelim. Realiteden kopan, hakikatten de kopar!
Paylaş
Tavsiye Et