Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2009) > Yüzleşiyorum > Aletlerin egemenliğinde yılbaşı
Yüzleşiyorum
Aletlerin egemenliğinde yılbaşı
Mustafa Özel
YE­Nİ yı­la Se­zai Ka­ra­koç’un şi­i­riy­le gi­ri­yo­rum. Yir­mi iki ya­şın­da bir üni­ver­si­te öğ­ren­ci­siy­ken yaz­mış “İn­ci Da­ki­ka­la­rı”nı:
 
Sen ba­na ye­ni yıl­sın her da­ki­ka
Her da­ki­ka bir ya­şı­ma da­ha gi­ri­yo­rum
 
Bir gün­de 1.440 ya­şı­na gi­ri­yor şa­ir. Han­gi ik­ti­sat­çı­nın ba­şı­nı dön­dür­mez ki bu he­sap? Şa­ir­ler bi­zi hep ba­şa gö­tü­rür­ler za­ten. Emek­li­le­rin şa­i­ri Beh­çet Ne­ca­ti­gil ay­ba­şı­na gö­tü­rür­dü, bü­yük sa­at­le­rin şa­i­ri Tur­gut Uyar yıl­ba­şı­na. Se­zai Bey za­ma­nın ba­şı­na gö­tü­rü­yor. No­bel ödül­lü Fi­zi­ko­kim­ya­cı Il­ya Pri­go­gi­ne’in Mos­ko­va Bi­lim­ler Aka­de­mi­si’nin du­va­rı­na ka­zı­dı­ğı şu cüm­le be­ni her za­man ür­pert­miş­tir: “Ti­me pre­ceeds exis­ten­ce.” Za­man va­ro­lu­şu ön­ce­ler. Şa­ir­ler de. Çün­kü eze­li ka­der­le­ri, za­ma­nın her par­ça­sı­na da­ğı­tıl­mış ol­mak­tır!
 
Sen be­nim üs­tü­ne tit­re­di­ğim gü­zel ve ye­ni
Saa­tim ka­dar sa­ade­ti­min göz­be­be­ği za­man­sın
Ben bin par­ça­ya bö­lün­düm her par­ça­sın­da
Her par­ça­sın­da­yım kır­ka­yak ses­li bo­ğuk ar­ka­daş­lı­ğın
Çal­kan­tı­sız Üni­ver­si­te­nin yal­nız­lı­ğın ve ağ­la­ma­nın
 
Şa­ir­ler mi­to­lo­jik var­lık­lar­dır. Bir tek şe­yi gör­me­mi­zi is­ter­ler ve dün­ya­yı o tek şey­den iba­ret gö­rür­ler. İl­kel­dir­ler. Mo­dern­ler bu ke­li­me­yi bi­raz aşa­ğı­la­yı­cı an­lam­da kul­la­nı­yor ol­sa­lar da, bu aşa­ğı­la­ma­nın kıs­kanç­lık­tan kay­nak­lan­dı­ğı aşi­kâr. Ge­or­ge San­ta­ya­na di­yor ki: “İl­kel in­san, bel­ki di­li di­ğer sa­nat­lar­dan ön­ce ge­liş­tir­di­ği için, onu em­sal­siz bir sa­ra­hat için­de ha­ya­tın bel­li baş­lı ha­di­se­le­ri­ni tas­vir­de kul­la­nı­yor­du. Ha­yat bu ha­di­se­ler­den iba­ret­ti za­ten. Sa­mi­mi tut­ku­la­rı var­dı ve eş­ya­yı bir tek ba­kış açı­sın­dan gö­rü­yor­du.”
Pe­ki, mo­dern­li­ğe bu den­li bu­laş­tık­tan son­ra bi­zim il­kel­lik­ten ala­bi­le­ce­ği­miz bir şey var mı? Var, di­yor San­ta­ya­na: “İlk çağ­la­rın ha­va­sın­dan ala­ca­ğı­mız bir ne­fes, ta­bi­atı­mı­zı ge­niş­le­te­ce­ğe, in­cel­te­gel­di­ği­miz di­le bü­tün ih­ti­şam ve doğ­ru­lu­ğu­nu ye­ni­den ka­zan­dı­ra­ca­ğa ben­zi­yor.” İn­san dil­dir ve di­li dü­zel­me­ye­nin in­san­lı­ğı ek­sik ka­la­cak­tır.
 
Tah­rip­kâr Mo­dern­lik
On se­ki­zin­ci yüz­yıl İn­gi­liz fi­lo­zo­fu Da­vid Hu­me, dün­ya­nın “muh­te­me­len fâ­ni” ol­du­ğu­nu ve için­de­ki bü­tün nes­ne­ler­le be­ra­ber bir be­bek­lik, genç­lik, er­gen­lik ve yaş­lı­lık dö­nem­le­ri­nin ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni; ve in­sa­noğ­lu­nun bü­tün bu de­ği­şim­le­re ka­tı­la­ca­ğı­nı dü­şü­nü­yor­du. “Bun­da anor­mal bir şey yok, in­san­lar bin­ler­ce yıl­dan be­ri ben­zer fi­kir­le­re za­ten sa­hip­ti­ler” de­me­yin he­men. Hu­me, dü­şün­ce­si­ni şöy­le ta­mam­lı­yor­du: “Dün­ya er­gen­lik ça­ğı­na ulaş­tı­ğı za­man, in­san tü­rü­nün be­den ve zi­hin­ce da­ha güç­lü ola­ca­ğı­nı, da­ha uzun ya­şa­ya­ca­ğı­nı, nes­li­ni de­vam et­tir­me­ye da­ha mü­te­ma­yil ve bu hu­sus­ta da­hakud­ret­li ola­ca­ğı­nı bek­le­me­li­yiz.” Bu er­gen­lik ça­ğı­nın gel­di­ği­ni na­sıl an­la­ya­ca­ğız pe­ki? Kıs­tas, bi­lim­ler­de­ki ve be­şe­rî öz­gür­lük­te­ki iler­le­me­ler­di fi­lo­zo­fa gö­re. Bu iler­le­me­ler gün geç­tik­çe ta­bia­tın da­ha ile­ri öl­çü­de in­sa­noğ­lu­nun de­ne­ti­mi al­tı­na gir­me­si­ni sağ­la­ya­cak­tı.
Ara­dan iki asır geç­tik­ten son­ra, Av­ru­pa­lı fi­lo­zo­fun to­run­la­rın­dan bi­ri (Erich Fromm), de­de­si­nin bu me­şum ha­ya­li­nin so­nu­na gel­di­ği­mi­zi ha­ber ve­ri­yor­du: Sa­na­yi ça­ğı baş­la­dı­ğın­dan be­ri in­san­la­rı ayak­ta tu­tan umut ve gü­ven kay­na­ğı, sı­nır­sız bir ge­liş­me­nin in­sa­na is­te­di­ği her şe­yi el­de et­me im­kâ­nı­nı ve­re­ce­ği vaa­diy­di: Ta­bi­at in­sa­nın hük­mü al­tı­na gi­re­cek, sı­nır­sız bir mad­di bol­luk in­sa­na müm­kün en bü­yük mut­lu­lu­ğu ge­ti­re­cek ve kı­sıt­lan­ma­mış ger­çek öz­gür­lü­ğe ula­şı­la­cak­tı. İn­san­lar tek­no­lo­ji­nin gü­cü­ne da­ya­na­rak “en güç­lü”, bi­li­me da­ya­na­rak “her şe­yi bi­len” ola­cak; ta­bia­tı mal­ze­me ola­rak kul­la­nıp ikin­ci bir dün­ya mey­da­na ge­ti­re­cek­ler­di. Fromm, bu “ge­liş­me di­ni”nin ye­ni bir dün­ya­nın ima­rın­dan zi­ya­de, el­de­ki dün­ya­nın yı­kı­mı­na yol aç­tı­ğı­nı, çün­kü mül­ki­yet­çi, ben­cil ve haz­cı ba­kış açı­sı­nın baş­ka bir so­nuç ver­me­si­nin müm­kün ol­ma­dı­ğı­nı söy­le­ye­rek, üç şa­i­rin yak­la­şı­mın­dan do­ğa­nın akı­be­ti­ni tah­lil edi­yor­du.
Ja­pon şa­ir Mat­su­o Ba­şo’nun (1644-1694) çi­çek­le­re ba­kı­şı, sa­de­ce bak­mak ve gör­mek­ten iba­ret­ti:
Dik­kat­li­ce ba­ka­cak olur­sam,
Ça­lı­lık­lar ara­sın­dan gö­rü­yo­rum on­la­rı,
Çi­çek açan na­zu­na­la­rı.
 
On­dan bir asır son­ra, Al­man şa­ir Jo­hann Wolf­gang Go­et­he (1749-1832) yı­kım­la so­na er­me­yen bir sa­hip­lik pe­şin­dey­di. Hem çi­çe­ği yok et­mek is­te­mi­yor, hem de ona sa­hip ol­ma is­te­ğin­den vaz­geç­mi­yor­du:
Son­ra göl­ge­ler ara­sın­da/
        Bir çi­çek­çik gör­düm,
Yıl­dız gi­bi pa­rıl­da­yan/
        Bir göz gi­bi gü­lüm­se­yen.
Ko­par­mak is­ter­ken onu/
        İn­ce­cik­ten di­le gel­di:
So­lup öl­me­mi mi is­ti­yor­sun/
        Tu­tup ko­pa­ra­rak be­ni?
Onu kök­le­riy­le be­ra­ber/
        Hiç in­cit­me­den çı­ka­rıp
Gü­zel evin ba­şın­da­ki/
        Bü­yük bah­çe­ye ta­şı­dım.
Bü­yük, sa­kin bah­çe­de/
        Ek­tim onu ye­ni­den
Şim­di o gü­zel çi­çek/
        Bü­yü­yor dur­ma­dan,
        açıp gü­le­rek.
Go­et­he’den ya­rım asır son­ra ya­zan İn­gi­liz şa­ir Lord Al­fred Tenn­yson (1809-1892) ise, ne ka­dar mis­tik bir ha­va için­de olur­sa ol­sun, mut­lak sa­hip­lik pe­şin­dey­di:
Çat­lak du­var­lar ara­sın­da­ki
        gü­zel çi­çek
Se­ni o çat­lak­la­rın ara­sın­dan
        ala­ca­ğım,
Tüm kök­le­rin­le bir­lik­te elim­de
        tu­ta­ca­ğım.
Kü­çük çi­çek eğer an­la­dı­ğım
        gi­biy­se her şey,
Kök­le­rin, yap­rak­la­rın ve
        çi­çek­le­rin­le
Bir bü­tün olan sen,
Tan­rı’nın ve in­sa­nın ne ol­du­ğu­nu
Açık­lı­yor­sun ba­na.
 
Evet, (a) çi­çe­ği uzak­tan, ta­bia­tın bir par­ça­sı ola­rak se­ven, ona yak­laş­ma­ya bi­le kı­ya­ma­yan; (b) onu ko­pa­rıp “ken­di bah­çe­sin­de” ye­ni­den ye­tiş­ti­ren, böy­le­ce “öte­ki­ler”in onu sev­me­si­ne im­kan ver­me­yen, en azın­dan bu im­ka­nı ken­di iz­ni­ne ta­bi kı­lan; (c) ken­di­si­ne il­ham et­ti­ği yü­ce duy­gu ve dü­şün­ce­le­re rağ­men, çi­çe­ği dü­pe­düz ko­pa­rıp yok eden üç an­la­yış­tan en yı­kı­cı ola­nı mo­dern me­de­ni­ye­tin ru­hu­nu en iyi if­şâ ede­ni­dir. Mus­ta­fa Kut­lu’nun hu­zur­suz ba­ca­ğı­nı tık­la­tan bu do­ğa düş­ma­nı an­la­yı­şı ber­ta­raf et­me­dik­çe il­kel adam bi­ze küs ka­la­cak­tır.
 
Alet­le­rin Ege­men­li­ği
Bu­ra­ya ka­dar an­lat­ma­ya ça­lış­tı­ğım “ger­çek­ler”i an­la­ma­ya­cak hiç­bir Al­lah’ın ku­lu yok­tur as­lın­da. Her akıl ve vic­dan sa­hi­bi in­san, bu tah­rip­kâr yak­la­şı­mın to­run­la­rı­mı­za ma­li­ye­ti­ni he­sap ede­bi­lir. İl­kel ka­fa­yı (kal­bi mi yok­sa?) an­la­sak, şöy­le der­dik: Ta­bia­tı de­de­le­ri­miz­den mi­ras de­ğil, to­run­la­rı­mız­dan ödünç al­dık. Bor­cu­mu­zu en gü­zel şe­kil­de öde­me­miz ge­re­kir. Bi­zi bu bi­linç­ten ve o yük­sek il­kel kav­ra­yış­tan yok­sun bı­ra­kan, en­for­ma­tik ce­ha­le­ti­miz­dir. Na­bi Av­cı’nın En­for­ma­tik Ce­ha­let’in­den bir söz ha­tır­lı­yo­rum: Karl Marx bu­gün ya­şa­say­dı Das Ka­pi­tal’i de­ğil, Di­e In­for­ma­zi­on’u ya­zar­dı. Her­ke­sin di­lin­de en­for­mas­yon ke­li­me­si, fa­kat her­kes ge­ne de ko­yu bir ce­ha­let için­de. Na­sıl bir iş bu? Ün­lü Na­tio­nal Ge­og­rap­hic der­gi­si unu­tul­maz sa­yı­la­rın­dan bi­ri­ni bu ko­nu­ya ayır­mış­tı (Ekim 1995). Der­gi­nin kı­dem­li ya­zar­la­rın­dan Jo­el Swerd­low’un tah­li­li­ni, Tek­no­po­li ya­za­rı Ne­il Post­man’ın gö­rüş­le­riy­le har­man­la­mak is­ti­yo­rum:
Ray Brad­bury, te­le­viz­yon ve bil­gi­sa­yar­la­rın he­nüz gün ışı­ğı­na çık­tık­la­rı 1950’le­rin baş­la­rın­da yaz­dı­ğıFah­ren­he­it 451 baş­lık­lı ro­man­da in­san­la­rın elek­tro­nik ek­ran­lar­la ha­şır ne­şir ol­duk­ça oku­mak­tan kop­tuk­la­rı­nı res­me­di­yor­du. İt­fa­i­ye­ci­ler ki­tap­la­rı yak­tık­la­rın­da son de­re­ce mut­luy­du­lar. “İn­san­la­rı ‘tu­tuş­maz ve­ri­ler­le’ tı­ka ba­sa dol­du­run” di­yor­du it­fai­ye mü­dü­rü, “Lâ­net ola­sı ‘ger­çek­le­ri’ o ka­dar ka­fa­la­rı­na tı­kın ki, do­lu do­lu ol­duk­la­rı­nı his­set­sin­ler. O za­man dü­şün­mek­te ol­duk­la­rı­nı his­se­de­cek­ler­dir; ha­re­ket et­me­dik­le­ri hal­de, ha­re­ket et­mek­te ol­duk­la­rı duy­gu­su­na sa­hip ola­cak­lar­dır.”
Brad­bury’nin ro­ma­nı ar­tık çok uzak bir geç­mi­şi an­la­tı­yor de­ğil. Bil­gi­sa­yar ka­pa­si­te­sin­de­ki ge­niş­le­me ile te­le­viz­yon ve bil­gi­sa­yar­lar sa­yı­sal ses, gö­rün­tü ve me­tin akım­la­rı­na dö­nü­şe­rek in­san­la­rı en­for­mas­yon­la tı­ka ba­sa dol­du­ru­yor­lar. En­for­mas­yon tek­no­lo­ji­le­ri­nin bi­zi ne­re­ye gö­tü­re­ce­ği­ni kes­tir­mek müm­kün de­ğil. Kas­de­dil­me­yen So­nuç­lar Ya­sa­sı bü­tün tek­no­lo­jik dev­rim­le­ri yö­ne­ti­yor. Ko­yu din­dar Jo­han­nes Gu­ten­berg 1438’de el­yaz­ma­sı İn­cil’le­rin da­ha ucuz yol­la ço­ğal­tı­la­bi­le­ce­ği bir yol arı­yor­du. Fa­kat ha­re­ket ede­bi­len dak­ti­lo­su oku­ma yaz­ma­yı yay­gın­laş­tı­rın­ca, din-kar­şı­tı bi­lim­sel bil­gi­nin iler­le­me­si­ne ve Sa­na­yi Dev­ri­mi’nin mey­da­na gel­me­si­ne ze­min ha­zır­la­dı. Ve in­san­lar İn­cil’den her ge­çen gün bi­raz da­ha uzak­laş­tı­lar!
Ne­il Post­man, Tek­no­po­li baş­lık­lı ki­ta­bın­da kül­tür­le­ri üçe ayı­rı­yor: 1. Alet kul­la­nan kül­tür­ler; 2. Tek­nok­ra­si­ler; 3. Tek­no­po­li­ler. Alet kul­la­nan kül­tür­ler­de tek­no­lo­ji özerk de­ğil, her adım­da kül­tür ta­ra­fın­dan yön­len­di­ril­mek­te­dir. İn­san­la­rın ne yap­ma­la­rı ve ne/na­sıl dü­şün­me­le­ri ge­rek­ti­ği­ni tek­no­lo­ji de­ğil, te­olo­ji bu­yur­mak­ta­dır. Me­se­la, Pa­pa II. In­no­cent “Ölüm Ya­yı” de­ni­len öl­dü­rü­cü ale­tin Hı­ris­ti­yan­lar’a kar­şı kul­la­nı­mı­nı ya­sak­la­ya­bi­li­yor, Ja­pon­ya’da bir sa­mu­ray uzun ve kı­sa kı­lıç­la­rın­dan “kul­la­nım alan­la­rı dı­şın­da” ya­rar­la­na­mı­yor­du.
Tek­nok­ra­si­de ise alet­ler kül­tü­re sal­dır­ma­ya baş­lar. Me­se­la, sa­at ye­ni bir za­man an­la­yı­şı ge­ti­rir. Mat­ba­a, şi­fa­hi ge­le­nek epis­te­mo­lo­ji­si­ne bir hü­cum­dur. Te­les­kop, Ya­hu­di-Hı­ris­ti­yan te­olo­ji­si­nin te­mel öner­me­le­ri­ni red­det­me­ye yol açar. Bu­nun­la be­ra­ber, tek­nok­ra­si­de hâ­kim kül­tür hâ­lâ bir ön­ce­ki dö­ne­min kül­tü­rü­dür. Alet­le­ri ge­liş­ti­ren in­san­lar, hâ­lâ te­olo­ji­nin ka­nat­la­rı al­tın­da­dır­lar. Tek­no­po­li­de ise kül­tür de­ğil, alet­ler ege­men­dir.
Alet­le­rin ege­men­li­ği ye­ni bir ger­çek­lik de­mek­tir, sa­nal ger­çek­lik. Sa­nal ce­ma­at, sa­nal yol­cu­luk­lar, sa­nal aşk. Bu ger­çek­li­ği en iyi res­me­den ro­man­lar­dan bi­ri Wil­li­am Gib­son’ın 1984’te yaz­dı­ğı Ne­uro­man­cer’dir. “Sa­nal ha­yat” fik­ri­ne ön­cü­lük eden bu ro­ma­nın ya­za­rı, elek­tro­nik ile­ti­şi­min in­san­la­ra bir du­yu­sal ge­niş­le­me ala­nı aç­tı­ğı­nı, yer­le­rin­den ay­rıl­ma­dan bir­çok şey­le iliş­ki ku­ra­bil­dik­le­ri­ni söy­lü­yor. Ne var ki, sa­nal ger­çek­lik bi­zim fi­zik­sel ger­çek­li­ği­mi­zi an­cak ge­niş­le­te­bi­lir, onun ye­ri­ni ala­maz. Baş­ka in­san­lar­la doğ­ru­dan te­ma­sı ima eden skin (de­ri) kar­şı ha­re­ke­ti da­ha şim­di­den me­sa­fe kay­de­di­yor. İn­san ta­bia­tı, elek­tro­nik ile­ti­şim­le ge­len ay­ni­ye­te di­re­ni­yor. Fa­kat iti­raf et­me­li­yiz ki be­şer gü­cü, en­for­mas­yon tek­no­lo­ji­le­ri­nin ik­ti­sa­di ve si­ya­si ha­ya­tı­mı­za bi­çim ver­me­si­ni kon­trol et­me­de de gi­de­rek zor­la­nı­yor.
 
Ağ­la­ya­bi­len Kah­ra­man Ol­mak
Alet­le­rin ve alet­leş­miş in­san­la­rın ege­men­li­ği al­tın­da ye­ni bir mi­la­di yı­la gi­ri­yo­ruz. Çin­li­ler Çin tak­vi­mi­ne, Müs­lü­man­lar Hic­rî tak­vi­me gö­re yıl­ba­şı kut­la­sa­lar da, hâ­lâ dün­ya­ya ege­men olan, Hı­ris­ti­yan usu­lü kut­la­ma­dır. Fa­kat ne ya­zık ki, bu kut­la­ma­nın kut­sal özü bo­şal­tıl­mış, içe­rik­siz ha­le ge­ti­ril­miş­tir. Ro­ma pa­ga­niz­mi Ka­to­lik­li­ği esir al­dı, ka­pi­ta­lizm Pro­tes­tan­lı­ğı. Hen­ri-Fre­de­ric Ami­el, 160 yıl ön­ce, ka­pi­ta­list mad­de­ci­li­ğin Hı­ris­ti­yan ruh­la­ra ege­men­li­ği­ni şöy­le tas­vir edi­yor­du: “Kur­tu­luş, ebe­di ha­yat, ulu­hi­yet, in­san­lık, tev­be, te­na­süh, yar­gı, şey­tan, cen­net ve ce­hen­nem: Bü­tün bu inanç­lar o ka­dar mad­di­leş­ti­ri­lip ka­ba­laş­tı­rıl­dı ki, bi­ze de­rin bir an­la­mı olan ama şe­he­vî bir tarz­da yo­rum­la­nan şey­ler ola­rak su­nu­lu­yor.”
Yıl­ba­şı kut­la­ma­la­rı şeh­vet ve çıl­gın­lı­ğın put­laş­tı­rıl­ma­sı ol­du. Kal­bi olan Hı­ris­ti­yan­lar ba­şın­dan be­ri bu sap­ma­nın far­kın­day­dı­lar. Şa­ir ruh­lu Ami­el (1821-1881), 1 Ekim 1849’da gün­lü­ğü­ne şu not­la­rı dü­şü­yor­du:
Dün Aziz John İn­ci­li’ni oku­yup not­lar al­dım. Şu inan­cı­mı te­yit et­ti ki, Hz. İsa hak­kın­da baş­ka­la­rı­na de­ğil, onun ken­di­si­ne inan­ma­lı­yız; yap­ma­mız ge­re­ken şey, onu bi­ze ulaş­tı­ran ve ulaş­tı­rır­ken az çok de­ğiş­ti­ren bü­tün o priz­ma­tik kı­rıl­ma­la­rın ar­ka­sın­da­ki ha­ki­ki tas­vi­ri keş­fet­mek­tir. Kur­ta­rı­cı’nın “Öl­dü­ren, ke­li­me­ler­dir” be­ya­nın­dan, ölü bir sem­bo­liz­me baş­kal­dı­rı­sın­dan tam 19 asır son­ra hâ­lâ ya­şa­yan akıl al­maz mik­tar­da­ki Ya­hu­di­lik ve şe­kil­ci­lik kar­şı­sın­da şaş­kı­nım. Ye­ni din o ka­dar de­rin­dir ki bu­gün bi­le an­la­şıl­mı­yor ve Hı­ris­ti­yan­la­rın ço­ğu­na zın­dık­lık gi­bi ge­li­yor. Hı­ris­ti­yan cü­re­ti ve Hı­ris­ti­yan ser­best­li­ği ye­ni­den el­de edil­me­li­dir. Sap­kın olan, gö­rüş bo­zuk­lu­ğu­na dü­çar olan, yü­rek­siz olan Ki­li­se’dir.
Ki­li­se’yi yü­rek­siz bu­lan Ami­el, “Kah­ra­man ol­ma­lı­yız” di­ye hay­kı­rı­yor­du: “Kah­ra­man­lık, ru­hun et üze­rin­de­ki muh­te­şem za­fe­ri­dir; ya­ni, kor­ku üze­rin­de­ki: Aç­lık kor­ku­su, ıs­tı­rap kor­ku­su, if­ti­ra kor­ku­su, has­ta­lık kor­ku­su, tec­rit ve ölüm kor­ku­su. Kah­ra­man­lık ol­ma­dan cid­di din­dar­lık ol­maz.” Ami­el bu cüm­le­le­ri muh­te­me­len göz­yaş­la­rı­na bo­ğul­muş bir hal­de ya­zı­yor­du. Ni­te­kim Se­zai Ka­ra­koç da şi­i­ri­nin son­la­rı­na doğ­ru ağ­la­mak­lı­dır:
Er­kek ağ­lar mı di­ye­cek­sin
Hay­be­rin ka­pı­sı ağ­lar mı er­kek ağ­lar mı
Ben yel gi­bi er­kek­ler ağ­lar di­yo­rum
Bir da­ki­ka ağ­lar yıl­ba­şı da­ki­ka­sın­da
Sen be­nim ağ­la­ma­mı er­kek­li­ği­me
Uya­nan öl­me­yen ye­ni­le­nen
Az­gın kış­lar için­de kes­kin ba­har­lar bu­lan
Se­ni bu­lan ye­ni­den bu­lan tek­rar tek­rar bu­lan
Er­kek­li­ği­me say.
 
Ağ­la­ya­bi­len kah­ra­man, muh­taç ol­du­ğu­muz o il­kel ön­der, mo­dern­li­ğe is­ya­nıy­la bi­ze ide­al şeh­ri ge­ri ge­ti­re­cek ye­ga­ne var­lık­tır:
Öy­le bir is­yan şi­i­ri var ki ben onu ya­ka­la­ya­ca­ğım
Bu yu­nan şeh­ri­nin dü­ze­ni­ni öper ve yal­va­rı­rım
Şeh­rin ölü­mü­nü yan­lış an­la­ma
Göz­le­ri kör ol­du doğ­ru­dur ama o ka­dar
Ve şeh­rin göz­le­ri­ni ge­ri ver­me da­ki­ka­la­rı­dır bu yıl­gın çan­lar.

Paylaş Tavsiye Et